En sevdiğim bayram Yılbaşı Bayramıdır!

Biliyorsunuzdur; eski SSCB zamanında hiçbir dinsel öğe hayatımızda yoktu. Dini bayramlar da yoktu. Noel’in varlığını ve anlamını bilmezdik. Yılbaşı’nın da bir şekilde Hıristiyanlıkla bağlantılı olduğunu az kimse bilirdi. Tüm yılbaşı süs ve aksesuarları geniş bir şekilde kullanılırdı, ama bayramın anlamı tamamen yeni yılın güzel bir şekilde coşku, bereket ve mutlulukla karşılamak ve tüm yılın öyle devam etmesi temennileri üzerine kurgulanmıştı.

Noel Baba da yoktu! Onu bilmezdik. Yerine ‘DED MOROZ’ vardı, yani ‘BUZ DEDE’. Uzak ve soğuk bir yerden geliyordu, ama asla yalnız değildi. Yanındaki torunu ile gelirdi! Bu güzel küçük kızın ismi de ‘SNEGUROSHKA’ idi. ‘KAR’DAN YAPILMIŞ’ anlamına gelir.

DED MOROZ beyaz-kırmızı giyerdi, SNEGUROSHKA ise beyaz-maviydi…

Küçüklüğümün Yılbaşı bayramı mutlaka çam, mandalina ve limon kokusu ile birlikte gelirdi. Hayatımın ilk senelerinde plastik, yapay çam ağaçları yoktu. Maalesef bayram için milyonlarca ağaç kesilirdi, ama daha bilinçli aileler (biz dahil) ağaçları saksı ile satın alırdı. Böylece, ağacın ömrü hiç olmazsa uzatılabilirdi. Evin içinde duran canlı ağaç kokusu inanılmaz etkileyicidir; sizi çam ormanlarının benzersiz atmosferine alıp götürür.

Mandalina ve limon kokusu ise şu sebeple yılbaşı ile bağlantılı geliyor: narenciye Rusya’da genellikle büyük bir lükstü, marketlerde normal günlerde bulunmazdı. Sadece Yılbaşı bayramı öncesinde birkaç gün boyunca tüm Rusya’da satılıyordu. Bu kokular en sevilen bayram ile bilinçaltında birleştiği için kendimi çok şanslı hissediyorum. Mesela Türkiye’de herkes mandalina ya da limonu tamamen sıradan bir yemiş gibi yerken ruh halinde hiçbir değişiklik hissetmiyor, oysa ki ben bu kokuları algılar algılamaz psikolojik ve ruhsal inanılmaz bir yükselme, büyük bir mutluluk yaşıyorum. İstisnasız!.. Biliyorsunuz, kokular insan hayatında çok önemli rol oynar ve özellikle bazı kokular tüm hayat boyunca bize eşlik ederek, duygularımızı ve düşüncelerimizi şekillendirmede etkin role sahip oluyor.

Yılbaşı bayramının verdiği harika duygular sadece o gün yaşanmazdı. Yaklaşık bir ay öncesinde başlardı. Bu bir ‘BAYRAMI BEKLEME BAYRAMI!’ idi. Yaşadığınız şehirdeki yuvanızda, okulda, işyerlerinde, kültür ve sanat saraylarında, fabrikalarda; kısacası tüm yaşam ve iş alanlarında aralık ayına yayılmış bir kutlama programı vardı. Tüm ay boyunca insanlar birbirilerini kendi iş yerlerine davet ederlerdi. Buna ‘YOLKA’ denirdi. Yolka çam ağacı demektir. Yani insanlar birbirilerini çam ağaçlarına davet ediyordu. Her ‘yolka’ çok renkli ve kendine özgü sürprizlerle doluydu. Önceden hazırlanan kültür-sanat programları, hediyeler bu kutlamaları çok özel kılardı. Herkes kendi yeteneği olan alanda o gün gösteri yapardı; mesela iş yerinin genel müdürü ve temizlikçi teyze aynı sahneye çıkıp, sanatsal yeteneklerini sergileyebiliyordu. O anda herkes yanındaki insanları başka bir yönüyle tanıma fırsatı buluyordu. Bu arada Yolka’ lar genellikle gündüz yapılırdı ve Yolka yapan işyerinde o gün tatil demekti.

Gidilen her bir ‘yolka’da özellikle çocuklar tarafından beklenen hediye paketleri vardı. Bunların içeriği genellikle: 1-2 mandalina, 1-2 limon, kabuklu ceviz, çok lezzetli çikolatalar ve küçük oyuncaklar olurdu. Bu kadar! Ama bu paketlerden çıkanlar o kadar sihirliydi ki!

Yolka davetlerinin bir özelliği de genellikle içki içilmezdi, herkes çok düzgün ve “ayık”tı! Annem ve babam kesinlikle alkol almazdı ki, bu SSCB standartlarına göre bir “uzaylı” vakası idi. Ailemde içkiye alışık olmadığım için, ben içkili ve ortalığı dağıtan insanları sevmezdim, hatta çok çekinirdim. Yolka kutlamaları bu anlamda oldukça düzgün ve hoştu. İçki tüketimi hastalık derecesinde olan bu ülkede Yılbaşı gecesinde maalesef doruğa ulaşılırdı ve saat gece 2-3’ten sonra sokaklar pek güvenli değildi. Bu durum, SSCB’deki Yılbaşı Bayramı’nın tek olumsuz yanıdır.

Sofralarda olacak menü yine haftalar öncesinde heyecanla hazırlanıyordu. Hindi gibi bir gelenek asla yoktu. Herkes şartlarına göre en bol, tam anlamıyla masadan dökülecek kadar çok yemek hazırlamaya çalışıyordu, çünkü o gecenin ne şekilde geçeceği her açıdan önemli idi. Tüm yılın kaderini o anda oluşturduklarına inanan insanlar; yemekte, giyside, davranışlarında en iyisini yapmaya çalışıyordu. O geceye asla borçlar bırakılmazdı, ne olursa olsun ödenirdi. Yılbaşı sofrasına Çin takvimine göre gelecek yılın hayvanı öğrenilip, o hayvanın oyuncağı konurdu. Ayrıca yine aynı takvimin uğurlu rengine göre giyinmeye çalışılırdı.

Televizyon mutlaka açıktı ve tüm SSCB Moskova meydanındaki Büyük Kule’de bulunan Büyük Saat’ ın oniki kez vurmasını bekliyordu. Sonra herkes coşku ile birbirilerini kutlayıp öperdi.

Bu arada Yılbaşı sofrasının vazgeçilmezini sizlerle paylaşmak istiyorum: Türkiye’de Rus ya da Amerikan salatası denilen salata! Ancak oradaki ismi Fransız Salatası, ya da ‘Olivie’! Ve bu salatanın kökenleri, Napoleon Bonaparte’ın Rusya’ya ordusuyla geldiği ve oradaki buz gibi ortamda mahsur kaldığı zamanlara dayanıyor. Napoleon ellerindeki kalan son malzemelerle aşçılara bir yemek hazırlama emrini verince ortaya bu salata çıkıyor. Sonra tarifi bir şekilde Ruslara geçiyor. Ama bu hikayenin içinden tek anlayamadığım konu, bu salatanın birden bire nasıl Amerikan salatası olduğu?!..

Son olarak bir de özel bir anımı anlatmak isterim. Ben doğduğumdan itibaren bizim evimizdeki Yolka’nın altında bir DED MOROZ vardı. Onun elinde yeşil bir oyuncak torbası vardı. Her yıl bayram sabahında yastığımın altında 1-2 hediye bulurdum ve onların bir şekilde DED MOROZ’un o yeşil torbasından çıktığına inanırdım, kimseye de öyle düşündüğümü söylemediğim için tersine bir fikir de kimseden gelmezdi. 5-6 yaşıma kadar bu böyle sürdü. Kendi çapımda bir araştırma yapmaya çalışırdım: sihirli oyuncak sabahları öncesi her yıl yeşil torbanın ipiyle sımsıkı bağlı ağzından parmağımı sokup, oyuncakların oraya nasıl sığdığını anlamaya çalışırdım. Ancak torbanın ağzı çok sıkı bağlıydı ve sorularıma cevap bulamıyordum. Sonunda bir Yılbaşı öncesi bir karar verdim. Nasılsa DED MOROZ ertesi gün bana bu oyuncakları verecekti: Ne olurdu, ben onları önceden kendim alsaydım?… Elime bir makas aldım ve torbanın ağzını bağlayan ipi kestim. Bir de ne göreyim?: Pamuk, evet sadece pamuk, ne oyuncak ne de başka bir şey!… Bu inanılmaz bir şok ve hayal kırıklığı idi. Uzun süre sessizlik içinde oturduğumu hatırlıyorum: hiçbir şey yapmak istemiyordum. Adeta donmuştum. Bir illüzyonun nasıl yıkılabileceğini sert bir şekilde tecrübe etmiş oldum.

O anda yaşadığım hüznü, Yılbaşı getirdiği heyecan ve mutlulukla, yine de alıp götürmüştü, yerini kahkaha, eğlence ve mutluluğa bırakarak…

SSCB artık olmadığı gibi, sanırım eski Yılbaşı kutlamalarının ruhu da yavaş yavaş yok oluyor. Naif, sade ve samimi duygu paylaşımlarının yerini korkarım ki değişmiş düzenin öğeleri doldurmuş. Sosyal eşitsizlik ortamında eskisi gibi dolu, coşkulu ve çocukça paylaşım artık olamaz. Ama yıne de o eski kahramanlar hala hayatta: Yolka, Ded Moroz ve Snegurochka yeni düzene ayak uydurmaya çalışıyor!

Hayat böyledir!

Anjelika Akbar

400’den fazla senfonik ve oda orkestrası, şan, koro, enstrümantal ve etnik-klasik gruplar için bestesi bulunan Anjelika Akbar Kazakistan’da, müzisyen ve filozof bir baba ile yine müzisyen bir anneye sahip olarak dünyaya geldi. Belki de hayata ve çevresindeki her şeye sadece müzikal açıdan değil felsefi açıdan bakmasının bir nedeni de genleri... Anjelika Akbar’ın, 1999 yılında kendi prelütlerinden oluşan ilk albümü “Su” çıktı. Aynı yıl Can Dündar’ın “Köy Enstitüleri’’ adlı belgeselinin müziklerini besteledi. 2002 yılınında çıkan Vivaldi’nin “Dört Mevsim” keman konçertolarının dünyada ilk kez solo piyano uyarlaması, Sony Music International etiketiyle çıktı ve Sony Classical kataloğuna girerek, bu katalogdaki ilk Türk Klasik Müzik albümü oldu. Yine 2002 yılında Rana Erkan ve Zara ile çalıştığı, “bir’den Bir’e” isimli albümünü çıkardı. Anjelika Akbar evli ve 2 çocuk annesidir.