Her ilişki güzel başlar. Heyecan, umut, keyif, haz.  Taraflarda bir dünya ile barışık olma hali vardır, savaş sonrası kutlamaları gibidir ortalık: kimse sorunlara, uyumsuzluklara, hoş görülemeyecek nüanslara takılmaz.

Sonra aylar geçer, zaman zaman histerik denilebilecek mutluluk kıvılcımları söner ve hisler daha normal denilebilecek bir seviyeye gelir. O esnada taraflar birbirlerini bir daha görürler; bu sefer birkaç ay önce göze batmayanlar göz tırmalayıcı olmaya başlar. Henüz bu tırmalama, yüzeyde değil, derindedir. Kişiler yavaş yavaş farkında olmadan birbirlerine “katlanmaya” başlamışlardır artık.

Derken bir gün, esas katlandıkları şeyden ziyade ikincil ve basit uyumsuzluklardan dolayı ayrılık vakti gelir. Taraflar önce derin bir üzüntüye düşerler. Ardından, zaman geçtikçe bu üzüntünün yerini tuhaf bir rahatlama, bir özgürlük haline bırakır. Bu noktada şahıslar, karşı tarafın kendilerini kısıtladıklarını iddia edecek, bu kısıtlamaya bir tek kendilerinin gelebileceğini düşünerek, yaptıkları fedakarlığı olumlu yönde abartacak ve kendilerini kurtulmuş sayacaklardır.

Şu minvalde yaşanan birkaç ciddi ilişki sonrası kişilerde baş gösterecek olan ise yalnızlığa meyil, evlenme korkusu, çok eşlilik ve kariyer takıntısı olacaktır.

Sorunu kendinden ziyade dışarıda arayan insanoğlu bu yeni tavrına da bir bahane bulacak, arkadaş ortamlarında veya sosyal medyada “artık aşk yok”, “sevgi ölmüş”, “nerede dedelerimizin, ananelerimizin dönemindeki aşklar” diye devri bol keseden suçlayacaktır.

Fakat içindeki o tuhaf “bir şeyler yanlış sanki” hissi, bu tavrı sürdürdüğü sürece peşini bırakmayacaktır.

Bu, sorunun kökünü sorgulamayan, yeni ve yanlış insan ilişkilerini benimsemişlerin hazin sonudur, sorgulayanlarımız için ise bu tip bir ilişki kısır döngüsünden kurtulmanın  yolu vardır.

Hadi açıklayalım.

İşe yanlış kabulleri değiştirmekle bağlayalım. Aşk dediğimiz duygu yoğunluğu, sandığımız gibi  belirsiz bir hedefte patlayan bilinçsiz bir bomba değildir. Belirli sebepler vardır, yalnızca bizler gibi kendinden çok da haberi olmayan insanlar için bu sebepler ortada değildir. Bu sebepler, bizim en dip arzularımız, ihtiyaçlarımız ve muhtaç olduğumuzu sandığımız şeylerle alakalıdır, bir de içinde bulunduğumuz toplumun bize empoze ettiği “en iyi kadın-erkek” algılarıyla.

Örneğin güneydoğulu bir kadın için, erkeğin biraz maçosu, aslında feminist dahi olsa, bir noktada çekici olacaktır. Çünkü güneydoğu toplumu için  ideal erkek,  belli oranda maço olabilen adamdır. Bu insanların algısında “ne istediğini bilen ve istediğine doğru sorumluluk sahibi ve net adımlarla yürüyebilen” adam, maço adam tipi ile özdeşmiştir çünkü. Ya da annesini erken yaşta kaybetmiş bir adam, annesinin mimiklerine, belki saçına, belki ses tonuna sahip, anaç bir kadını çekici bulacaktır farkında dahi olmadan. Belki kadını ilk gördüğünde kadının üstündeki elbise, bir zamanlar annesinin üstünde gördüğü bir elbiseye fazlası ile benziyordur. Beyin içeride fark ettirmeden bağlantıyı kuracak ve bilince “sonuç pozitif” mesajı verecektir.

Buraya kadar her şey normal ya da bayağı. Bir ilişkiyi bitirenin ne olduğunu açıklayacak malzeme burada değil. Sorun bizim insanları nasıl seçtiğimizde değildir, bu kısım için bilimsel açıklama yukarıda verdiğimdir, daha romantik ya da daha mistik bir öneri de getirebilirsiniz, bu sonucu değiştirmeyecek, olayların gidişatını olumlu olumsuz çok da etkilemeyecektir.

Sorun, insanlarda bulduklarımızın özü ve o öze bakış açımızdır. Herkese göre yüzeyde çeşitlilik göstermekle birlikte, özünde aradığımız şey güven ve beğenilme/kabul edilme arzumuzdur. Bu oldukça doğal, insani bir arzudur ve hepimizde mevcuttur. Fakat sandığımız gibi bu arzuların tatmini büyük oranda dışa bağımlı değil, içe bağımlıdır. Bu arzuların tatminini büyük oranda dışa bağlamış bir birey, özellikle geçmişinde yaşadığı olaylar neticesinde açlığı da normalin üstüne çıkmışsa, partnerlerini hep bu arzuların tatminine göre seçecek, bilinçdışında onları bir özne değil, kendi eksiklerini yamayacak bir nesne olarak görecektir. Dolayısıyla kişi, arzuların tatminini sağlayan nesneyi, tatmini sağladığı sürece yanında tutmak için, gereğinden fazla fedakarlık yapmaya yönelecektir. Bu fedakarlık, nesne konumuna getirilen arzu tatmincisi kişinin olumsuz veya aslında uyumsuz yanlarını ne olursa olsun görmezden gelmek veya bu yönlere dair oluşan öfke, kırgınlık, memnunsuzluk hislerini bastırma olarak ortaya çıkacaktır. Bu sefer bilinçdışında kişiden uzaklaşmaya yönelik güçlü bir arzu ile kişiye bağımlılık duyguları birbiri ile çatışacaktır. Bu çatışma cinsel hayatta sorunlardan iletişim problemlerine, duygu-durum bozukluklarından partneri kaybetmeye ya da süründürmeye dair envai çeşit fantezilere ( genelde bu fanteziler rüyalarda çıkacaktır) kadar birçok soruna sebebiyet verecektir.

E, şimdi böyle bir ilişki nereye kadar sürebilir?

Peki geçmişte yaşayan insanlar psişik olarak çok mu sağlıklılardı da bir biçimde ilişkiler sürüyordu diye sorabilirsiniz. Hayır, değillerdi. Fakat toplumun, boşanmalarda özellikle kadına bakış açısının yarattığı baskı ve daha küçük ego (evet, egomuz insanlık tarihimiz başladığından beri adım adım büyüyor, bireyselleşme çağı bu noktada bir sıçramadır; bu da başka bir yazının konusu olsun) içsel çatışmaları belli oranda bastırıyor, bir nevi süperego ( toplumu temsil eden bilinçdışı bölümümüz) kazanıyordu. Yine iletişimde zedelenmeler veya cinselliğe yönelik problemler baş gösteriyordu fakat hemen herkesin benzer sıkıntıları olduğu için bu durum normal kabul ediliyordu. Hatta toplum bu durum için “evlilik aşk öldürüyor” sözü dahi uydurmuştu ki, günümüzde hala kullanımı revaçtadır.

Fakat bu günkü insan, o nesillere göre çok daha rahat. İsterse evlenmeyebilir, veya evlenene dek çok daha fazla partnerle birlikte olabilir. Daha esnek bir hareket alanına sahip. Bu ise yukarıda bahsettiğimiz tip çatışmaları daha yoğun kılıyor.

O zaman nasıl olmalı?

Öncelikle kişilerin, güveni ve kabullenmeyi ilk elden kendilerinde bulmaları gerektiğini anlamaları büyük önem taşıyor. Kendisine güvenmeyen, kendisini beğenemeyen, sevemeyen bir insan, daima dışa bağımlı olacaktır ve sürekli devinimde olan dış etkenleri kontrol edemediği için her an psişik krizler yaşama potansiyeli olacaktır. Tatmini sağlayan nesne-partnerler değiştikleri, gittikleri, kendi hayatlarında yaşadıkları problemlerden dolayı tatminin çıtasını düşürdükleri an, “aşk” olduğu iddia edilen his de ortadan kalkacak ve ilişkiler daima bu saatli bombaya doğru an sayacaktır.

İnsanın muhtaç olduğu bu tatminleri kendisinde bulabilmesinin bir diğer artısı ise, dışarı muhtaç olmadığını idrak etmesi olacaktır. Bu sefer karşısına potansiyel bir partner çıktığında, aç olmadığının bilincinde olduğu için o kişinin eksikliklerini de görebilecek ve daha sağlıklı bir biçimde bu eksiklikleri tolere edip edemeyeceğine bilincindehür iradesiylekarar verebilecektir. Aynı yemek yeme güdümüzde olduğu gibi. Nasıl karnı tok ve hemen hemen tüm yemek çeşitlerine ulaşabilme imkanına sahip bir insan önüne getirilen kötü bir yemeği yemeyecek, ama aç olan ya da obez olduğu için açlık hissi normalin üstünde seyreden insan yemeğin kötü yanlarını görmezden gelip, yalnızca midesini doldurmaya odaklanacaksa, kendini sevebilen ve kendine güvenebilen insan da, kendisi için uygun olmayan bir insana karşı aynı iradeyi gösterecek, ama bağımlı kişiliğe sahip insan ise gelen insanı çok da tartmadan arzunun tatminine yoğunlaşacaktır.

Bu sebeple kişinin kendini bilmesi, arzularını ve yönelimlerini tanıması ve onları ilk önce kendi kendine tatmine yoğunlaşması, sağlıklı ve uzun süreli bir ilişkinin altın kuralıdır. Ancak o zaman, örneğin toplumun yöneten olmasını beklediği bir erkek bu rolü zorlanımlı olarak oynamak yerine bilinci ve iradesiyle aksi yönde bir tercih yaparak güçlü bir kadın seçebilir ve bu tercihin altında ezilmeyebilir. Ya da güçsüz olduğuna içten içe inanan bir kadın,  gücünü kendinden aldığında kendisine kol kanat geren her erkeğe aşık olmak yerine, kendisine karakter olarak uygun bir partneri, tüm eksik yönleri ile kabul ederek sevebilir.

(Yazar: Bulgu Pilavı)

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,