Güneş batıyor… Sahile kırmızı ışıkları vurmuş… Çöle göre ılık bir hava… Kadın, ayağında terlikler, üstünde kara çarşafıyla kayanın tepesine çıkmış günün batışını izliyor. Bir deli rüzgar esiyor ama rüzgarın hükmettiği kadının ne saçları, ne de kapatması gerekecek eteği…Kadın hala denize bakıyor…

Düşüncelere sansür vurulabilir mi ya da hayatı boyunca insan, yalnız kadın olduğu için cezalandırılabilinir mi?

 

Kadın kocasını düşünüyor. Kocasını severek veya arkadaşlık ederek almadı hayatına. Okula giderken dahi erkekleri akrabalar dışında pek de göremedi çevresinde. Akrabaların içinde ise bu sıkıştırılmışlık, bu birbirinden kaçmak öyle boyutlara gelmişti ki bazen amcasının oğlu O’na talep gösterebilir ya da daha da kötüsü yaşanabilirdi. “Allah korusun!” dedi içinden, belki de bir anda dışından söyledi diye şöyle bir çevresine de bakındı.

Sonra Allah’ın koruyup korumadığını sorguladı, bunu yaparken bile rahatsız oldu; ” Tövbe tövbe, bu da akla gelecek soru mu şimdi? ” Babası Allah korusun diye kızlarını kapatmıştı. Zaten toplumda bunun aksi düşünülemezdi. Abisi Allah korusun diye kız kardeşinin neyi yapıp, neyi yapmayacağına karar vermişti. Hatta, kocasını seçerken bile en iyi arkadaşlarından birini önermişti. Ancak, ailenin pek fazla dışarıya karışmaması için abisinin arkadaşına vermemişlerdi kadını. Kadın susmuştu, ” Allah korusun! ” demişti içinden, yine ya karşısına çok daha beter bir adam çıksaydı?

Kocası iyi bir adamdı, O’na göre tabi. Ortalamalara uyan bir adamdı işte. Aileden gelen servet zaten onlara ömürleri boyunca yeterdi. Kadın, kocasıyla ilk beraber olduğunda ürkek bir ceylanı andırıyordu. Zaten makbulü de oydu. Kadının el sürülmemişi, öpülüp koklanmamışı mübahtı.

Erkek, hele de böyle konularda hiç sevmezdi başkalarıyla yarıştırıldığı duygusunu. Anneleri, babaları zaten erkek olarak doğma ayrıcalığını O’na tatttırmışlardı. Biraz büyümeye başladığında altına aldığı son model arabalarla hayatının en güzel zamanlarını geçirmiş, gittiği yerlerde kadına kıza doymuştu ne de olsa. İçkiler de, görünmeden arkadaşlarla içilen sonra hiç yaşanmamış gibi davranılan şeylerdi hayatında. Bu hayat böyleydi. Yaparsın, edersin ama hiç yapmamış gibi de yaşar gidersin. Alan razı satan razı… Sonra gün gelip de evlenme konuları açılmaya başlayınca, amca kızı önerildi gence.

Kız amcaoğluyla beraber büyümüştü zaten. Birbirlerine yemeğe gidip gelirler, tatillerde buluşurlardı. Aslında alternatifsizlik bu gençleri hep birbirlerine mahkum kılmıştı da denilebilir rahatlıkla. Birlikteliğin amacı her iki aile tarafından bilinip, kararlar zaten verildiği için bu yalnızca sembolik bir buluşmaydı. Kızın içi yandı. O’na karşı ne hissettiğini bilmeden kendini evliliğin içinde buluverdi.

Okumak ve gelecek karanlık olduğu için belli bir noktada takılı kalırdı hayatlarında. Ne olacak yani? Okusa çıkıp da eve para mı getirecek düşüncesi ağır basardı hep. Hele hele okula gidip de ailelerden uzaklaşmak, kontrolün bir şekilde zayıflaması demek olduğu için, yalnızca kızlar ilerde doğacak çocuklarına derslerinde yardımcı olabilecek kadar öğrenip, gerisini Allah’a bırakırlardı. Hayatlarında; ” Ben iki tane çocuk istiyorum ya da hiç çocuk yapmayıp dünyayı dolaşacağım, gazeteci olmaya karar verdim” gibi bir alternatifleri de olmadığı için, o konu da yine Allah’ın taktirine bırakılmıştı. Hamile kaldığı zamanı hatırladı, ilk bebeğini gözünde canlandırdı. “İşte demişti, benim yaşam amacım buymuş!” ve hamile kalmaya devam etti.

Beş tane çocuğu sıralandı gözünde… Yardımcıları vardı, temizlikçisi, yemek yapan yardımcısı… Ama evinden ne gürültü eksik oluyordu, ne de gelen gideni… Kendisi için çocuktan başka ne yaptığını sordu? Çocukları kendisi için mi yoksa ailesini ve kocasını tatmin için mi yapmıştı? Kocası ise yaptığı çocuk kadar erkekliğini kanıtlarken, karısının kafasını ne kadar bebekle meşgul ederse o kadar özgürlüğüne kavuştuğunu mu fark etmişti? Kimbilir… Bütün bunların bir doğruluk payı vardır elbet, belki hepsinden vardı bu çocuklarda…Evet evet kesinlikle vardı. Birden çocuğu yapmayı istediği için, tamam zamanı geldi ben hazır hissediyorum diye değil de öyle olması gerektiği için hamile kaldığını da anladı. Herşey ne kadar da acılıydı; hamile kalma eylemi, bilinmezler zinciri, o dönem korkularla ve büyük bir utangaçlıkla atlatılır, ardından karın büyümeye başlar, kusulur bir ara, sonra da çocuk doğar…

Bu şartlar altında hamile kaldığında doğurmak zorunda olduğunu bildiği için beş çocuktan sonra doğum kontrol yöntemlerini denemeye karar vermişti. Kocasıyla birlikte değil tabi, gizlice… Çünkü artık doğurmak istemiyordu. Kocası bunu duysa kim bilir neler yapardı? Bu tip olaylara müdahale etmek bir şekilde işin doğasına ve Allah’ın verdiğine hakaret etmekti bir yerde. Para vardı, pul vardı. “Ama ya benim isteklerim? Ben neredeyim bu hayatta?” diye sordu kadın kendine. Rüzgara doğru kendini verip atlamak istedi suya ama yapamadı. Ayakları ters giderken sürüye sürüye terliklerini ailesinin yanına seyirtti.

Yukardaki hikaye burada bitti gibi gözükse de dünya üstündeki bir çok ülkede bu döngü sürekli yaşanıyor. Düşünün ki, dünyaya geldiğiniz andan itibaren hiç bir amacınız olmasın. Sizler yalnızca kocalarınızın yanında bir destek güçsünüz. Üstelik koca seçimi bile sizin elinizde değil, hayatınızı geçireceğiniz insanlar en fazla başkaları tarafından önerilen küçücük bir liste. Sizin bireysel olarak hiçbir idealiniz yok. İdeal, toplum tarafından hazırlanmış bir şekilde sunuluyor çünkü. Tıpkı çocukluğunuzda oynadığınız Barbie ya da Fulla (O zamanlar yoktu şimdi var) bebekler gibi, zaten küçücükken kafanızda belli prototipler vardı. Siz kimsiniz, tarif eder misiniz? Şu anda ev hanımlığı tercih edilmiş olsa bile bu sizlerin seçimidir. Ama bir de zorunlu olarak evin kadını olmak dışında hiçbir görevi almaya hak kazanamamış olsanız? Ya da belki, iyi şartlar altında gelişme gösterip de belli sektörlerde yalnızca kadınların olduğu yerde çalışmaya başladınız, ama biliyorsunuz ki içinde yaşadığınız hayat kocaman bir hapishanedir, daha ötesi değil…

Kadın olmak aslında hiç de az değil. Kadınların elindeki güç mitolojik kahramanların doğmasına, Anadolu’nun ana sıfatı almasına sebep olmuş. Sonraları din motiflerinin hepsinde aslında kadına karşı bir korku öğesi yerleştirilmiş. Her şeyden önce şunu bilmekte fayda var kadın yalnızca ana olmak üzere yaratılmış bir varlık değil. Kadın insan türünün iki cinsiyetinden biri. Düşünebilen, üretebilen ve iki ayağı üzerinde kendi adına kararlarını alabilen bir varlık. Bazen insan beyni öyle bir çalışır ve yıkanır ki, cennet ananın ayakları altındadır sözü tüm düşünce mekanizmasının kadına verdiği değeri yansıtır gibi görünür. Burada değer kadına değil, kadının doğurganlığına verilmiş bir payedir. Ana olmayan kadın ne olacak diye sormak bile gelmez akıllara.

Olaya ve düşünce sistemlerine herşeyden önce insan bazlı yaklaşmak lazım. Dünya üstünde tüm düşünce sistemleri ki buna din de dahildir, kadın ve erkeği, siyah ve beyazı, ırklar ve hatta Allah’a ulaşan yollar arası farkları ortaya koyarsa, o düşünce sisteminde sorgulanması gereken noktalar ortaya çıkar. Eğer Allah’tan bahsediyorsak ve yaradan sıfatını veriyorsak Allah’a, o zamandır ki anaların hepsi bilir, doğurduğu çocuklar arasında nasıl bir ayırıma gidilemezse, yaradılanların arasındaki her türlü ayırım da akla ve mantığa aykırı gelir.

Erkek kadının üstünde hakimiyet kurdukça, kadın eğitimden, geleceğinden, aldığı kararlardan, bedeninden, kısacası varoluşundan vazgeçmek zorunda bırakılmakta. Destur beyler!!!!! Biz kadınların arasında yüzücü olarak öne çıkmayı isteyenler olabileceği gibi, eskrimci, taksi şoförü, asker, buz patencisi, dağcı ve diğerleriyle kendini kanıtlamak isteyen belki milyonlarca kadın vardır. Bu kararı kim vermelidir? Bayanlar yerine beyler mi? Hiç sanmıyorum…

Dünya üstünde çok büyük sorunlar var. Açlık, enerji kaynaklarının tüketimi, eğitimin ne kadar at gözlükleriyle ve ezberciliğe dayalı yapıldığı… Bu liste uzar gider ve sizi temin ederiz ki biz Türk kadınlarının, siz beylerin sistem kurması veya yıkma çabalarının yanında durması ve düşünmesini gerektirecek de çok sebep var. Önce, kadınların hepsi kendi adlarına konuşma, kendi haklarını savunma, eğitimlerini alma ve gelecek hayatlarında gerekiyorsa Hotanto’ya gidip, oradaki çocuklara yardım etme hakkını kullanırken kimseye sormama yetisini de kullanabilmelidirler.

Dünya üstündeki her insanın kendi kararlarını kendisinin alma yetisidir bu. Din adına, Allah adına hiç kimsenin bu hakları Türk kadının elinden almaya gücü yetemez. Türkiye’de laiklik ve din eğilimli iki taraf birbirlerine karşı sanki düşmanmış izlenimi yaratılmaya çalışılsa da, bu konu üzerinde polemikler yapılsa da, laiklik Allah’a inanan ya da inanmayan herkesin ama herkesin inançlarını özgür bir şekilde ifade etmesine olanak sağlayan tek sistemdir. Bir ülkede halkın çoğunlukla müslüman olması başka şeydir, hükümetin ve devletin herhangi bir dini esas alarak kanunlarını ve çizgisini o noktaya kaydırmak istemesi ayrı bir konudur.

Ve sizi temin ederim beyler, kadının elinden bu hakların alınmaya çalışılması (ki bu Cumhuriyet’in, Türkiye’nin ilk ve tek olma özelliğini de tepetaklak eder) tekrar bir kurtuluş savaşının başlaması demektir. Türk kadınları olarak bizlerin adına kimsenin karar almasına, alınan kararların uygulanmasına izin vermiyoruz. Nasıl ki bir ülke başkasının ülke topraklarına girerken o ülkenin insanları kendi yurtlarını savunurlar, kendi varoluşlarının yokedilmesine izin vermezler, aynı şekilde kadınlar da kendilerine Türkiye sınırları içinde tanınan haklarını ve hukuklarını savunurken aynı duyguları paylaşmaktadırlar. Türkiye’de her kadının bunu söyleyebildiği bir ortamda bilemiyorum kimler rahatsızlık hissedecektir? Kendine öz güveni olmayan, hayatının her alanında ömrünü paylaştığı kadını ve çocuğunu ezmekten tatmin olan bir erkek mi, yoksa hayatın tüm zorluklarını aşarken yanında arkadaşı, eşi ve çocuğu olan bir centilmen mi? Bu tip sistemler bana hep kendine güveni olmayan erkeği hatırlatıyor. Yapılanın sebebi benim egom değil de, Allah’ın kanununa dönüşünce bütün çarklar maalesef sıkışıp, kırılma noktasına geliyor böyle.

Eminim ki, Türkiye’de yaşayan erkek de karşısında bir sürü kadını geri planda bırakacak kurallar zincirinden ziyade, kadını yanına alacak planları tercih edecektir. Yani umarım öyle olur. Aksi durumda Türk kadınının bu kısacık hikayeyi birkaç kez okuyup, gelecekte kızı olduğunda O’nun hayatına adapte etmesi gerekecektir. Bu hikaye sizde ne etki yapıyor?

Bu yazımı bitirirken, hakimiyeti kayıtsız şartsız Türk toplumuna armağan eden, Türk’ü Türk yapan, erkekle kadını farklı medreselerden toplayıp, bir ortamda okumalarını sağlayan Atatürk’e şükranlarımı sunuyorum. Çünkü ben de denize bakan o kadınlardan biri olabilirdim. Ben de, bir “hiç kimse” olabilirdim. Türkiye’deki tüm kadınları bir “hiç kimse” olmamaya davet ediyorum. Herkes kendisi olsun, farklarıyla, çeşitlilikleriyle ve düşünceleriyle…

Unutmayalım ki, hayattaki en büyük armağan kendimiz olabilmektir. Eğer, bu kadar aynı olmamız istenseydi, dünya üzerinde ne ırklar olurdu, ne farklı dinler, ne de farklı bakış açıları… En sağlıklı olan farklılıkların bir potada erimesi değil, birbirlerinin özgürlüklerini çiğnemeden aynı potayı paylaşabilmeleridir. Dolayısıyla, bu farklara sevgiyle bakabilenler daima “Benim gibi olacaksın ve senin adına kararları ben alırım.” diyenlerin karşısında duracaklardır. Dünya üstündeki her birey yalnızca ve yalnızca kendinden sorumludur. İnancıyla, inançsızlığıyla, yaşamıyla, seçimiyle kimsenin diğeri üstünde bir üstünlüğü ya da karar verme hakkı olamaz ve olmayacaktır.

Ben, kendim olmanın sorumluluğunu yüzde yüz üstleniyorum diyebilmenin onuruna, kendimden başkasının seçimlerine müdahale edemeyeceğimin garantisine sadık bir insanım ve herkese de kendi özgürlüğüm adına bu noktada durmalarını tavsiye ediyorum.

Reyhan Bull