‘Geber’ dedi bana, bağırdı avaz avaz, huyu kuruyasıca! Ne hindir o, ne kurnazdır. Yılan bile korkar kaçar o baban olacak adamdan. ‘Geber!’ diye bağırdı bana, düşünebiliyor musun? Yaşlı başlı kadınım, kayınvalidesiyim. Ne saygı kalmış bunlarda ne de başka bir şey. O anası yok mu o anası… Neler kuruyorlar kim bilir içlerinden. Hepsi ölmemi istiyor, biliyorum. Gece gündüz bunun için uğraşıyorlar. Yaşıyor muyum diye evime telefon ediyorlar, açıyorum telefonu, ses veren yok. Ben biliyorum ama, arayan ya o halan olacak basiretsiz, ya da babaannen olacak cadaloz. Kültürsüz, görgüsüzler! Nasıl hata ettim de verdim kızımı bu maymunlara? Ah bir bilseydim kızım başımıza gelecekleri! O baban olacak nankör de nasıl kurnaz nasıl kurnaz!… Buldu tabi gül gibi kızcağızı, Gül’ümü… Saf, güzel, eğitimli, zengin…. Hiç bırakır mı! Çeldi aklını evladımın. Sülük gibi dadandılar başımıza otuz senedir. Neler çektirdiler bize, ah bir ben bilirim, bir ben bilirim! O kocakarı çok üzdü kızımı, ‘Anne diyeceksin bana!’ diye üstüne geldi evladımın. Hiç söylenir mi öyle şey! İçinden gelmiyorsa nasıl desin? Hem ben onun anasıyım, yıllardır hiçbir şeyimi sakınmadım, neler çektim, neler yaptım evladım için. Ölümümü bekliyorlar ama yok! Ölmeyeceğim işte. Büyü de yapsınlar, arkamdan da konuşsunlar, o dangalak babanı da doldursunlar; ölmeyeceğim ben! Onlar bulsun belalarını, burunlarından fitil fitil gelsin yaptıkları inşallah!”
“Anneanne…”
“Anneannem. Bak duy, bil diye söylüyorum bunları. Duy da unutma bu babanın ailesinin nasıl mahluklar olduklarını. Tabi babanı sevme demiyorum, o senin babandır, orası ayrı. Ama o babannen, o halan yok mu! ‘O karı…’ demiş bana bir defasında, Recai dayımın oğlu duyduydu da anlattıydı. Evvel sonra, baban da ne diller dökmüştü annen için. ‘Gül ile evlenmek istiyorum’ dediydi de, demiştik biz ‘Kızımız yemek, bilmez iş bilmez.’ diye. O da ‘İşten geldiğimde kapıyı açsın bana yeter.’ dediydi. Bak sen! Lafı duyuyor musun kızım, nasıl da iş yapıyor ağzı. Sonra bize yaptıklarını bir bir yüzüne vuracağım ama. Ah evladım aah! Gül’üm böyle değildi eskiden. Baban onu sinirli, sabırsız yaptı. Çok değişti yavrum. Görüyorsun değil mi her gelişinde bana nasıl bağırıp çağırıyor?”
“Elde mi anneanne bağırıp çağırmamak? Durmadan kırk yıl öncesinin hikayelerini anlatıyorsun. ‘Yok şöyle yaptılar da böyle dediler de…’ Ben bunları duymak istemiyorum, hem…”
“Ne demek istemiyorum? Duyacaksın da kimlerle akraba olduğunu bileceksin kızım. Sen bizi sevmiyor musun?”
“Seviyorum da bu çok farklı bir şey, sen bana sürekli anti propaganda yapıyorsun ve bir kere iki kere yapsan neyse, yıllardır ne zaman iki kelime etmeye kalksak başlıyorsun babamdan, halamdan, büyüden, sözden, kavgadan, zarttan, zurttan. Kaç yıllık hikayeler bunlar, nasıl unutmuyorsun şaşıyorum valla!”
“A a a aaa! Çok ayıp ediyorsun evladım. Ben sana yalan söylemiyorum ki! Sana olmuş olanı anlatıyorum. Hem ben…”
“Sen bana yalan söylüyorsun demedim. Olmuş olanı bilmem kaçıncı kez anlatıyorsun, artık hepsini ezbere biliyorum. Babaannem babamı arayıp ne demiş, sana ne söylemiş, babam nasıl bağırıp çağırmış hepsini biliyorum. Bıktım hepsinden anlıyor musun bıktım yani!”
“Ne demek bıktım evladım! Sen nasıl bir çocuksun. Ben bu koca evde yıllardır yapayalnızım. Anlatacak kimsem yok, arada bir geldiğinizde sizinle konuşuyorum da kabahat mi oluyor?”
“Anneanne… Güzel şeylerden konuşamaz mıyız ama? Hep mi babam, hep mi geçmiş? Hem ne demek ‘arada bir geldiğinizde’ falan? ‘Sen de gel’ diyoruz, gelmiyorsun hiç.”
“Gelmem ben babanın olduğu yere. Hep baban, hep geçmiş tabii. Duy da feyz al. ‘Geber!’ diye bağırdıydı bana, sonra da kapıyı çarpıp gitti. Konuşmadım aylarca, sonra annene de bir sürü laflar etmiş. Babannen de babanı arayıp iyice kışkırtmış. Ne demiş biliyor musun? ‘Oğlum, bu insanlar…’ “
“Ben gidiyorum, yeter.”
İşte böyledir 80’lik küçük kadın, evhamlı anneanne Nermin Hanım. Evhamlı olduğu kadar gevezedir de. Tatlı bir gevezelik de denemez hem buna. Birkaç dilim börek götürmek için üst kata çıktığımda -ki apartman dairemizin birkaç kat üstünde onun dairesi vardı- oradan hemen ayrılmak isterim. Geldiğim anda, alakasız bir konuyu ya anneme, ya bana, ya da en popüleri olan “Baba tarafımın iğrençlikleri” konusuna bağlar, susmaz hiç Nermin Hanım. Durmadan konuşur o ince, şakır şakır sesiyle. Konuşurken bir yandan da etrafta dolanır, temizliğe veya yemek pişirmeye benzeyen şeylerle uğraşır. Boyu 1.50’yi geçmez herhalde. O da şişman bir serçeyi andırır. Ama en tatlı görünümlü serçe bile sizi bezdirebilirdi kendinden. Tesadüfen gelen yanlış aramalar hep halamlara aittir çünkü. Kaybolan bir çatal, temizlikçi kadının suçu olmalıdır. Ben alkol kokuyorumdur sürekli, annem de kesin akıl hastasıdır. Babam bir tilkidir ve babaannemin şeytaniliğini tanımlamaya sözcükler yetmez! Herkes aldatır, herkes yalancıdır, hepsi O’na kötülük yapmak ister, hepsi O’ndan çekinir ve O bunların hepsinin farkındadır Allah’a şükür.
Tek bir iyilik var mıydı anneannemin dünyasında?
Onun evinde o eski koltuklara oturmuş, loş salonda bir şeyler okumaya çalışırken, o yine mutfaktan çınlayan sesiyle babamın son falsosuna dair yorumlar yapıp olayları 20 yıl önceki bir diyaloğa ait sözcüklerle bağlamakla meşgulken; ben de içimin daraldığını, nefesimin kesildiğini hissederim. Kafamı kaldırıp etrafıma bakınırım. Yarısı erimiş uzun yeşil mumlar ve gümüşten, antika şamdanlar vardı koyu kahverengi sandalyelerle çevrelenmiş yemek masasının üzerinde. Duvarlar beyazdır ve koca koca çerçeveler vardır bu duvarlarda. En büyüklerinden biri Hac zamanında çekilmiş bir Kabe fotoğrafı tarafından işgal edilmiştir. Onun yanında dedemin asker üniforması içinde, madalyaları ve silahları ile yapılmış bir resmi, sağda çapraz bir şekilde asılmış iki kılıç, kılıçların da yanında Atatürk’ün siyah beyaz, etkileyici bir portresi duruyordur. Anneannemi anlatır bu ev. Dantel örtüler, fotoğraflar, dualar… Ama her şey eskidir bu evde. Sadece televizyonu açmak sizi bulunduğunuz tarihe geri döndürür ama ben bunu yapmak istediğimden emin olamam çoğu zaman. Günümüze dönmek istemediğimden değil de, saçma sapan programları izlemeye, geçmişte tıkılıp kalmaya yeğ tuttuğumdan.
“Aman kızım, zaman çok kötü. Çıkmayın diyorum size bu saatlerde sokağa, her yer suç, her yer karışık. Aman evladım! Bak yüreğim ağzıma geliyor, dualar okuyorum her gece sağl salim eve gelesin diye. Dışarısı ne durumda bilmiyor musun sen? Haberlerde her gün neler söylüyorlar duymuyor musun?”
“Duyuyorum anneanne…”
“Daha bugün bir kızı kaçırmışlar, bir de otobüs devrilmiş. Aman evladım tek başına dolaşma, otobüse dolmuşa binme.”
“Neye bineyim anneanne?”
“Binme evladım hiçbir şeye. Gezmesen ölür müsün?”
“Anneanne, hiç gezmeyecek miyim? Hadi onu geçtim, üniversiteye bilmem nereye nasıl gideyim?”
“İşte gerekli olunca çık diyorum ben de sana. Zaman kötü evladım. Çok kötü! Sen gençsin daha, bilmiyorsun ama haberlerde neler gösteriyorlar bir bilsen! Hep yatmadan okuyorum sana, annene. Baban için bile okuyorum, sağlıklı olsun da çalışsın, Allah size iyi günler nasip etsin diye. Aman evladım dikkatli olun! Annen sinirlerine hakim olsun, bir gün kötü bir şey gelecek başına. Nasıl korkuyorum bir bilsen! O benim tek evladım, yavrum, canım. Üzülmesini ister miyim hiç? Ha söyle, bir ana evladını üzmek ister mi? Ama o gelip bana bağırıyor. Ağzımı açıyorum, bir şey diyecek oluyorum, hoop ‘Anne yeter!’ diyor. Ne diyorum ki ben? ‘Beni delirteceksin, beni öldüreceksin…’ diye bağırıyor avaz avaz. Niye öldüreyim evladım ben seni? Sen söyle yavrum annene, o beni anlamıyor. Soğuttular evladımı anasından. Kahrolasıcalar! Anneni de hasta ettiler. Ah yavrum benim, aaah yavrum beniiim..”
Ne diyeyim ki, bilmiyorum. Uzun yıllık tecrübelerim sonucu, anneanneme en iyi dayanma yönteminin, konuştuklarını dinlememek ve o konuşurken ilgimi başka şeylere odaklamak olduğunu öğrendim ama. 20-30 saniyede bir “Aaa!”, “Yaaa?” ve “Haklısın.” gibisinden kalıplar da kullanıldığında gerçekten etkili sonuç veriyor. Annem, annnem…. Bazen ona acıyordum. Onun sorumluğu benimkinden kat kat fazlaydı. Anneannemi her şeye rağmen çok fazla önemsiyor ve onunla devamlı ilgileniyor. Her gün evini ziyaret edip birkaç saat oturmak, alışverişlerini yapmak, onu doktora, deniz manzaralı kafelere ve orduevlerine akşam yemeklerine götürmek de bunların içinde. Ben anneannemin konuşmasına yarım saat bile katlanamazken o nasıl bunu başarıyordu?
Başaramadığını biliyorum. Üst kattan eve geri geldiğinde bazen suratı allak bullak olmuş olur. Hemen bir baş ağrısı ilacı alırdı ve üfleyip püfleyerek oturma odasına gider annem. “Bıktım, bezdim…” diye de söylenir. Bazen aldırmam, bazen de yanına gider, anneannemin bu defa neler anlattığını sorarım. Her defasında da yaklaşık 20-30 yıllık bir geçmişe sahip olaylara dair arkeolojik kazılar peşindedir anneannem. Durmadan, dinlenmeden. Bir kez olsun bile empati yapmadan. Haklılığından, kalbinden şüphe etmeden… Konuşur, konuşur, konuşur, onun konuşmaktan nefesi bile kesilmezken, dinleyeni soluksuz bırakır ve kaçırır.
Biz kaçıp gideriz, ama o kaçamaz herhalde hiçbir yere. Yapayalnız yaşadığı “eski” kokan evinde, gözleme yapar bize. Çok lezzetli olur gözlemeleri. Mantı yaptığında ise zevkten baygınlık geçirebilirsiniz. Ancak yaşlandıkça hamur hamur olmaya başladı mantıkları. Bir şey demiyoruz tabi. O susmuyor ama. “Bu yaşlı halimle bakın size neler yaptım…”
“Yapmasaydın anne.” diyor annem ama o devam ediyor aynı ritüele. Sıkıntıdan olabilir hem bu yemek-hamur işi yapma arzusu. Ne var ki hayatında garip kadın programları, sinir bozucu haber programları, namaz, annem ve benden başka? Gözleri iyice bozulduğu için gazete kitap da okuyamıyor, örgü de öremiyor artık. Annem ne de güzel anlatırdı üniversite yıllarında anneannemin ördüğü güzelim kazaklarla elalemin ağzını açık bırakışını. Ama artık geçti hepsi. Ne kaldı anneannemin elinde? Ne kaldı, geçmişinden başka?
Televizyon sehpasının hemen yanında, her an ayakta durmaktan vazgeçip kendini dantel örtülerin üzerine bırakıverecekmiş gibi görünen kahverengi bir çerçevenin içinde bir fotoğraf var. Siyah saçlı, hafiften kepçe kulaklı, güzel gülüşlü, ince yüzlü bir genç bu resimdeki. İşte bu geçmişin ta kendisi. Belki anneannemin en büyük kırılma noktasının sebebi, dikkatsizliğinin ve gençliğinin bedelini bir trafik kazası ile, canı ile ödeyen, anasına bunu yıllardır ödeten, 20’li yaşlarında bir genç erkek; dayım. O gittikten çok sonra geldiğim, hiç göremediğim… Hüsnü… Geçmiş eski püslü, kahverengi bir çerçevenin içinde. Siyah beyaz. Gülümsüyor. Habersiz geleceğinden.
Yanda da bir nikah resmi var, annemle babama ait. Annemin upuzun siyah saçları, beyaz teni, bebek bebek bakan gözleri, hep komiğime giden sırıtışı; ve 30 yaşında kırlaşmış saçları, mavi subay üniformasıyla babam. Bu resmin yanında da ben duruyorum, başka bir çerçevede. 7 yaşındayım. İlkokula mı ne başlıyorum. Ben bile geçmişten bakıyorum bu eve. Ailenin en genci, çok beklenen, 12 yıl gecikme ile dünyaya gelen, sonra da 7 buçuk aylıkken dışarı çıkan ben bile eski bir resme sahibim bu evde. Dayımın resmine tekrar bakıyorum, ama gözlerim kısılıyor birden. Işık çok sarı, zor nefes alıyorum. Boğuluyor muyum neyim.
“Sonra halanla baban buluşmuşlar pastanede. Halanın derdi başka tabi. Aaaaa o ses ne kızım? Hasta mı oldun sen? Niye öksürüyorsun? Ben demedim mi sana o kalçalarını gösteren pantalonlardan giyme diye. Aaah ah, sizi üşüttürmek için böyle şeyler yapıyorlar. Şu modanın gözü kor olsun! Bak nasıl öksürüyorsun! Ben demedim mi kızım sana daha geçen gün hasta olacaksın diye?”
“Anneanne ondan değil, bir şey kaçtı sanırım boğazıma.”
“A aaaaa, hemen sırtına vurayım kızım. Aman de!”
“Tamam gerek yok, geçti.”
“Aman kızım dikkat et. Geçenlerde izledim televizyonda, bu yıl…”
Gözlerimi kapıyorum. Gözlerim görmeyince kulaklarım da duymaz belki diye. Ama nafile. Bu sefer ses çok yakında. Hem dinlememeye konsantre olunca insan, elinde olmadan dinliyor. Zihni boşaltmaya çalışıp hiçbir şey düşünmemeye uğraşırken insanın aklına binbir türlü şey gelmesi gibi. Devekuşlarının gözleri beyinlerinden daha büyükmüş mesela. Ya da bunun gibi bir şey.
Bu değerli bilgiyi anneanneme söylesem ne der acaba? Büyük bir ihtimalle belli belirsiz bir “Hı…” sesi çıkarıp anlattıklarına kaldığı yerden devam eder. Bazen konular daha da ağırlaşır. Benimle ilgili endişeleri, annemle ilgili düşünceleri, babamla ilgili gerçekler, babaannemle ilgili bedbahtlıklar, son 30 yılın ve annemle babamın evliliğinin detaylarıyla ve haberlerdeki türlü türlü felaketler de bitince, anneannemin gözleri sulanır. Sesinin rengi bambaşka olur. Zaten minicik olan gözleri kısılır, ince dudakları büzülür. “Hüsnü’m…” der.
İşte o zaman ona karşı beslediğim bütün kızgınlıkları; yeni yakılmış, ancak yetişilmesi gereken bir iş yüzünden yarım kalan bir sigara gibi söndürürüm. Evinde tek başına kaldığında, kocasını kaybetmiş bir kadın ne düşünür? Evinde bir başına kaldığında, oğlunu, Hüsnü’sünü kaybetmiş bir kadın ne düşünür?
Daha fazlasını da kaybetmekten korkar belki. Ölesiye titrer sahip olduklarının, geriye kalanların üzerine. Abartıya kaçar belki; yarı paranoyak, yarı takıntılı olur. Susmaz belki. İçindeki tortulaşmış acıyı ancak konuşarak bastırıyor olabilir mi? Nefes bile almadan konuşarak, etrafındakilerin yaşam enerjisini emerek, torununu, kızını yorarak, karıştırarak, bulamaç yaparak?…
Beni bulamaca çevirse de, kimi zaman iyi bile anlaşıyoruz. Bana eski zamanları anlatıyor. Genç kızlığını; soylu annesini, anneannesini, dedemle tanışma hikayelerini.. İlkokul zamanlarından bahsediyor bazen. Sınıfın kapısı açılıyor; içeri birkaç adam, bir Sivas Kangalı ve sarışın, çok yakışıklı, çok şık bir bey giriyor. Gelen Atatürk! Kahverengi, yakası kürklü bir pardösü var üzerinde. Göz alıyor. Sınıfın öğretmeni par topar ayaklanıyor. Mustafa Kemal tek tek inceliyor çocukları. Gözleri anneannemin üzerinde duraklıyor bir an. “Siz kalkın güzel genç hanım. Söyleyin bana hayat nedir?” diyor. Anneannemin dudakları kilitleniyor. Bir şeyler kekelemeye çalışıyor, ancak ona bakan bu masmavi gözler onu büyülemiş gibi. Atatürk bu karşısındaki, gerçekten o! A-ta-türk! O kadar heyecanlı ki, aklı bomboş, kalbi gümbür gümbür; cevap veremiyor. Bugünlerde sadece yemek yerken ve uyurken konuşamayan Nermin Hanım, o gün sus pus oluyor.
“Gidiyor musun kızım?” Gitmeliyim, çünkü babam hakkında durmadan konuşmaya başladık yine. Ve ben bu konuşmalardan nefret ediyorum.
“Evet anneanne. Gel öpeyim. Oy oy oy ne şirinmiş bu yanaklar!” Nermin Hanım, nam-ı diğer anneanne, yarım yarım gülüyor. Çekingen. Eskilerden kalma bir alışkanlıkla sevgisini belli edemiyor. Kaygı ve tembih, onun sevgisini belli etme araçları.
“Aman kızım ayağını boşa atma. Yavaş in!”
“Nereye yavaş ineyim anneanne? Asansöre biniyorum, hız kumandası mı var bunun?”
10’uncu kattan giriş katına doğru iniyorum. Yavaş yavaş. Sevgisini açık açık gösteremese de, zaman zaman farklı şekillerde anlatmaya çalışan bu küçük kadını düşünüyorum. Bir asansör uzakta olsa da, onu ne kadar az görmeye gittiğimi, doğrularıma inanmamasını, hayallerini, kurmacalarını, komplo teorilerini, izlediği ve çarpıtıp yansıttığı haberleri, dedikodularını, geçmişi yeniden yeniden hortlatmalarını, annemi ve beni çileden çıkarışlarını düşünüyorum. Bulamaç oldu içim dışım. Portakal, erik, içli köfte ve şeker yedim yukarıda. Eskilerin adeti ya ikram, ikram… Bir şeyler sunmak. Böreğini sunmak, nefretini kusmak, gücümü öldürmek, sabrımı bitirmek… Ne hissediyorum, ne hissetmem gerek, bilmiyorum. Böyle zamanlarda bir suçluluk duygusu kaplıyor içimi. O zaman da 19 yıl önce yaşanmış bir olay geliyor aklıma, anneannemin bir keresinde anlattığı ve unutmadığım: “Annenle baban tam 12 yıldır evliydi kızım, ama çocuk mocuk yok ortada. Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, arkadaşları ikinciye üçüncüye hamile, ama bunlarda tık yok. Çok istiyorlar tabi, ben de istiyorum. İstemez miyim 3. kez kucağımda sallamayı bir bebeği? Ama olmuyordu işte. Hüsnü’m gitmişti zaten, ardından da dedenin kalbi de dayanamadı. Kaldım bir başıma. Bir gece Hüsnü’yü gördüm rüyamda. Karşımda duruyor, bana bakıyor masum masum, o upuzun kirpikleriyle canım oğlum. Ağlamaya başladım ben. Hüsnü gördü ağladığımı, yaklaştı bana, elini yanağıma koydu. Daha beter ağlıyorum ben de. Ben uyanmadan hemen önce gözlerime bakıp ne dedi bana? ‘Ağlama annecim, ağlama. Geliyorum yakında, yeniden kucağında oturacağım.’”
Bu rüyadan birkaç gün sonra da annem hamile olduğunu öğrenmiş. Yedi buçuk ay sonra, 31 Aralık sabahı da doğmuşum işte. Anneannesine yarım saat bile tahammül edemeyen ben.
Asansörden iniyorum, eve giriyorum. Anında telefon çalmaya başlıyor.
“Alo?”
“Geldin mi yavrum?”
“Gelmemiş olsam benle konuşuyor olmazdın herhalde?” Bunu yapmayı seviyorum.
“Hah tamam, kazasız belasız. Asansörlerde bile neler oluyor biliyor musun sen? Hem apartman kalabalık. Mafyası mı iti mi kopuğu mu, kim oturuyor belli değil evladım.”
“Evet, evet. Hadi iyi geceler anneanne.”
“Sana da evladım.”
Telefonu o kapatana kadar bekliyorum. Fondan televizyonun sesleri geliyor. Ana haber bülteninin birinde bir spiker konuşuyor. Bu defa iyice uzun sürdü ahizeyi yerine koyması Nermin Hanım’ın. Gözlemeleri hala çok lezzetli ama, hareketleri gittikçe daha da yavaşlıyor. Oysa, daha birkaç yıl öncesine kadar- bir saniye, geçmişe mi gidiyorum ben?