Angelina Jolie ile Brad Pitt, “Bay ve Bayan Smith” filmini çevirirken yıldırım aşkına tutulduklarında, bundan çeşitli sonuçlar çıkarılabilirdi. Mesela astrolojiye meraklı biri olarak ben; bu birlikteliğin zıtların çekimi ilkesinin mükemmel bir örneği olduğunu söyler, “Dünyanın bu en güzel çifti”nin başına gelen İkizler (Angelina Jolie) ile Yay (Brad Pitt) çekimidir” diyebilirdim. Zodyak burçlar kuşağına aşina biri olarak, hava burcunun delişmeni İkizler ile ateş burcunun maceracısı Yay’ın karşıt konumlarda yer aldığını, aralarındaki ilişkinin astrolojik olarak “ne seninle, ne sensiz” bir hal olduğunu ima edebilirdim.
Elbette bu saptamam, astroloji meraklılarına mana ifade etse de, popüler kültüre pek de katkı sayılmazdı. Oysa film setinde birbirine âşık olan bu çifte bakınca insan bambaşka şeyler görebiliyor. Mesela mükemmel bir anima/animus birleşmesini. Bu meseleyi birazdan açıklayacağım, şimdi konuya dönelim.
Sadece fiziksel olarak bu çifti dikkatlice incelemek bile aslında çok şey anlatmıyor mu?
Brad Pitt adaleli kollarına, mükemmel “testosteronik” vücut hatlarına, maskülen silüetine rağmen, yüzündeki bebeksi hatlarla aynı zamanda feminen bir güzelliğe sahip değil mi? Mesela “Vampirle Görüşme” filminde, “Lestat” Tom Cruise’un karşısında, insancıl bir vampir olarak gözyaşı dökerken, insanın içini eriten bir dişil aura’ya sahip değil miydi? Aynı şekilde “İhtiras Rüzgarları” filmindeki dudak büküşü de bütün kadınların ona sınırsızca bağlanmasını sağlamadı mı?
Gelelim diğerine; “dünyanın en seksi kadınları” sıralamalarında bir numaralı yerini, karnı burnunda olmasına rağmen kimseye kaptırmaya yanaşmayan Angelina Jolie’ye… Bedeninin kadınsı kıvrımlarının mükemmelliğine ve dudaklarının dolgun cinselliğine rağmen, onda erkeklere atfedilen, canlandırdığı Lara Croft karakteriyle pekişen bir güç, bir maskülenlik sezilmiyor mu? Yürüyüşünde bile bu güç hissediliyor. Kollar hafif yana açık, göğüsler öne çıkmış hatta hafif efeleniyormuş gibi bir hali var. Zaten kendisinin biseksüel tercihleri olduğu da söyleniyor ama konumuz bu değil. Bu çiftin bize verdiği fotoğraf; eril olanla dişil olanın birbirine karışmasının mükemmel uyumu. Eril güzelliğin kadında olma, dişil cazibenin erkekte olma ihtimali. Androjen imajın, anima ile animus’un birbirinde buluştuğu bir birliktelik onlarınki. Burada ünlü yazar, eleştirmen ve aktivist Susan Sontag’ın bir sözünü anmak isterim. Mealen şöyle bir şeydi: “En erkeksi güzellikte bile mutlaka kadınsı bir yan bulunur, en kadınsı güzellikte de mutlaka erkeksi bir yan vardır…”
Metroseksüelden sonra
Milenyum sonrası popüler kültürün erkeklere atfettiği anahtar kavramlarından biri sizce ne? Aslında kavram değil, bir tespiti adlandırma desek… Cevap: Metroseksüellik. Bakımlı, feminen özelliklerini saklamayan, küpe takan, güzellik salonuna giden ancak tüm bunlara rağmen kesinlikle eşcinsel olmayan erkeklerden bahsediyoruz. Metroseksüellik deyince de David Beckham’ın adını geçirmezsek olmaz. Justin Timberlake’ı ve Türkiye’den de Tarkan’ı da analım bu arada.
Futbol gibi maskülenliğin şahikası olarak kabul edilen bir spor dalının yıldızlarından olmasına karşın, İngiliz futbolunun sarışın yıldızı David Beckham’ın bir metroseksüel erkek olarak portresini verecek olursak, söylenecek ilk şey; kadınların biricik arzu nesnesi oluşunu biraz da metroseksüelliğine borçlu olmasıdır. Aslında zaten Beckham’da vücuda gelen şey, erkeğin de artık medya tarafından bir arzu nesnesi olarak sunulması değil midir? Ama mesele güzellik kavramlarının değişmesinden kaynaklanıyor aslında. Elbette metroseksüelliğin arkasından retroseksüellik kavramı günlük hayatımıza girmekte gecikmedi ama doğrusu, maço kültürün devamından başka bir şey olmayan retroseksüellik, insanları pek de heyecanlandırmadı. Ne de olsa retroseksüeller bildiğimiz maçolardı…
Oysa dünyada yeni erkek, hızla irtifa kazanıyordu. Her şey zıttıyla müsemma olduğundan, metroseksüelliğin irtifa kazanınca, kadındaki eril, yani androjen cazibenin yükselişine de tanık olmamız kaçınılmazdı.
“Güç erkekte çekiciyken, kadında çekici mi, değil mi?” tartışması konusunda çeşitli şeyler söylenebilir. Details dergisi geçtiğimiz günlerde Hillary Clinton, Madeline Albright, Condoleezza Rice gibi kadınları örnek göstererek, bu güçlü kadınların neden erkekler tarafından çekici bulunmadığını yazmış! Dergiye göre bu güçlü kadınlar, cinsel cazibeden bütünüyle yoksun ve güç, erkeğe yakışan ama kadına hiç de yakışmayan bir şey. Dergiyi yalanlamayalım ama sanırım teşbihte değil ama tespitte bir hata var. Bu kadınların hepsi de politikacı… Belki de politikacı olmak, günümüzün tek kutuplu dünyasında zaten bir çekicilik unsuru değil. Hele de bu politikacılar ABD’liyse… Neyse mesele politika değil zaten.
Gelelim güç kadında çekici midir konusuna…
“Güç ve kadındaki erkeksilik çekici midir?” diye sorulsaydı, ilk aklınıza kim gelirdi?
Yormadan söyleyelim; 80’lerden bu yana her alanda bir ikon olan Madanna’dan başka kim bu tahtın sahibi olabilir ki! O, dişiliğin bütün cazibesine sahip, ama bir erkek kadar yırtıcı olabiliyor. Atletik, kaslı vücuduyla eril bir cazibe fışkırmıyor mu ondan aynı zamanda. Dünyanın en zengin, en başarılı, en istediği kocayla evlenen kadınlarından biri değil mi? Dünya yeteneklisi, yönetmen Guy Ritchie’yi evde oturtup çocuk baktırmıyor mu?
Onu bu kadar çekici yapan şey de dünyaya hükmeden tavrı çünkü. Buna güç değil de ne demek lazım, karamela sepeti mi? Peki ya, kliplerinde eline aldığı kırbaçlar, erkeklerin boyunlarına geçirdiği halkalar? Yüzündeki “cool”luk da Humphrey Bogart’ı gölgede bırakabilir.
Daha yeni yüzlere gelirsek, mesela Quentin Tarantino’nun “Kill Bill” serisinde rol verdiği Uma Thurman’ın vücut ve yüz hatları itibariyle eril bir güzelliğe sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette söyleyebiliriz. “Nip/Tuck”un güzel yaşam koçu Famke Janssen’i ve “The Matrix” serisinin Trinity’si Carrie Anne Moss’u unutmayalım. Ama unutmamamız gereken bir başka dişi hiç kuşkusuz Hillary Swank. “Boys Don’t Cry”ı bir yana bırakalım hadi ama “Million Dolar Baby”de nasıldı?
Roller değişiyor
Zamanla güzellik anlayışları da değişiyor ve kadın-erkek mesafesini gitgide kapatan bir çağa doğru ilerliyoruz. Buna kısaca androjen bir çağ deniyor ve bu çağ modada, yaşam tarzında, medyada kendini gösteriyor. Erkekler feminenleşirken, kadınlar maskülenleşiyor. Belki de olması gereken zaten bu; bu değişim, birbirine geçme ruhlara indiğinde dünya belki de daha güzel bir yer olacak. Alman psikoterapist Carl Gustav Jung’un anima ve animus kavramlarına bakalım. Anima erkeğin içindeki kadın imgesi, animus ise kadının içindeki erkek imgesi. Ancak, kültürel, dinsel, toplumsal şartlanmalar cinslerdeki bu doğal eğilimleri yok etti, böylelikle de dünya tümüyle maskülen bir çağa terk edildi. Savaşlar ve acı bunun en belirgin göstergesi değil mi kimilerine göre?
Jung kadının içindeki erkeğin ve erkeğin içindeki kadının uzlaşmasının mistik bir birleşmeye yol açacağını söylüyor. Şimdilik bu mistik birleşmeye henüz tam olarak yaklaşılmasa da beğeni itibariyle böyle bir gidiş olduğu kesin.
Erkeklerde feminenlik prim yaparken, giderek birbirinin aynı olan kadınlar arasından eril hatlara sahip olanlar öne çıkıyor, fark ediliyor ve beğeni topluyor. Mesela bizden Asena’yı ele alalım; tıpkı Beckham gibi onun da yaptığı iş, feminenliğin şahikası sayılan mesleklerden biri. O bir oryantal; Asena’ya baktığınızda ondaki eril hava dikkat çekici değil mi? Uzun yıllar retroseksüel kültürün yek başına temsilcisi olabilecek biriyle, İbrahim Tatlıses’le birlikte olmasına, aşk yaşamasına rağmen, daha sonra ona “güle güle” deyişindeki sertlik, yüz hatlarındaki eril havayı pekiştirmiyor mu? Dahası ayağından vurulmasına rağmen, büyük bir vakarla o ayağın üzerinde yeniden dans etmeye başlamasında yeterince testosteronlu bir durum yok mu? Hatırlayanlar olacaktır, yıllar önce Asena, Viagra almış ve bir dergi için deneyimlerini yazmıştı; gerçekten de erkeklerin bile cesaret edemeyeceği bir şeydi o zaman bu yaptığı. O halde neymiş; güç, kadına da yakışıyormuş.
Gerçek gücün yakıştığı bir başka kadın, bütün dişil bakışlarına rağmen, androjen hatlarıyla Sibel Kekili. “Duvara Karşı”nın başarısından sonra başına gelenleri, porno film çevirdiğinin ortaya çıkması üzerine gösterdiği dimdik duruş ve o dimdik cesaretin ardından kendini kabullendirişi. “Hırsız-Polis” dizisinin Mavi’sinde yani Özlem Düvencioğlu’nda, Seda Akman’da, aynı “cool” hatlar, o eril güzellik yok mu? Hatta Sanem Çelik, vücudunun kadınsı hatlarına rağmen, eril bir güzellik taşımıyor mu? “Aliye” dizisindeki diğer kadınları göz önüne getirin, mesela Simge Selçuk’u, mesela Emel Çölgeçen’i bir de Sanem Çelik’i…
Örnekler çoğaltılabilir ama şurası bir gerçek; erkekteki dişil, kadındaki eril güzelliğin çağındayız artık. Tıpkı 16. yüzyılın önemli düşünürlerinden Fracis Bacon’un dediği gibi “Orantısında yabansılık olmayan hiçbir güzellik yoktur…”