90’lar ve öncesindeki filmleri, dizileri bugünün kafasıyla izlediğinizde, kafanızda şöyle bir sorunun oluşması oldukça normal: “ya hu bu insanlar birbirlerini nasıl beğenmiş?”

Porselen dişler, kontürlü kaşlar, son moda jeans’ler yok. Kadınlarda süper bir düzlük mevcut. Flört anlamında yapıcılık yok. Erkeklerde yerlere akan bir karizma, çekici sakallar, ince jestler yok. Aksine, bir didişme, bir çekişme, bundan doğan bir yakınlaşma ve kanıksama, bu zıtlığın ardında duran sade güzelliğe vurulma var.

Bu insanlar evliya mıydılar? Nereden geliyor bu insanın maskesine tahammül ve anlamak için gösterilen sabır?

Zaman ve mekân kavramı, bugünkü hayatımızı anlayabilmemiz için çok kritik kavramlar. Onları iyi anlamamız, analiz etmemiz, kazandırdıklarını ve kaybettirdiklerini net görebilmemiz gerekiyor.

Keza duygudurumlarımız büyük ölçüde onlara göre şekilleniyor.

Eğer, zaman ve mekânı bir kare olarak düşünürsek, yukarıdan aşağı zaman, soldan sağa mekân olursa, içinde bulunduğumuz platformu inceleyecek, sindirecek, kavrayacak kadar vaktimiz var demektir.  Tabi bu durum, çoğu zaman gerçekleşmez. Burada neredeyse mükemmel bir dengeden bahsediyoruz.

Genelde birinden biri belli bir oranda daha azdır insanın hayatında deneyimlediği olaylarda. Yaz aşkı gibi mesela. Mekân geniş olabilir, ama zaman azdır. O zaman bir şeyleri kaçırıyoruz gibi. Tersi de mümkündür; yirmi kişilik, belli bir konseptte işler yapan ve kendini geliştirmeyen bir iş yerinde on sene çalıştığımızı farz edelim. Mekân küçük, zaman çok fazla. Böyle de sıkılma ihtimali var.

İşte bu sebeple, hayatımızda yaşadığımız her şeyin nasıl bir zaman ve mekânda gerçekleşmekte olduğu önemli. Dahası, bizim nasıl bir yapıda olduğumuz da.
Bugün, tüketilecek, incelenecek, görülecek şey, yapılacak iş çok, zaman az. Mekânda çok fazla şey var çünkü. Yani devasa bir avm’ye girip, içeride yalnızca bir saat kalma iznimiz var gibi bir şey.  Ne kadarını, ne kadar iyi analiz edebiliriz avm’deki ürünlerin? Böyle bir durumda ya acil ihtiyaçta olan şeyleri alıp çıkarız ya da gözümüze en parlak gözüken, en büyük, reklamı en çok yapılan şeyleri.  Mesela tadımı yaptırılan, denemesi mümkün olan, tester ürünü olan şeyleri.
İşte bugün, sosyal hayatımızda da, mekân geniş, çok fazla insan var değerlendirilecek- çünkü hemen herkese sürekli sosyal medya yani internetle de bağlıyız, eskisi gibi onları mekânlarında bırakamıyoruz-  ama zamanımız çok az.  İşte o zaman tahammül ve sabır azalır.
Bu sebeple, en parlayan, ya da bize göre en çok lazım şeye sahip, hele de tester’ı da mevcut insanlara çekiliyoruz.  Tester nedir sosyal ilişkilerde? Açık, bol malzemeli sosyal hesaplara sahip insanlardır.
Sonuç olarak, şimdi görseldeki Z alanını daraltın, M alanını uzatın, otoban gibi olacak kalan alan.
İşte yolda, hızlı trenlerle bir yerlere gitmeye çalışan insanların, samimi ilişkiler kurma çabası, o otobana sıkışmış durumda bugün.
Oysa insan bir nesne değildir. Elinize alıp, iki çevirip, kullanım klavuzunu da okuyup, satın alıp eve götürüp odanızda kuramazsınız. İnsan komplike, karmaşık bir canlıdır, iyi kötü bir çok özelliği içinde barındırır, hayatın her anıyla gelişir, değişir, dönüşür.  Onu, tek bakışla, on dakika inceleme ile tanıyamaz bilemeyiz. Böyle olabileceğini sanmanın bize getireceği en büyük eksi ise, samimiyetsizliktir.
Samimiyetsizlik bizi tüketir.
Samimiyetsizlik, yalnızlık demektir. Kendimizi reklam eder dururuz bu sistemde, ama asla içimizi dökemeyiz. Kimsenin de bize dökemediği gibi. Hep güzel yanımızı göstermeye çalışırız, kusurları bastırırız, bu bizi hasta eder, başkalarını da ettiği gibi.
Dahası, reklamın iyisi kötüsü de olmaz. Sadece iyi değil, kötü şeylerin de reklamı döner, hatta daha çok döner, bir de buna bakarız dünyanın ne kötü bir yer haline geldiğini düşünür korkarız, eziyet, vahşet videolarının hızla yayılıp, herkesi ürküttüğü gibi.
Peki, ne yapacağız?
Çok basit bir şeyi hatırlayacağız.
Artan şey sadece ürünler. Evet, artık markette elli çeşit reçel var. Ama bu, reçeli bağlıyor, insanları değil.
İnsanlar, hala aynılar, taktıkları renkli maskelerin altında. Hala sevilmeyi, hala beğenilmeyi, hala güven duymayı, hala bir işe yaramayı, evrende yerlerini bulmayı istiyorlar. Aynı bizim gibi.

Mekân ve ürün genişledi sandığımız için zamanı da dar kabul ediyoruz, oysa kafalarımızı bir an sosyal medyadan kaldırsak, çevremizde yani iş yerimizde, okulumuzda, mahallemizde hala bir avuç insanın olduğunu görürüz.
10-15 senelik deneyimin ardından, çok fazla insan ihtimalinin, çok fazla insan etmediğini, artık hepimiz biliyoruz. Sosyal Medya kalabalığının, konser kalabalığı gibi olduğunu, aslında herkesin sahneye verilecek son youtube videosuna baktığını, kimsenin sağı soluyla pek de işinin olmadığını biliyoruz. Konserde gürültü ve dans arasında kaç kişi en yakın dostunu, biricik aşkını bulmuştur şimdiye dek? Tam da şarkı çalarken? Grup sahnedeyken?
O şarkı artık hiç susmuyor. Hiç bitmeyen bir konser gibi sosyal mecra.
Artık başımızın şiştiğinin farkındayız.
Ve belki de, en doğrusu, konserin karmaşasından uzaklaşıp, biraz kafa dinlemek. Reel çevremizde kimler var, asıl onlara odaklanmak.
Orada zaman hala yavaş akıyor, mekân hala kontrol edebileceğimiz, tanıyabileceğimiz, tahammül ve sabır gösterebileceğimiz kadar insanla dolu.
Bir kafeye gidip, saatlerce oturup, kanlı canlı insanları izlemek bile, samimiyet adına bize, günlerce sosyal medyada geçecek vakitten daha fazlasını kazandırır.
Sokağa çıkmanın, doğal akışı yakalamanın vakti sizce de artık gelmedi mi?

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,