Bu teknolojileri üretirken, yaşadığımız dünyayı yok ettik; yarattığımız teknolojilerin esiri haline geldik ve o teknolojiler de bizden hep “daha”sını talep etti. Daha fazla para, daha fazla petrol, daha fazla enerji, daha fazla hammadde… Hep “daha fazla”. Teknolojimizin talepleri uğruna sadece doğamızı değil, birbirimizi de yok ettik. Petrol uğruna milyonlar öldü, insanlar birbirine kırdırıldı, acılar ve gözyaşları sel oldu, ama bunların hiçbir ifadesi yoktu. Çünkü tanrılar kurbanlar istiyorlardı ve biz de onlara kendimizi çoktan adamıştık. Ruhlarımız mı, onlar zaten geride kalmıştı.
Kontrolsüz biçimde aşırı çoğalan nüfusumuza yetsin diye, milyarlarca hayvanı mezbahalarda katlettik, yiyeceklerimizin yapısını bozduk; evlerimiz için yok ettiğimiz doğa yeterli gelmedi, bir de üstüne yılda bir ay gitmek için koylarda körfezlerde apartmanlar diktik, orada yaşayan diğer varlıkları hiçbir zaman düşünmeden. Zaten dünya insanlar için yaratılmıştı, hayvanlar bizim yiyeceğimiz, tüm doğa sahip olduğumuz evimizdi. Parselleyip parselleyip satabilir ve onun üzerinde hak iddia edebilirdik ve herhangi bir itiraz karşınızda silahlı güçlerimiz vardı insanlık tarihi boyunca bizleri haklı çıkaran, iddialarımıza destek olan. Acımasızca kıydık, yok ettik, öldürdük, yaraladık, işkence ettik… Yoketmek ve talepkar tanrılarımıza adaklar sunmak için elimizden ne geliyorsa yaptık. Durmamıştık, durmayacağız, taa ki son ağaç kesilene, son balık ölene kadar….
Sonra birileri çıktı geldi. Teknoloji, yaratmak için de kullanılabilir, bakın size bir örnek dedi ve insanlık tarihinin en güzel filmlerinden birini çekti. “Hayalgücünü” kullandı ve yeni baştan bir dünya yarattı. “Yeah, adam bilimkurgunun dibine vurmuş adamım, helal olsun” dedik sinemadan çıkışta. Ama o filmi izleyenler arasında içi sızlayıp, konuşamayanlar vardı; Na’viler’i izlerken ve Pandora’yı gezerken aslında hiç de fantezi bir gezegeni izlemediklerini gören… Kızılderililer, Aborjinler veya diğer “ilkel” kabileleri anan… Dünya’daki yağmur ormanlarını hatırlayan… Hani o dev alışveriş merkezlerimizin duvarlarındaki istatistik sayaçlarında, “Dünya’da şu anda şu kadar kilometrekare yağmur ormanı yokoldu” diye yazarken başımızı bir saniye çevirip “hadi ya” dedikten sonra, en yakın dükkana doğru koşa koşa ilerlediğimiz zaman hatırladığımız yağmur ormanları. Hani “Avatar”da insanlar ağaçlara dozerlerle dalarken onlara kızdığımız, ama sonrasında “film olm ya“ deyip rahatladığımız zaman; o dakikalarda türdaşlarımızın yok ettiği ormanlar. Tabii aynı türdaşlarımız, “vahşiler” dedikleri “ilkel” kabileleri zamanında hepten yok ettikleri için artık gündemimizde değil o konu. Ayrıca etini giga-hiper-ultramarketten, “kapalı, hijyenik ambalaj”la satın alan insanoğlunun da, vurduğu geyiğe kendisiyle yaşamı paylaştığı ve canını sunduğu için şükreden bir kızılderiliyi anlamasına imkan yok. Tıpkı filmde mecburiyetten öldürdüğü varlıklardan özür dileyen Na’vi gibi…
Ben “Avatar”da fantezi bir dünya izlemedim, ben kendi yaşadığım dünyayı ve türdaşlarımı gördüm. Evet, filmde insanlardan nefret ettim ve insanlığımdan utandım. Ama aynı insanoğlunun böyle bir film yapabildiğini de görünce nasıl bir dualite evreninde yaşadığımızı tekrar andım. “Mona Lisa”yı da yapan aynı insanoğluydu, 2. Dünya Savaşı’nı da. Ruhumuzu dinlendiren müzikleri de besteleyen bizlerdik, sokakta sırtında gitarla yürüyen kızın ağzını kapatıp, ona tecavüz edip öldüren de. Atom enerjisini de, atom bombasını da yaratan bizlerdik. Yaratmak ve yıkmak… Yapmak ve bozmak… Doğurmak ve öldürmek… Yaşatmak ve yok etmek… Üretmek ve tüketmek… Dinginlik ve saldırganlık… İyilik ve kötülük… Daha buraya yazabileceğimiz yüzlerce ikilem. İşte Dünya adı verilen gezegende yaşayan insanoğlunun portresi ve bu portrenin güzelliğini ve çirkinliğini tek bir şey belirliyor: O geride kalan ruhlarımız…
Çok yakında insanlık olarak hepten frene basacağımız zamanlar yaklaşıyor gibi görünüyor. Ama bu fren çok sağlıklı olacağa da hiç benzemiyor hani. Son sürat giderken, yaşanacak muhtemel olaylar bizlerin frene asılmasına yol açacak, ama son sürat giden araçta da frenlere asılmanın sonuçlarını hepimiz biliyoruz. İşte bu noktada her birimizin birey olarak, şu anda yapabileceğimiz bir şey var: Kendi içsel frenlerimize asılmak. Kendimizi durdurmak. Durdurmak ki ruhlarımız yetişebilsin.
Peki nasıl mı yapacağız bunu? Size varolan teknolojiyi kullanmayın, her şeyi bırakın, doğaya dönün demiyorum. Böylesi biraz fantezi olur. Önce içsel olarak bir durun ve kendinizi dinleyin. Bırakın hayat yanınızdan akıp gitsin, siz sadece durun ve hiçbirşey yapmayın. Bu işinizi bırakın da ortalardan yokolun anlamına da gelmiyor. Yapmanız gerekenleri yapın ama kendinizi akışa kaptırmayın, durun ve gözleyin sadece. İzleyin. Yaşadığınız hayatı, soluduğunuz havayı, üzerinde yürüdüğünüz dünyayı, çevrenizdeki insanları izleyin ve gözleyin. Yavaş yavaş dinginleşmeye başladığınızda, aslında yaşamınızın değişmeye başladığınızı göreceksiniz. Bakın size teknikler, taktikler, çalışmalar önermiyorum, sadece içsel freninize basın diyorum, tıpkı bir dağ yolunda arabanızla yol alırken bir an durmanız ve etrafı izlemeniz gibi. Arabanızın gürültüsü sustuğunda ortalık nasıl sessizdir değil mi? İşte yaşamınızda da bunu yapabilirsiniz. Bunu yapabildiğinizde de yıkıcılığınızdan eser kalmaz, sadece bu dünyaya nasıl katkıda bulunabilirim diye düşünür ve üretmeye başlarsınız. Ürettikleriniz insanların ruhlarına dokunur ve onlar da bir şeyleri tetikler. Sonrasında mı… Ne kadar çok insan frene basmışsa o kadar az hasarla atlatırız önümüzdeki dönemi, ayrıca siz içinizde durmuşsanız, insanlık ne kadar sert fren yaparsa yapsın en az şekilde etkilenirsiniz. Çünkü siz artık o demir attan inmiş ve gerçek bir ata binip, son sürat ilerleyenleri izler hale gelmişsinizdir.
İçinizdeki frene şu anda basabilmeniz dileğiyle. Teşekkürler James Cameron, bizlere sürekli tekrarlanan bir mesajı, bir de en sevdiğimiz oyuncağımız, teknolojimizle hatırlattığın için…