Benim gibi keyfe keder, içinden geldiği gibi yazanlar için fikirlerini kağıda aktarmak, aynı beste yapmaya ya da bir şiirin mısralarını düşünce boyutundan gerçekliğe dönüştürmeye benzer. Bir anda öyle şeyler gelir ki aklınıza, hemen kağıdınız kaleminiz nerede diye aranmaya odaklanırsınız. Bu, hayatınızın bir kısmı olabileceği gibi, o anda sizi son derece etkileyen bir an da olabilir. Hatta, bazen yalnızca yaşamın kendisi bile başlıbaşına yazılmaya değer.
Günlerdir düşünüyorum ve dün gece geç bir vakitte aklımda yine şu cümle belirdi; “İnsanlar unutmaya müsaittir. ” Hakikaten de, yaşamımız boyunca biriktirdiğimiz her bir resmi gerçekleştiği gün kadar canlı tutabilseydik, beyin her halde o kadar yoğun olurdu ki güne odaklanamazdık. Aslında farkındamısınız bilmem ama hepimizin sistemi, olabileceğinin en üst seviyesinde evrimleşmiş durumdadır. İnsanları hipnoz ettiklerinde bilinç altı her detayı saniyesi saniyesine kaydetmiş bir görüntü çizer ama günlük hayat adı üstünde, ana odaklıdır.
Bugün, sabah kahvaltı yaparken hayatımın detaylarını sıralamaya başladım kendi kendime. Belki de, çocuğumu yetiştirirken bana yol gösteren en yakın duygunun kendi yaşanmışlığım olduğunu hissettiğim için, bilmiyorum. Ufaklığın başına ne gelirse, tepkilerini ya da diğer insanlardan işittiklerimi hep kendi çocukluğumla karşılaştırırım. Empati dedikleri yani. Olaylarda karar verirken kendini o kişinin yerine koyarak düşünebilmek… Bu, bir çocuğu anlamak ve kişinin kendisinin de çocuk olduğunu unutmaması açısından en güzel yöntemlerden biri. Bazı şeyleri öyle olması gerektiği için değil de içinizden geldiği gibi yaparsınız, bu da onlardan biri benim için.
Önce, genç kızlık yıllarımı düşündüm, önceliklerimin ve hayata bakış açımın ne olduğunu hatırlamaya çalıştım. Güzel görünmek, beğendiğim çocuğun beni beğenmesi, anne babamın gözdesi olmak, el üstünde tutulmak, istediklerimin alınması, arkadaşlarımdan hiçbir konuda geri kalmamak… Hayatta ne yapmak istediğimi biliyor muydum? Yanıt; Koskoca bir sıfır! Çoğu zaman umrumda bile olmadığını hatırlıyorum. Günlükler yazılır, o güne uygun müzikler dinlenir, platonik takıldığın erkek arkadaşıma aşk acısı çekilir, kız arkadaşlarla sabahlanılır ve belki sorumluluk duygusu gelişmişse ki benimki hastalık derecesindeydi, ders çalışılır…İşte, şahsım için hayatın ergenliğe girerken ve ilerlerken nelerden ibaret olduğu…Kısacası hayat felsefem; Kanıtlayabileceğin en iyi konuda kendini kanıtla. E, o yaşlarda fiziki olarak pek de dikkate değer olmadığımı düşünecek olursam, geriye bir tek dersler kalıyor. Dersler, aynı zamanda kendimi insanlardan, evdeki olaylardan ve konuşmalardan soyutlamak için bir sebep olarak da görülebilir. Uzun vadede kaçış yöntemlerinin en iyisi, orası ayrı.
Tabi, herkeste olduğu gibi bende de öylece bekleyen yetenekler vardı. Okulda, hepimiz için aynı şey sökonusudur, kabiliyetler o derslere yatkınlık olarak kendini zaten gösterirler ama ne yazık, yetişkinler o kadar kendi dünyalarında yaşarlar ki gençlik çağındaki çocuklarının gelecek planlarını yapmayı pek akıllarına getirmezler. Bütün bunlar yerine annelerin aklında günün yemeği, temizlenecek odalardaki toz seviyesi, arkadaşlarla yapılacak dedikodular…Babaların aklında ise, belki dışarda etkilendikleri başka bir kadının silüeti, evin geçimi ama harcamaların her konuda en az seviyede tutulması gibi planlar vardır. Çocuklar, minimum derecede isteklerle gelmeli, mümkünse bebekken dahi ağlayıp zırlamamalılardır. Yapılacak çocuk sayısı onların gelecek planları değil, dakikalık zevk katsayısına bağlıdır. Korunma mefhumu baba için bir anlam ifade etmez, tamamıyla kadının görevidir vesaire vesaire…
Bu şartlar altında, ben de kendi gençliğimi ya da çocukluğumu düşündüğümde ortak noktaları yakalayabiliyorum. İlk okul beşinci sınıfa giderken annemle babamın ayrıldığını ve annem evden gittikten sonra da aylarca arkadaşlarıma ” Annem ablamlara gitti, dönecek.” diye yalan söylediğimi hatırlıyorum. İnsanların bana bakarak dedikodu yaptıklarını ve fiziksel olarak zayıf görünen bir çocuk olduğum için de iyice acınacak duruma geldiğimi düşündüklerini hissediyordum. Amacım, kendimin ne kadar kuvvetli bir karakter olduğunu kanıtlamaktı, ağlamayacağım, kimseler bana acımasın!
Babam, hayatını kendisi tek başına sürdüremeyeceğini anlayınca ki elinden her türlü iş gelirdi, tekrar evlenmeye karar verdi. Boşanmadan altı ay sonra evde yeni bir bayan vardı. Annem, bu arada kendi hayatını düzene koymaya çalışıyordu. Yani, işin kısacası 28 yıl sonra sil baştan yapmaya çalışan veçocuklarından başka hiçbir ortak noktaları olmayan bu iki insan, aslında kendilerini kurtarmaya uğraşıyorlardı. Her yeni kurulan düzende kayıplar verilir. Bu ilişkide de aynı durum söz konusu oldu ve her iki tarafa da başka insanların dahil edilmesi, kafaları evlatların bulunduğu yakadan bakıldığında iyice karıştırdı.
Ortaokula ilk başladığımızda komşumuzun annesi kızıyla beraber götürmüştü beni de okula, onu hiç unutamam. Babamın nerede olduğunu ya da neden gelmediğini hatırlayamasam da kendimi, yalnızlığın üst seviyelerinde hissetmiştim. Sanırım, o geçiş döneminde de yine babam kendi hayat planlarının peşinden koşturuyordu. Yani, müstakbel yeni eşini bizimle tanıştırma ve ortama uyumlandırma aşamaları yaşanıyordu. Babam evlenmeden önce, korkunç bir şekilde hastalandığımı da hatırlıyorum. Sabah okula gitmek için hazırlandığım sırada öyle bir vurdu ki beni yere hastalık, babamın o an eve yeni bir anne gelirse çocuğuna da daha iyi bakılacağı düşüncesine saplandığı ya da o düşünce vardıysa da pekiştiği an o olabilir diye düşünüyorum.
Bu arada, hayatımdaki herkesi korumak istiyordum. Annem gitmişti ama şiddetli geçimsizlik olduğu için O’na da hak veriyordum kendi aklımca, yani annemi beni terk eden hain kadın olarak görmüyordum. Zaten öyle de olmadı, annem her bulduğu fırsatta benim yanıma geldi, okula gelip bana hediyeler getirdi ve ortaokul, İstanbul Bağdat Caddesi’nde bitene kadar yıllar böyle geçti.
Abim benden 16 yaş büyük olduğu için zaten evini barkını oluşturma aşamasına gelmişti. Askerliği de bitince çoğu zaman yanında olduğum ve beni ne olursa olsun bu karmaşadan çekip çıkardığını düşündüğüm insan da evden ayrıldı. Ailenin en küçüğü, hatta ciddi derecede farkla küçüğü olan ben, evde tek başıma yeni düzenle başbaşa kalmıştım. Bir süre abimle beraber İstanbul’da yaşamaya devam etsek de bu durum çok uzun sürmedi ve O da evlenip, bambaşka bir şehre gitti. Eminim ki, o dönemde evden ayrılıp da kendi düzenini kurabilecek yaşta olan herkes bunu böyle yapardı.
Bu arada, babamın eve getirdiği bir hanımı da vardı ya artık, karşılıklı birbirimizi anlamaya çalışıyorduk. Zaten üvey annelik, kitaplarda anlatıldığı şekilde yaşanır diye bir kural yoktu. Yeni dünya düzeninde, eski klasiklerden fırlamış,herşeyiyle kötü karakterler de pek yaşam alanı bulamazlar diye düşünüyorum. Ancak, arabeskliği olabildiğince dışarda tutmaya da çalışarak şunu söylüyorum; anne baba ayrılığı yaşayan çocuklarda kendini gösteren en baskın duygu yalnızlık…
Ailenin baba tarafında kalan üyeleri, haliyle onları benim annem ve babam değil de birbirleriyle anlaşamayarak ayrılmış kadın ve erkek olarak gördükleri için olaylar, sanki benim kişisel alanımı akbabalar gibi didiklemeye başladı. ” Annen şurda şunu yapmış, baban haklı kızım. ” ” Sen babanı bilmiyorsun, annen böyle dedi diye O’na neler yaptı.”…Bla bla bla denir buna, içi boş konuşma balonları…
Yine o dönemlerde doğruluk payları olmasına rağmen çocuk beyin, olayları ne yazık ki o şekilde algılayamıyor. Belki, ne yazık ki dememiz bile yanlış çünkü çocuğa,yetişkine ya da ergene göre ayrı sınıflandırılmış davranış biçimleri buna bir kanıt. Yani, siz eğer beş yaşındaki bir çocuğa gidip de ergene anlatılacak hayat dersleri sunmaya kalkarsanız makine o noktada kilitlenir, error verir. Dolayısıyla, şu yaşımda gördüğüm resim ile o yaşımdaki algılamalarım birbirinden oldukça farklıydı. Yine de hatırladığım en önemli şeylerden biri, kendime göre bir yargılayışım ve olayları objektif olarak anlama çabamdı. Kafamın içi sürekli düşünce bombardımanıyla dolu olurdu. Yaşımdan çok daha olgun, bilmiş ve hatta şu anki düşünce sistemime yakın formlardı bunlar.
Olaylara kaldığımız yerden devam edelim…Bütün bunlar çevrenizde olurken ne mi hissedersiniz? Çirkin, kabul görmez ve mutsuz…Tam ilk okul beş bitiyor ve ortaokula geçiş dönemi yaşanıyor. Ergenliğin ilk adımları, vücuttaki hormonlar tavan yapmış. Herşeye karşı büyük bir kendini gösterme ve kabul ettirme çabaları başlamış. Babam bu arada, yeni eşiyle yaşamını devam ettirirken, çocuklarına düşkünlüğünü ve her aşamada iki tarafında birbirlerinin çocuklarına karışmaması gerektiği kuralını gündemde tutuyordu. Bazı kurallar konulur ve kuralın işlerliği uygulayıcılar tarafından kontrol edilir. Bu, bizde de aynı şekilde yaşandı.
Annem, tabi ki boşanmadan sonra fiziksel olarak sürekli benim yanımda kalamadığı için gerçekten de belki hayatım boyunca alamayacağım hediyeler geliyordu. İlk çıkan bilgisayar Commodore eve geldiğinde; ” Bizimkilerin boşanması iyi mi oldu ne?!” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Eski evin yeni düzeni yerleşirken sancılar çekildi ve evin havası yeni bir kadınla beraber kökünden de değişti. ” Evi yapan dişi kuştur.” lafı o kadar güzel ki aslında, gerçekten de insan kendi evinin kadını olduğunda bunu anlıyor.
Sonra taşınıldı… Artık annemle babamın bir arada yaşamışlığına dair en önemli mekan da elden gitti. O karmaşada fotoğraflar, mektuplar, eskiye dair ne varsa kurtarıldığı kadar kurtarıldı.
Yaşamımdan öğrendiğim derslerden bir diğeri; ( istisnalar tabi ki hariç ) Hayatta anne ya da babanın, sağlık durumları ve evlilikleri de buna uygunsa, çocuklarına verebilecekleri ile dışardan bir insanın o çocuğa gösterdiği ilgi arasındaki fark. Bu, dediğim gibi eski, klasik hikayelere konu olan üvey anne ve baba tanımlamasından oldukça uzakta yer alan bir durum. Duygusal olarak anne ya da babanın çocuk yaşta yitirilmesi ayrı ve eminim ki sahipsizlik anlamında çok daha ağırdır, o ayrı bir konu.
O zamanlar, bu hislere şimdiki yaşımla verdiğim cevapları ya da adlandırmaları yapamıyor olsam da içimde çok büyük bir öfke biriktirdiğimi düşünüyorum. Çünkü hayatımın kontrolünün başkaları tarafından yapıldığını ve benim kendi seçimim olsa bunların başıma gelmeyeceğini ya da gelmesine izin vermeyeceğim duygusunu hissediyordum.
Ev, yeni gelen şahıs ile yıllardır bize ait olarak benimsediğim mekan arasında gidip geliyordu. Yaşanan mekanın gerçek sahibi kimdir sorusu tüm yalınlığıyla karşımızdaydı. Aile kavramı; ortak olan çocuklara, yine aynı şekilde paylaşılan korkular ve planlar besleyen insanların oluşturduğu bir yapı. Bu dengeler bozulduğu ve herkes birey olarak ortak plandan ziyade kendisinin geleceği ile ilgili planlar yapmaya başladığı an denge alt üst oluyor. Kim suçlu? Hiç kimse değil. Olayların gidişatı ve yaşam sahnesinin bu şekilde değişimi kendini böyle gösteriyor. İşin acıklı olan bir tek kısmı var, o da çocukların maalesef ki tüm bu kaoslar içinde kendilerine bir yer edinememeleri. Çocuklar ne hissediyor? Kısa ve öz şunu; ” Ben, bu eve ait değilim!” İlerleyen yıllardaki durumu bir duygu eksikliği ya da özensizlikle yüzleşmek şeklinde açıklayabiliyorum. O dönemlerde bütün bu aklımdakileri anlatmaya çalıştığımda başarısız olduğumu hatta babamın kendine ait olan o yeni hayatında benim zaman zaman fazlalık olarak algılandığımı da düşünmüyor değilim. Zaten hayatın kendisi çok karışık bir süreç. Yani, formüle edilmesi imkansız. Hakikaten de aynı şartları, aynı ortamda başka insanlara sağla ya da aynı insanın farklı yaşlarında uygula, sonuç değişiyor.
Şartları, kendi açımdan benimle yaşıt iki kardeşin yaşadığı ve çok sıcak bir aile ortamları olduğunu düşündüğüm, hala da sürekli görüştüğüm arkadaşımın evine gitmekle değiştireceğimi umuyordum. Sürekli onlardaydım zaten. Bazen, duymayı istemediğiniz konuşmalardan ve ortamlardan kaçarsınız. Yaşınızla bağlantılı olarak ya saldırıya geçersiniz ya da görünmez olmayı tercih edersiniz. Benim de yaptığım, genelde yaşamımı odamda geçirmek, ergenlik dönemlerinin melankolikliğini bu şekilde geçiştirmek ya da arkadaşımın evine kaçmak oluyordu. Değiştirmek istediğim en önemli şeylerden biri de arkadaş gruplarının en önem kazandığı dönemde doğup büyüdüğüm ortamlardan koparılıp bir kasabaya yerleşmek olmuştu. Bu bile kendi kendine isyanın kabarmasına sebepti zaten. Okuyacağım okulun kalitesi, gideceğim üniversitenin nerede olabileceğinin pek de bir önemi olmadığı gibi üstüne üstlük bu tür konuların gündeme getirilmesi bile; ” Köylerden gelen çocuklar nasıl kazanıyorlar üniversiteyi?!” gibi saçmasapan bir tepkiyle karşılaşıyordu.
Bu ailede benim oynadığım çocuk rolünde; ” Bana da denk gelen bölüm buydu demek…” diyorum içimden. Babamın yeni eşi kendi rolünü bana ve babama karşı o şekilde oynamış olsa da şimdiki şartlarda bambaşka kişilikler sergileyebiliyoruz. Hah! Evet, tam olarak demek istediğim buydu. Demek ki, nedir? Şartlar değiştikçe, insanların birbirlerine olan davranış şekilleri de değişime uğruyor.
Bir kere, hepimiz yaşanmışlığımızı biriktiriyoruz. Yani, unutuyoruz gibi hissetsek ya da düşünsek de yaşananlar bizleri, şimdi olduğumuz insanlara dönüştürüyor ve bu dönüşüm her zaman da var olacak. Şöyle de açıklanabilir belki, sabit hiçbir şey kalmayacak. Hayatımızda önemli olan bir şey, o şansa sahip olduğumuzda ve bizlere muhtaç bir varlık yaşamımıza girdiğinde O’na karşı davranış şeklimiz, ne hissettiğimiz. O insan, yıllar sonra karşımıza bambaşka bir noktada çıkabilir. O’na saygı duyabiliriz, hatta o an için sevebiliriz veya ” İyi ki kendi hayatını kurdu da gitti başımızdan!” diyebiliriz çünkü yine çok isabetli bir söz; “İnsan eti ağırdır.” der.
Aslında içimizde katmanlar var. Öz, yaşanmışlığı biriktiriyor ve kendi kendimize kaldığımızda, bazen aklımıza gelen ve üstad felsefesine uyan cümleleri ortaya çıkarıveriyor. Taaa bebekliğimizden beridir biriktiriyoruz. Günlük hayatta ise etki tepkilere göre yaşıyoruz. O günün getirisi ne oldu? O insan bize nasıl bir şekilde yaklaştı? O noktada geçmişle hesaplaşma yok, yaşananları sürekli resim resim hatırlama yok. An yaşanıp, bir sonraki güne devrediyor. Belki de bu yüzdendir ki, bu tip sıkıntılı dönemlerden geçilse bile kurulan düzgün bir hayat günü ve geri kalanı kurtarma açısından faydalı gibi gözükebiliyor. Ancak yine de bu dinginlik yakalansa bile zaman zaman araya cızırtılar giriveriyor. İşte, belki de onlar geçmişin, unutulduğu zannedilen kısımları.
Yaşamın içine geldiğimiz rollerimizde ise zaman, koşulları değiştiriyor. Anne ile kızı, kız evlenip çocuk doğurunca iki annenin ilişkisine, babayla evladı çocuklar evlenip gidince daha az kontrolcü bir ilişkiye dönüşüveriyor. Bir arkadaşımın kızı da aynı şeyi söylüyormuş benimki gibi; ” Anne ben büyümek istemiyorum!” Ne güzel! Demek ki, çocuklarımıza bizim geçmişte hissettiğimiz gibi isyankarlık ve bir an evvel büyüyüp kendi hayatını kendisi istediği (!) gibi yaşamasıyla ilgili baskıyı oluşturmuyoruz. Anını, o anda yaşayan ve bundan zevk alan bireyler yetiştirebiliyoruz. Onlar ne iseler o şekilde mutlular. Değişmek, büyümek ve paçalarını bir an evvel o mekandan sıyırmak uğruna, yaşlarının getirdiği bir sürü güzelliği kaçırmayacaklar. Tabi, bunu da ancak kendimiz mutlu olabildiğimiz zaman yapabiliyoruz. Eşimiz bizi, biz de eşimizi sevdiğimizde…
Geldiğimiz şu aşamada gördüğümüz bir şey var; Hepimizin hayatı yazsa roman olur. Ve herbirimiz olayları başkasının gözünden değil kendi gözümüzden, başkasının yüreğiyle değil kendi yüreğimiz ile hissederiz. Tüm metafizik kitaplarda ve din kitaplarının ana felsefesinde ” Affedip, unutmak.” vardır. Başka bir bakış açısı da “Allah’a bırakmak.” Allah’a havale ettim deriz. Sürekli o tatsız yaşanmışlıklarla yoğunlaşmak istemeyiz.
Hakikaten de yıllar arkada kalıp, genç ve güçlü babanız karşınıza tonton bir dede şeklinde çıktığında, üvey anneniz babanızla anlaşamadığı için size dert yanmaya başladığında, kollarınızın altında size benzeyen ve incitmekten deli gibi korktuğunuz bir can olduğunda, anneniz çocuk sevmediği için kendi torunundan da bunaldığında, bambaşka bir siz olduğunuzu görürsünüz. O çocukluğunuz ne oldu? Size küçücük bir yavruyken söylenilenler, üstünüzde kurulan disiplin ve ” Benim hayatım böyle, sen okul bitirip kendi hayatını kurduğunda kendi istediğin gibi yaşarsın.” lar nereye gitti? Artık herkes bir sevgi yumağıyla sarılı, değil mi? Günün koşullarında yıllar boyunca sürekli sizin yanınızda olanlarla kişilik olarak ne kadar uzak olduğunuzu anladığınızda artık koskocaman insanlar oldunuz. Anne, babalara dönüştünüz, öyle değil mi?
Bütün bu anlatılanlardan aslında kısa ve öz bir sonuç çıktı. Hayatta belki yaşanan geçmiş sürekli konuşulmasa, üstünde durulmasa da unutulan bir şey yok. Şartları iyiye çevirmek ya da olumsuzluklardan kaçayım diye batağa saplanmak var. Karşınıza çıkan ve ana baba rolü oynayan insanlar bunu bilinçli olarak ” Bakim, şu çocuğu gerçek hayata hazırlarken böyle de bir testten geçireyim.” diye irdelemiyorlar olayları. Hatta, benim söylediğim bir şey var, bize sürekli empoze edilenin aksine, annelerin de babaların da ancak kendi kişilikleri izin verdiği ölçüde bu rollere adapte olabilecekleri inancındayım. Yani, hiçbir anne çocuk doğurduğu andan itibaren meleklik mertebesine yükselemediği gibi babalar da öyle.
Hepimiz, hem birilerinin evlatları hem de başka birilerinin annesi ve babasıyız. Dolayısıyla, çocuk olduğumuzu hiç unutmadan yaklaşmalıyız çocuklarımıza. Bu şartlar altında da herkesi kendi hayat çemberi içinde, kendi vicdanıyla başbaşa kalmaya davet etmeliyiz. Yapabileceğimiz ancak bununla sınırlı. Değiştirebileceğimiz tek şey çocuklarımızın hayatıysa, o zaman onlara yatırım yapmalıyız çünkü onları çok seviyor ve korumayı istiyoruz. Artık hayatımızın beraberce gerideki kısmına değil, gelecekteki kısmına bakmalıyız. Çocuklarımızın kişiliklerine ince bir kelebeğe yaklaşır gibi yaklaşmalı, o narin varlıkları belli bir süre bize bağımlı oldukları için ezip unufak hakkını kendimizde bulmamalıyız.
Geçmişte yaşananlara mı ne oldu? Bir kısmı şimdilerde görüldü ve anlaşıldı. Zaman çare oldu bir yerde. Bir kısmının farkında bile değiller, varsın olsun! ” Bir daha dünyaya gelsem yine aynı şeyi yapardım!” demedikten sonra arpa boyu bile olsa, yol katedilmiş demektir. Geriye kalan yaşlılık dönemleri geçmişte yapılan hataları temizlemek için bir arınma dönemidir belki de, kim bilir? Gerisi…Allah’a havale edin ve unutun. Bu fikirleri uygulayabiliyor muyum peki? İşte, işin orasını ben de bilmiyorum…