(Yazının birinci bölümü için lütfen buraya tıklayın.)

21 Aralık 2012’den sonraki günlerde hayat sizin için nasıl geçti ve geçmeye devam ediyor? Çevremde gözlemlediğim ve gelen bildirimlerden anladığım kadarıyla, bayağı zorlu. Kaç tane hastanelik olma vakası duydum bilmiyorum; ya da endişelerim arttı, korkularım patladı, ne yapacağımı bilemez hale geldim diyen. Bazıları da hayatlarına yeni bir yön verme aşamasındalar; gerçi her zaman böyle değişim dönemleri olabilir de böyle toplu halde olması sıradışı. Hayatımın en güzel günleri diyen de olabilir amenna. Ben genele dair gözlemlerimi paylaşıyorum ve tabii ki kendi yaşadığımı. Kendi yaşadığım derken, ben neler yaşadım o günden sonra kısaca paylaşayım…

22 Aralık 2012

21 Aralık 2012’ye çok özel bir yerde girmeyi istiyordum aslında. Kafamdaki yer ise Mısır’dı ve hesaplarıma göre de o gün tam da Dendera Tapınağı’nda olacaktım eğer gidebilseydim. Benim için çok özel bir yerdir orası. Fakat bu, gerçekleşmedi. O kadar yaygara kopartıldı ki bu kıyamet mevzularında, söylenen hiçbir şey olmayacağını bilsem de İzmir’de ailemin yanında kalmayı tercih ettim; nitekim eşim Talia da “Hani 21 Aralık geçsin, öyle git” dedi. O gün özel hiçbir şey yapmadım kısacası. Ertesi gün ise Fotoğraf Atölyemizin “The Day After” partisi vardı ve ona katıldım…

Esasında ben tam parti havasındaydım, çünkü 21 Aralık 2012’nin kutlanması gereken bir gün olduğunu sürekli tekrarlayıp duruyordum. Düşünsenize 26 bin yıllık bir siklüsün son günü, Dünya yeniden doğuyor resmen; ayrıca ruhsal bir uygarlık olan Mayalar’a göre de beşinci güneşin bitip, altıncı güneşin doğduğu bir zaman vs. vs. Yani altı bin yıllık insanlık tarihinde bundan daha önemli bir gün olmamış, özellikle de ruhsal gelişim açısından. Bir önceki güneşi yani dördüncü güneşten beşinci güneşe geçişimizi MÖ 1500’lü yıllardaki uygarlıklar yaşamışlar ve zaten o dönemde şu anda Santorini Adası olarak bildiğimiz yerdeki Terra Yanardağı’nın patlamasıyla, başta o dönemin süper gücü Minos Uygarlığı’nın yıkılışı ile birlikte birçok uygarlık bu durumdan etkilenmiş. Ama o tarih bile ruhsal gelişim açısından bu kadar önemli değildi, çünkü Dünya’nın 26 bin yıllık siklusu tamamlanmamıştı. Mayalar’a göre de bu 26 bin yıllık dönüş, Dünyamız’ın Samanyolu Galaksisi’nin merkezindeki “Evrenin Rahmi” olarak bilinen bölgeden geçişiyle başlamıştı. Şimdi 26 bin yıl sonra yeniden buradan geçiyor Dünyamız ve bu bir “yeni doğum”u ifade ediyor. Yani siz bu satırları okurken aslında gezegenimiz yeniden doğuşunu yaşadığı bölgeden geçiyor. Ayrıca Mayalar’s göre bu 26 bin yılın ilk 13 bin yılı aydınlık, sonraki 13 bin yılı karanlık döngüsünde yaşandı. Yani biz 21 Aralık 2012 günü karanlık döngüsüyle vedalaştık ve aydınlık döngüsüne girdik. Şimdi bu kadar önemli bir tarihi yaşamışız da parti yapılmaz mı yani?

After “The Day After” Party (“Ertesi Gün” Partisinin Sonrasında…)

22 Aralık 2012 günü partimizi yaptık, hatta alkole dayanıksız olan bendeniz de bir güzel içtim. Fakat ertesi gün başlayan süreçle birlikte deyim yerindeyse ağzıma zıçılan günler üstüste gelmeye başladı. Hepsinden önce auramda bir yanma hissetmeye başladım. Öyle böyle değil ama, sanki beni ateşten bir dürüm içinde sarmışlar gibiydi ve çok ama çok sıkışmış hissediyordum kendimi. Sonrasında bunun hayatıma yansımaları başladı. Öncelikle eşimle çok ciddi tartışmalar yaşamaya başladık, hatta benim evi terketmeme neden olacak noktaya gelmeye başladı bu tartışmalar. Günlerim çok zorlu geçmeye başladı. Derken yılbaşına geldik ve fena halde zehirlendik ailecek. Dolapta kalan kokup kokmadığını anlamadığımız bir köfteyi yedik ve sonrasında fena halde yere serildik. İlk defa bir yıla yatakta, bomboş gözlerle TV’ye bakarak girdim. Yemek olaraksa menüde haşlanmış patates vardı. Yeni yılla birlikte daha da zorlaşmaya başladı durum ve auramın yanmasıyla birlikte gerilim de doruk noktasına çıktı evin içinde. Bununla birlikte işlerimde de bir sıkışıklık oluştu. Ne yapacağımı ne edeceğimi bilemez noktadaydım… Artık bir karar vermem, bir adım yapmam, bir seçim yapmam gerekiyordu. Ve yaptım da…

İşte Seçimim…

Durdum. Sadece durdum. Hiçbir şey yapmadım. Hiçbir adım atmadım, hiçbir karar vermedim, hiçbir seçime doğru ilerlemedim. Sadece durdum. Durumuma baktım. Alev alev yanan aurama baktım. Evime baktım. Eşime ve çocuklarıma baktım. Yaptığım çalışmalara baktım. En sonunda da kendime dönüp baktım. Öyle bir durumdaydım ki attığım her adım ızdırap vermeye başlamıştı. Yerimde duramıyordum içim o derece sıkılıyordu ki… Hiçbir yerde olmak istemiyordum. Yaşamak veya ölmek de çözüm değildi buna. Karnım o derece kasılmıştı ki ruhum bedenimden kurtulmak istiyordu sanki. Kaçmak istiyordum ama kaçacak yerim yoktu. Tüm bu hislerimi gözledim. Sonrasında da birşeyler yapmam gerektiğini hissettim. Kendimin içine girmem, kendimle yüzleşmem, kendimle konuşmam gerekiyordu. Çok şükür ki bunun için çok iyi bir araç vardı elimde. Yıllar önce Reiki Hocam Gülüm Omay’dan öğrendiğim bir meditasyon. 2.5 saat sürüyordu bu çalışma ve daha önce defalarca yapmış olmama rağmen son 1.5 senedir ihmal etmiştim. Aslında ihmal ettiğim meditasyon değildi. Kendimdim. Kendimle 2.5 saat başbaşa kalmak demekti o çalışma ve ben kendimi ihmal ediyordum. Zaten bu ihmalin sonuçları da ortadaydı… Ve meditasyona oturdum…

UYAN Artık UYAN!

Bu dünyaya gelmeden önce kendimize planlar çizeriz diye düşünüyorum ben. Hani ertesi gün bir geziye gidilecektir ve sizin sabahın altısında uyanmanız gerekiyordur. Çalar saati ayarlar ve kurarsınız ki sabah sizi kaldırsın. O saat mutlaka çalar ve ilk tepkiniz “Uff ne kadar erken daha uykum var” ile başlayıp saati kapatmaya kadar uzanır. Sıcacık yatağınızda yatmaktasınızdır. Zaten hava da soğuktur. Şimdi kim gidecek bu soğukta oralara dersiniz. Hadi gezi olunca kalkarsınız da eninde sonunda, ya okul olduğunda kalkar mıydınız küfretmeden. Ben annemle beş dakikanın nice pazarlığını yaptığımı hatırlarım lise yıllarımda… İşte dünyaya gelmeden de ayarladığımız saatler var bu şekilde. Hem bireysel olarak, hem de kitlesel olarak… Bir de işin beteri bu saatler elimizi uzatıp kapatabileceğimiz yerlerde değiller. Sürekli ötüyorlar. Kapatmanız için yatağınızdan kalkmanız gerekiyor, o yataktan kalktıktan ve sonra saati kapatmak için gereken düğmeyi bulmaya çalıştıktan sonra zaten uyanıyorsunuz.

Hadi bu anlattığım kişisel çalar saatleriniz için geçerli. Bir de kitlesel UYAN borusu var. Bu, Başmelek İsrafil’in üflediği Sur borusuyla sembolize edilir kutsal öğretide. Bunu kalkıp kapatamazsınız da. Öter durur sürekli olarak ve siz kafanızı yastığın altına da soksanız, kulağınıza tıkaç da tıkasanız o sesi hep duyarsınız. Hani gözleri yarı aralanmış olanlar için sorun yoktur da bir de o ana kadar hiç uyanamamışlar için bu ses büyük sorundur. Sıcak bir kaloriferin yanına yattığınızda rüyalarınız da bir acayipleşir, yandığınızı falan görürsünüz ya. İşte aynen bu şekilde halen uyumaya devam edenler de yaşam olarak zannettikleri “rüya”larında bu sesin rahatsızlığını hissederler. Çünkü biz hepimiz şu dönemde bu dünyaya gelirken insanlığın yaşayacağı değişimi bilerek ve isteyerek geldik. Sadece insanlık olarak toplu ortak bilincimizi değil, bu gezegenin de ruhsal gelişimine katkıda bulunmak adına burada olacağımızı ve zamanı geldiğinde UYANacağımız planını yaptık. Fakat saatler çaldığında ise buna direniyoruz. Yatağımız sıcacık geliyor çünkü. Oh ne güzel, odamızda kalorifer de yanıyor, sıcacık yorganı da çekmişiz üzerime, eşofmanlarımız da böyle tenimizde yumuşacık… Ne gereği var şimdi kalkmaya değil mi? Hadi size bir müjde vereyim bu noktada: UYANmak zorunda değilsiniz… UYANmazsanız görürsünüz ebenizin tersiniz falan diyeceğimi ya da kendisi UYANmayı başaramadığı için çaresizlik içinde “UYANmalıyız arkadaşlar” çığlıkları atacağımı mı zannettiniz? Yoo, evrende zorlama diye bir şey yoktur. Şu anda yaşadığımız ruhsal gelişim planında, uyuyanlara da ihtiyacı var bu gezegenin ki uyuma enerjisi yansısın. Bir tiyatro sahnesi düşünün ve oyunda bir köşede yatmış uyuyan insanlar da gerekli. Bu figüratif role talip her ne kadar çok olsa da prodüksiyon zaten görkemli. Altı milyar uyur, beş yüz milyon uyanırsa bile sıkı bir yapıt ortaya çıkar. (Beş yüz milyon uyanır mı acep? Allah söyletti diyelim.) Bu yüzden uyuyabilirsiniz de arkadaşlar, yalnız Sur’un sesini kapatmak diye bir şey yok, o sizi biraz rahatsız edebilir. Rüyalarınız karışabilir biraz, bilginiz olsun.

Anlamadım, Sur Borusu Çaldı mı Şimdi?

Evet, 21 Aralık 2012’den beri insanlığın toplu kıyameti başladı. “Bilincin Kıyameti” bu. Uyanışa çağrısı bu evrenin.  İster UYANanlardan olun, ister uyuyanlardan… Herkese yer var bu büyük yapımda… UYANanlara da, uyanmış gibi yapanlara da, uyanmaya direnenlere de, uyuyanlara da… Yönetmenin gönlü geniş… Seçim size ait… Ben, kendi adıma UYANmayı ve oyunda aktif rol almayı seçiyorum. Umarım hayırlısıyla başarabilirim. Peki ya siz? Siz neyi seçiyorsunuz?

 (Devamı için lütfen buraya tıklayın…)

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...