Bir ameliyat masasında yatıyordum.. Göz kapaklarım yanaklarıma doğru inmeden önce..
Kendime ait kapattığımı sandığım tüm yaralarla..
Açtığım yaraları kendi kendime onarmak için onlarca kesik atmış, onlarca ameliyat yapmıştım. Çok acımıştı yaralarım açılırken de kapanırken de.. Ama bir şey vardı ki bir türlü bitmiyordu, sanki keserek açtığım, içini temizlediğim, irinlerini akıttığım, kanamasını durdurduğum ve dikişler attığım tüm yaralar içten içe temizlenmemişti.
Bir gün ameliyat masasına yeniden yattım ve kendimi ona teslim ettim.
Tüm vücudum baştan aşağı yarılmıştı onun ellerinin altında..
O elleriyle dokunmadan yara izlerimin üzerinden geçtikçe anladım ki kapanmamıştı o yaralar..
Öyle bir ameliyattı ki bu vücudumun, ruhumun, aklımın her köşesinde her hücresinde her milimetre karesine girilmişti ve ben teslim olmuştum…
Kendime olamadığım kadar teslim.. Kendime olamadığım kadar dürüst ve gene kendime olamadığım kadar nettim o masaya.. O’na..
En kolay yalanlar her zaman kendimize söylediklerimiz oluyor. Ameliyattan önce aylarca kendimi anlatan yazılar yazdım ona. Duysun istedim sessiz sesimi, görsün istedim benzerliklerimizi, bilsin istedim kapamaya debelendiğim yaralarımı. Yalanlarımı verdim eline.. Yarası olan yarasından tanır ya ötekini bunu verip verip geri çekildim. Nereden bilebilirdim onun bakmadan görebildiğini, duymak için kulağa ihtiyaç duymadığını, tıpkı anlatmak için sözleri dökmediği gibi önüme.
Leş gibiydi içim, makyajlanacak yanı da yoktu.. Huzurluydum da ona açık olduğum için, beni açmasına izin verdiğim için.. Tüm yazılarımı en çok kendimi bulmak için yazarken, tüm yolculuklarımı kendime yapmak için çıkarken onlarca ruhu da etkileyebileceğimi de bilerek ve umursayarak, öğrendiklerimin beni bilge değil ben yaptığını bilerek yürümeye devam ettim. Sıradan olmayacağım diye haykırdım. Çünkü bozulan dünyada benim yaptıklarım sıra dışıydı. Kendin olmak sıra dışıydı. Bütüne uymamak, ama ısrarla ‘En büyük bütünün çok kıymetli bir parçasıyım ben!’ diyebilmek sıra dışı bir eylemdi. Basitleştikçe yenilendim. Önce kartal gibi pençelerimi söktüm. Saldırmadan, savaşmadan, olana razı bir durumda kaldım. Sonra sustum. Gagamı da kırdım. Yenisi çıkana kadar yalnızlaştım, ben’leştim.. Basitleştim. Açtım, toktum, tatmin olmuştum ya da olmamıştım. Gün doğumundaki seslerde aşk olmuştum, kahve içmek değildi artık derdim pişmeye konan kahvenin kokusu bile doyurucuydu, şart değildi boğazımdan geçmesi. Dövmeler gibi yara izlerimle güzeldim. En sevdiğim şeydi artık belime kumaşlar bağlayıp etekler yapmak, yalın ayak gezinmek, sabahın 5’inde dağdan esen rüzgarlar üşütmüyormuş biliyor musun?..
Kendimden başka bir yere yetişecek telaşlarım da yok artık. “O” bana dünyanın en güzel aynasında “beni” verdi.. Ben de gittim aldım “kendimi”. “O” araçları sundu, haritaları verdi ben de yürünecek yolları ve kimlerle yürüyeceğimi seçtim. İşte bu yüzden rahatım.. İşte bu yüzden nereye baksam aşk, neyi içime çeksem aşk, neyi duysam aşk.. Nerede bir sen görsem orada bir ben var..
İşte o yüzden acısa da yatıyorum o masaya – o ameliyata..
Sonu iyi bitecek diye değil, sonunda; ben bana biraz daha yaklaşacağım diye.. Acı varsa yaşam da var diye.. Ölümün olduğu yerde bende olacağım diye. Siyahı ve beyazıyla.. Kan kırmızısı ve deniz mavisiyle, güneş sarısı ve ışık beyazıyla..
Ben bana bir adım daha atıyorum.
Hadi sen de gel..
Alanımı tut…
Nefesime ortak ol..
Nefesime – nefsime karış…