Kanımca yemek pişirmek yalnızca yenilip doyulmak için yapılan bir fiil değil, aksine insanları birbirlerine gönülden bağlayan, evlere karakterlerini veren, bireylerin ten kokusunu andıracak kadar kişisel duygular barındıran bir şeydir de aynı zamanda…

Eğer bir evde yemek pişmiyorsa, o koku odalara nazlı nazlı yayılmamışsa, bir bakımsızlık, dağınıklık almış başını gidiyorsa düşündüğüm yegane şey, sevilmeyen bir şeye yapılMAYAN bakım, bırakılmış, terkedilmiş bir özensizlik duygusudur.

Nasıl bir evladımız var, beslediğimiz bir hayvanımız ya da bitkimiz… O’nun yemesi, içmesi, giyimi, kuşamı, zamanında toprağının değişimi, saksı büyütmek, suyunu vermek, tüylerine, dişlerine bakmamız gerekiyor, evimiz belki bir organizma değildir elbet ama aynı şekilde sahibesinden ilgi ve sevgi bekler. Bakıldıkça ve özen gösterdikçe o da bize gülümseyerek yanıt verir.

Bu mecazi gülümseme bazen tertemiz perdelerden süzülen ışıktır, emek verilip yorularak yapılmış temizliktir, bazen de ekmek makinasından yayılan ve evin her hücresini saran sıcacık bir ekmek kokusudur.

İşte, kimin evine gidersem gideyim bütün bu yazdıklarımı hemen o evin çehresinden hissederim ben. Mutlu bir evlilik mi, çocuklarıyla bağları nasıl, evim evim güzel evim deniliyor mu? O eve bir ruh katılmış mı? Ev ağlıyor mu, gülüyor mu, sahipsiz kalmış gibi boynunu mu büküyor yoksa?

Fheng Shui denilen felsefede eşyaların yeri bile bu düşünce mekanizması ile oluşturulur. Eşyalar cansız varlıklar da olsalar ortak paydamız atomlarla sahiplerinin dilini, ruhunu emer ve geri yansıtırlar.

Hayatımda bir şekilde izleri olanları hatırlamak sözkonusu olduğunda ise bu sefer o insanın evinde yediğim yemekler beni alır taa o kişinin diyarına taşır, geçmişe götürür ya da anılarla birleştirir.

Mesela, poğaça kokusu annemin ilk okuldayken öğlen saati eve geldiğimde yaptığı puaçaları hatırlatır, beni Caddebostanda’ki sobalı odaya götürür, sıcacık sarmalıyıverir. Yine, hakeza papara (bayat ekmek, tereyağ, bol eritme peyniri, domates ile yapılan kahvaltılık) sabahları kahvaltıda sallana sallana içilen çayların yanında Yalova’daki balkona… Salçalı ekmek, akşam üstü çay yanında tv seyrettiğimiz zamanlara…

Mesela bugün, bütün bir günümü yemek yapmaya ayırdım. Evde döneri hazırlayıp dondurucuya attım, kıymalı börek, zeytinyağlı fasulye yaptım. Ve Elmalı Muhallebi…

Bir yandan bunları hazırlarken bir yandan eşimin de tatilde olmasının, kızımı gidip okuldan almasının, hepbirlikte güle oynaya eve dönmelerinin keyfini sürdüm. Hayatımda olan bazı akraba veya insanların “Ufff evde de dur dur, insan tatilden bile sıkılıyor!” dediğini düşündüm ve kendimce onlara acıdım. Aslında, işlerini kendi hayatlarındakilerden, hatta kendilerinden kaçmak için kullandıklarını fark ettim. Evlerinde sıkılmalarının yegane sebebinin o eve bakmak için zaman ve ter akıtmadıklarını gözlemledim.

İnsan kendinden nereye kadar kaçabilir? Emek akıtmadan neyi sevebilir ki? Mutsuzluklarının kaynağını görmenin bilincinde olmadan farklı bahanelere sığınarak ne kadar yaşayabilir? Ya da hayatında stresten arınabileceği, kafasında car car O’ndan şunu bunu istemeyen yegane ortam olan evinden nasıl sıkılabilir?

Halam vefaat ettiğinde O’nun en değer verdiği ve kendi el yazısıyla oradan buradan beğendiği tarifleri derlediği defterciklerini ben almıştım. Hamilelik de etkiliyor tabi ki, normalden biraz daha fazla tatlı krizine giriyorum ve bir süredir elmalı bir muhallebisi vardı yaptığı, tarifini de görmüştüm, deneyeyim dedim. Önce defteri karıştırken içim bir tuhaf oldu, Sevim’in poğaçası, Seval’in böreği…Hep böyle hatırlatmalar koymuş kendince.

Yapımının her aşamasında halamın o kendine göre süsleyip püslediği, soğuk kış günlerinde sıcacık ısınan, camın kenarında demli tavşan kanı, özel harmanladığı çayı yudumladığımız, mutfağında buldum kendimi… Sanki kenardan çıkıp sohbet edecekmişiz gibi yaptım muhallebiyi, elmaları ve çırpılmış yumurta beyazını.

Bir yandan elmaları dilimledim, diğer yandan İstanbul’da finans sektöründe çalışıp da eve dokuzlarda, kapanmış fırının önünden geçip gelirken ayrılmaya karar verdiğimi, bir arkadaşımın “İnsan isterse milyarder olsun, evinin sobasında kestane kızartmadıkça bu hayatın ne zevki var ki? İçine edeyim ben öyle yaşamın!” dediğini hatırladım.

Aynı örneği toplantıda ayrılmak için genel müdür yardımcımıza söylediğimi… Başka departmanda bölüm müdürü olan kadının veda için yanına gittiğimde bana kendi çocuğunun fotoğrafını gösterip “Ben bu çocuğun yürümesini bile kaçırdım, doğru kararı veriyorsun.” dediğini… O zaman evde benim ilgimi, sevgimi, yemeklerimi bekleyen bir evladımın dahi olmadığını… İşlerimin hepsinden ayrılırken beni bırakmamak için verdikleri imkanları… Ona rağmen paraya ve hırsa yenilmeden kendi seçimimi yaşayabilmenin zevkini… Eşimden bu yolda gördüğüm desteği…

Herhalde ölmüşleri ya da henüz hayatta olan ama burada, yanımda olmayanları en şiddetli hatırladığım anlardır şu yemek yapma seansları… Bence, dünyanın en rahatlatıcı yöntemi de aynı zamanda.

Benim kendi dünyamda bir çocuğun eve geldiğinde çeşit çeşit yapılmış yemekler, sıcacık tüten bir ocak, yaşayan bir ev bulması kadar büyük bir lüksü olamaz. Çünkü çocukken kendimi annemin, halamın evinde hep öyle sarmalanmış hissettim ve hayat seçimimi de böyle yapabildiğim için tekrar tekrar şükrettim.

Ve son olarak şöyle düşündüm, insan hayatını nasıl istiyorsa öyle yaşayabiliyor mu?, Boynunu bükmeden seçimlerinin arkasında durabiliyor mu?, Kendi egolarını ve kendini hayatındaki çok değerli varlıklardan daha sonra görebiliyor mu?… Bundan güzeli yok. Çünkü maalesef herşeye dört dörtlük yetilmiyor. Ve seçimlerimiz bizi biz yapıyor. Önemli olan kişilikle, kafayla sağlam durmak. Yalanların ardına sığınmamak…

Reyhan Bull