Geçen yaz bir sabah, araştırmamın ortalarında, eski bir meslektaş ve arkadaş ofisimin kapısında belirdi.
“Babamın ciddi bir sorunu var,” dedi. “Kendisinde değil.”
Geçtiğimiz yıllarda arkadaşımın babasıyla vakit geçirmiş olduğumdan Parkinson hastalığıyla 20 yıldır verdiği savaşın farkındaydım. Hastalık, zamanla bu başarılı avukatın ve ondan önce atletin becerilerini aşındırmıştı. Ve hastalık kötüye doğru ani bir dönüş yaptığımda arkadaşımın yüzündeki şaşkınlık ve acı dolu bakışı daha önce de birçok kez görmüştüm. Ancak bu kez farklı bir şeyler vardı.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordum. “Parkinson mu yine?”
“Gibi,” dedi. “Bir şekilde ilaçları etkisini yitirdi. Çok tuhaf şeyler yapmaya başladı. Geçen gece geç saatlerde kardeşim onu ön bahçede elinde su tabancasıyla dururken buldu. Kendini, evi yağmacılardan koruduğuna inandırmıştı”
“Omaha’da mı?”
Üzüntüsünü ufak bir gülümseme bir an için bozdu. “Evet. Ve kardeşim onu bulduğunda tek söylediği ‘Geç bile kaldın. Desteğe ihtiyacım var’ olmuş.”
“Şimdi nasıl?” diye sordum.
“Onu hastaneye götürdüler ve nerede yanlış olduğunu tespit edebilmek için izleme altına aldılar. Onu gözetim altında tutmak zorundalar sürekli, çünkü ne zaman hemşire odadan ayrılsa bundan faydalanmaya çalışıyor.” Bir an için duraksadı. “Çok hassas bir durum. Nasıl olur da çok iyi tanıdığını sandığın biri beyindeki bazı kimyasalların değişimi yüzünden bu kadar dramatik bir değişime uğrayabiliyor? Bu kim olduğumuzla ilgili neyi gösteriyor bize?”
Beyin kimyası ve şuur arasındaki ilişkiden kaçmak zor. Nörobiyologlar ruh hallerimizin ve motivasyonlarımızın altında yatan en güçlü nörokimyasallarla ilgili anlayışımızı derinleştirdikçe; adrenalin, endorfin, dopamin, seotonin gibi sözcükler anadilimize yerleşti. Ve zamanını bu alanda çalışarak geçirenler için, insan davranışını kimyasal anlamda düşünmemek çok zorlaştı. 2004’te yayınlanan Mind Wide Open: Your Brain and the Neuroscience of Everyday Life (Zihin Sonuna Kadar Açık: Beyniniz ve Günlük Hayatın Sinirbilimi) adlı kitabında gazeteci Steven Johnson hakim görüşü şöyle özetliyor: “Kişiliklerimiz – bizi eşsiz kılan mevcudiyetler – kimyasal salgı şablonlarından çıkıyor. Her ne kadar bu görüşün arkasındaki geniş güven arkadaşımın babası gibi vakaları gözlemlemekten kaynaklansa da ani bir kimyasal dengesizliğin büyük psikolojik rahatsızlıklara yol açabildiği bir yerde bundan daha fazlası çok büyük pozitif dönüşümlerden elde edildi. 1950’lerdeki psikofarmoloji devriminden beri, psikiyatrisiler psikozun en berbat semptomlarını bile yok eden Thorazine’in güçlerini keşfettikleri zaman, aklın kimyasal mühendisliğine giden yolculuk başlamıştı. Tabi ki, kimyasal şuurun iyi yönlerine olan mahkumiyetimizi görmek için birçoğumuzun Starbucks’a veya yerel bir bara yaptığımız son ziyaretten daha fazlasını hatırlamamıza gerek yok. Ancak ya bizim deneyimimizi kimyasal olarak dönüştürebilmemiz farkındalığın dizginlenmesinin veya yükselmesinin dışavurumunun ötesine geçtiyse? Ya radikal olarak kişiliğinizi değiştirecek olan sıradan bir ilacı alırsanız? Psikofarmolojinin cesur dünyasında bu acayip olasılık bile bir gerçeğe dönüştü.
Biliyoruz ki Prozac, son 20 yıldır dünyamıza sızmış olan, antidepresan ilaçları arasında akla gelen ilk ve en popüler isim. Seratoninin hücresel tüketimini engelleyen bu sihirli ilaç, klinik olarak depresyon tanısı konan insanları tedavi etmekle kalmayıp, “normalden biraz daha iyi” hissetmek isteyenlere de yardımcı oldu. Psikiyatrist Peter Kramer tarafından “kozmetik psikofarmakoloji” olarak nitelendirilen bu “normalden biraz daha iyi” hissetme amacıyla kullanım, birçok etik konuyu da gündeme getiriyor.
1993 yılındaki çok satan kitabı “Prozac’ı dinlemek”te Kramer, Prozac tedavisine başlandıktan sonra, hastalarda beklenen ruh hali yükselmesinin dışında, kişiliklerinde de büyük bir değişimin oluştuğunu anlatıyor. Bunlardan biri de Tess idi; depresyondan kurtulmasına ek olarak, işine daha bağlı, motive, ve duygusal karmaşalara daha az boyun eğen biri olmuştu:
Farklı görünüyordu. Öncekinden daha rahatlamış ve enerjikti. Daha sık gülüyordu, ve gülüşünün kalitesi daha farklıydı. Gülüşü artık ölçülü değildi ama hayat doluydu, hatta biraz iğneleyiciydi. Bu yeni tavırla birlikte aniden patlayan yeni bir sosyal yaşam da geldi.
Haftada üç randevu” dedi Tess bana. “Alnımda bir yazı var sanırım!”
Bu yeni kişilik 9 ay boyunca devam etti – ta ki Kramer ilacı kesene kadar. Her ne kadar Tess yeni güveninin bir kısmına tutunmayı başarsa da er geç Prozac’tan önceki yaşamının kişilik özelliklerine dönmeye başladı. “Kendim değilim,” dedi Kramer’a birkaç aydan sonra, bu noktada da tekrar ilaca başladı.
Başka bir hasta olan Julia da obsesif-kompalsif davranışının tersine dönüşüyle sonuçlanan benzer bir değişim geçirdi. Ancak Kramer dozu azaltmaya çalıştığında:
İki hafta sonra Julia aradı. “Yine bir cadıyım.” Çok kötü hissetti – pesimistik, sinirli, talepkar. Gecenin yarısını ayakta temizlik yaparak geçirdi… “Bu sadece benim hayal gücüm değil,” diye ısrar etti, ve sonra Tess’in kullandığı kelimelerin aynısını kullandı: “Kendimi hissetmiyorum.”
Kramer’ın raporlarının yansımasıyla, Walter Truett Anderson The Future of the Self’te şöyle yazıyor, “Bu iki vakada da özellikle etkileyici olan şey kadınların ‘gerçek benliklerinin’ tüm hayatı boyunca değil kısa tedavi sürecinde deneyimledikleri kişilikleri olduğuna inanmaları. Öyleyse hangisi gerçek benlik? Ve buna kim karar veriyor?” Kramer’ın kendisi, belki de kozmetik psikofarmolojinin tek müthiş avukatı, tedavinin bu sonucunda bir sonuca varmayı zor buluyor. “Prozac’ın Tess’e yaptığını şuurla ilgili fikirlerimiz ve otobiografik insan kişiliğiyle uzlaştırmamız nasıl mümkün olacak?” Bunlar büyük sorular. Ve şimdiki bilgilerin ışığında, bir tane daha eklerdim ben: Eğer beynin kimyasında basit bir değişim benliğe bu kadar dramatik bir değişim getirebiliyorsa, psikofarmoloji düşünmek istediğimizden daha fazla beynimizin ürünü olduğumuz anlamına geldiğimizi söylüyor demektir.
Eğer beyin hasarı ve nörokimya (neurochemistry) çalışmaları, beyin ile zihin arasındaki o derin bağla ilgili bilgilerimize bir temel olacaksa, bilimin yeni ve güçlü beyin taraması teknikleri kalan bilgileri de sağlamaya hazır. Kimi aktiviteler sonucu oluşan beyindeki sıvı dolaşımı modelini resimleyen, PET, SPECT ve FMRI taramaları, beynin bölümlerinin haritalarının çıkarılmasına yarıyor.
Nörologlar, beyinde konuşma işleminin farklı safhalarıyla ilgili olan neredeyse bir düzine bölüm olduğunu ortaya çıkardılar. Ve görme duyusunun çeşitli özellikleriyle bağlantılı olan 30 küsür bölüm deminki sayıyı da geçiyor. Mesela, beyindeki bir bölüm yatay çizgileri, biri dikey çizgileri, biri hareketi, bir tanesi ise mavi renkleri algılıyor. Yüzleri tanımaya gelindiğinde ise, iş daha da karmaşıklaşıyor. Şuna inanır mıydınız? Beyninizdeki küçücük bir bölüm, sadece anneannenizin yüz profiline adanmış; bir başka küçük bölüm de her yerde karşınıza çıkan o Gorege Bush çehresini tanımak için.
Beyindeki algılama ve konuşma yönündeki keşifler henüz sadece bir başlangıç. Gelişen araştırmalar sonunda, çok yakında duygu, mantık, motivasyon, irade gibi özelliklerimizin de sırları açığa çıkmaya başlayacak. “Mapping of the Mind” adlı kitabında, bilimci Rita Carter şöyle yazıyor; “Şu an öfke, yanlış anlama-algılama, vahşet gibi durumların mekaniğini çözmek mümkün. Hatta kibarlık, espri, farkındalık, kalpsizlik gibi karmaşık özelliklerin bile fiziksel kökenlerini anlayabiliyoruz”
Bilim dünyasında, bu buluşların sonuçları göz ardı edilmiş de değil. Hatta bu bulgular sonucunda, yeni bir bilim alanı da ortaya çıktı: “Nöroetik” (Neuroethics). Bu alan sayesinde, örneğin bir kişinin yalan söyleyip söylemediğini, hatta kendi kendisini kandırıp kandırmadığını bile anlayabiliyoruz. Bilim adamları aynı zamanda, bir kişinin bir cinayete karışıp karışmadığını ona cinayetle alakalı objeleri gösterip bunlara beyninin nasıl tepki verdiğine bakarak karar verebiliyorlar. Ayrıca birinin uyuşturucu bağımlısı olup olmadığı, ona bazı uyuşturucu resimleri gösterilip beynin “arzu safhası”na girip girmediğine bakılarak anlaşılabiliyor.
Aynı metotlar kullanılarak, “Brainotyping” denen yöntemle, kişiliğiniz öğrenilip nasıl bir insan olduğunuz ortaya çıkarılıyor. Gizli önyargılarınız, ayrımcı düşünceleriniz var mı? Farklı ırklardan ve cinsiyetlerden insanların resimleri size gösterilip tepkileriniz inceleniyor. Peki ya cinsel tercihleriniz? Size birkaç erotik resim gösterip, neyin sizi (ya da beyninizi) tahrik ettiğini açığa çıkarıyorlar. Numara yapmaya ya da düşüncelerinizi bastırmaya çalışırsanız da anlaşılıyor çünkü bu durumlarda da beyin farklı bir tepki göstermiş oluyor. Peki risk alır mısınız? Empati kurabilir misiniz? Nevrotik misiniz?
Nöroetik konularında çalışmalar yürütülürken, daha farklı ve büyük bir tartışma da su yüzüne çıkıyor. Modern dünyamızda, etik kurallarımız ve hukuk sistemimiz, kişisel sorumluluk kavramı üzerine inşa edilmiş durumda. Birini yargılarken, onun davranışlarının tamamen kendi seçimi olduğu ön bilgisiyle davranırız. Ama sinir bilimi (neuroscience) bulgularına baktığımız zaman, bu seçimlerdeki özgürlük ilkesinin aslında çok da doğru olmadığı sonucu ortaya çıkıyor. Eğer bütün hareketlerimiz beyin tarafından oluşturuluyorsa, ve beyin de gen faktörü ile çevre koşulları kavramlarının etkileşiminin bir sonucu olarak şekillenmişse, o zaman bu denkleme nerede ve nasıl seçme-özgürlüğü ve irade giriyor? Bu felsefi bir saçmalık gibi görünebilir çünkü en temel sezgilerimizden biri bağımsız irade gücüne sahip olduğumuz fikridir, fakat bazı deneyler gösteriyor ki beynimiz seçimlerimizi biz onları yaptığımızı algılamadan önce yapıyor yani beyin seçimleri yapıyor ve biz bundan sonra bu seçimleri yaptığımızın farkına varıyoruz. Yani seçme özgürlüğü ve irademiz bir illüzyondan ibaret. Fakat bir başka iddia var ki hepsinden daha fazla yankı uyandıracak güçte; “Spiritüellik”, tamamen beynin fiziksel bir fonksiyonu.
Trenim Penn İstasyonuna yaklaştığında, Massachusetts’ten beri beni takip eden kar, dinmeye başlamıştı. Philadelphia’ya olan yolculuğumun son 2 saatine yaklaşmışken, bayiden aldığım “Time” dergisinin son sayısını elime aldım. “Özel Zihin ve Beden Sayısı” idi elimdeki ve “Mutluluğun Bilimi” üzerineydi. Birkaç sayfa okuduktan sonra önüme kafasına elektrotlar bağlanmış bir Budist keşişin meditasyon yapan büyük renkli bir resmi çıktı. Elektrotları keşişin kafasına bağlayan, “Mutluluk araştırmalarının kralı” olarak bilinen ve meditasyon yapan insanların beyin aktivitelerini inceleyerek meditatif mutluluk ile beyin lobları arasındaki bağlantıları inceleyen psikiyatr Richard Davidson idi. “Neşenin Biyolojisi” adlı makale, bilim adamlarının spiritüel deneyimler ile beyin arasındaki bağlantı hakkındaki bulgularını açıklayarak, bu alanda büyük yankı yaratmıştı. Fakat bu alanda en çok hatırlanan yazının başlığı bir Newsweek kapağındaydı: “Tanrı ve Beyin: Spiritüelliğe nasıl Programlandık” Bu makale sayesinde, Philadelphia’da buluşmak için yola çıktığım adamın, yani Andrew Newberg’in işlerinden haberdar oldum.
Pennsylvania Tıp Merkezi’nde bir radyolog olan Newberg, 90’ların sonlarında, meditasyoncuların beyin imajları çalışmalarını yürüterek sahip olduğu üne kavuştu. Çalışmalarını 2 kitapta topladı: “Mistik Zihin” ve “Tanrı Niçin Uzaklaşmayacak”. Bu zamandan beri birçok televizyon programında talk şovlara katıldı, kilise ve okullarda konuştu, dergilerde yazdı ve bilimi ruhla buluşturan bir kült film olan “What the bleep do we know?”da da göründü.
Hastane lobisinde buluşup radyoloji bölümüne geçtikten sonra Newberg’in ofisine girdik ve o bana bilgisayarın monitörünü çevirerek şöyle dedi: “Sana göstermek istediğim şey buydu.” Ekranda insan beyni olduğunu tahmin ettiğim iki renkli resim vardı. “Soldaki resim, deneğin meditasyon öncesi beyin illüstrasyonu. Sağda ise meditasyon sırasındaki beyin. Bu deneyde, meditasyoncu bir Tibetli Budistti veya Tibet tarzı meditasyon yapan bir Amerikalı Budist idi.”
İlk olarak Newberg ve D’Aquili 2 ana grupla çalıştı. Bir grup, meditasyon çalışması yapan 8 Amerikan Budist’ten, diğer grup ise yoğun biçimde dua eden 3 tane Fransız rahibeden oluşuyordu. Beklenen bir biçimde de, tüm deneklerde dua veya meditasyon esnasında beynin odaklanma, istenç, niyet gibi fonksiyonlarından sorumlu olan prefrontal loblarındaki aktivitelerde bir artış görüldü. Fakat bir bulgu vardı ki, bütün gürültüyü o kopardı.
“Eğer beynin arka bölümündeki şu bölgeye bakarsan, bu deneyden önce adı pek geçmemiş olan bu lobu (posterior parietal lobe), benim tabirimle “uyum sağlama- bağ kurma” lobunu görürsün. Bu lob, bizim mekanla olan ilişkimize uyum sağlamamızı, kendimiz ve kendimizin dışında olan dünya arasında bir ilişki kurmamızı sağlayan bölüm. Meditasyon sırasında deneyimlenenler, bir birlik, teklik hissi olduğuna göre bu hisler beynin bahsettiğim lobundaki aktivitedeki düşüş dolayısıyla meydana gelmekte. ‘Neuroimaging’, yani beyindeki aktivitelerin değişimini görsel olarak önümüze sunan bilimsel yönteminin de işaret ettiği sonuç bununla tıpatıp aynı zaten.” Ben de ona esas soruyla karşılık veriyorum: “O zaman, sizce dinsel deneyimlerin beyinsel aktivitelere indirgenebileceğini mi söylüyor araştırmalarınız? Yani Tanrı tamamen beynimde mi?”
Yüz ifadesinden bu soruya hazırlıklı olduğunu anlıyorum. “Böyle görünebilir.” diyerek başlıyor. “Fakat araştırmanın gerçekten bu sonucu işaret ettiğini zannetmiyorum. Mesela, eğer ben bir elmalı turtaya bakan kişinin beyin analizini alırsam, o sırada oluşan beyin aktivitelerini size söyleyebilirim. Fakat bu analiz bana o turtanın gerçekten var olup olmadığı ile ilgili bilgi vermez. Aynı şekilde, yoğun bir dua veya ayin deneyimi yaşayan, Tanrı’nın varlığıyla yakınlaşan bir kişinin de analizine bakarak beyninin ne gibi aktivitelerde bulunduğunu öğrenebilirim, ancak Tanrı’nın gerçekten orada olup olmadığını bilemem. Sinirbilim, bu tarz epistemolojik soruların yanıtını veremez.
Newberg epistemoloji hakkında konuştukça, onun araştırma bulgularının felsefi veya spiritüel açıklamalarına, en az kendi açıklamaları kadar önem verdiğini fark ettim. “Şimdi deneyimleyebileceğimiz her şeyin beyin vasıtasıyla olabileceğini söyleyen materyalist görüşü ele alalım. Bu demektir ki, bir şeyin gerçek olup olmadığına kanaat getiren tek otorite, beynimizdir. O zaman burada bir problem meydana geliyor çünkü bu mistik deneyimleri yaşayan insanlar yaşadıkları şeyin her zamanki materyal gerçeklikten bile daha “gerçek” olduğunu söylüyorlar. Yani beyin, Tanrı’yı veya saf bilinci, her şeyden daha gerçek olarak algılıyor. Eğer beyin neyin gerçek olup olmadığına karar veriyorsa, ve tüm bu deneyimler dünyanın her yerinde aynı şekilde ifade ediliyorsa, bu sonuç bizi nereye götürür?
Biz konuşmaya devam ettikçe, Newberg, çoğu büyük sorularda hala bir agnostik (bilinmezci) yaklaşımına sahip olduğunu ifade etti. Fakat bulguları materyalist görüş için destekleyici olabilecekse de, Newberg bilimin mistisizmi ciddiye alması ve mistik deneyimin gerçekliğini göstermesi açısından spiritüel görüş için de olumlu bir şeyler yaptığını düşünüyor. Aslında, Newberg hakkında beni en çok şaşırtan şey onun Mistisizmin gerçekten ihtiyacı olan şu kanaati oldu: Mistik deneyimin bilime önerebileceği, yanlı düşünce duvarlarını yıkma ve objektif bakış açısına giden kapıyı açma fikri.
“Bilimin en büyük problemlerinden biri, onun sübjektif oluşu.” dedi Newberg, bana meditasyon yapan deneklerde kullanılan tarama cihazlarını gösterirken. “Tüm bilimsel çalışma, ölçüm, bulgu ve gelişmelerimize karşın, bilim asla beynimizin içinden çıkıp orada “gerçekten” neler olup bittiğine bakabilmek için dışarıya çıkamadı. Spiritüel deneyimlerle böylesine ilgilenmemin sebebi, bu deneyimlerde birinin ortaya çıkıp bildiğimiz bilinç kavramının duvarları aştığını ve nihai gerçeklikle birebir ilişkiye girdiğini iddia ettiği tek deneyim olması. Ve eğer durum buysa, o zaman bilim adamları olarak bu deneyimlere çok çok dikkatli bakmalıyız çünkü bu deneyimler sübjektif zihnimizin dışına çıkmanın tek yolu olabilir.”
Newberg bana hastane lobisine doğru eşlik ederken ona aklıma takılan bazı sinirbilimsel sorular sordum. Şaşırtıcı olarak, bana zihin/beden problemiyle, ya da kendi alanının materyalizme sunduğu kanıtlarla da pek de ilgilenmediğini veya bu konularda endişelenmediğini söyledi. “Maddenin birincil olduğu inancı, maddeyi açıklamada iyi bir temel oluşturuyor aslında. Ancak şuurun (farkındalık) nereden geldiği sorusuna cevap veremiyor. Aynı şekilde temel olarak şuuru alırsak, maddenin varlığını açıklamamız zor olacaktır. Bence madde ve şuur, aynı şeye bakmanın iki farklı yolu belki de. Fakat tüm bunların altında hala bilmediğimiz şeyler var.”
Hiç beklemediğim bir şekilde, Newberg’le olan görüşmem, bakış açımı fazlaca genişletti. Çünkü ona, ondan beyin ile ilgili ve beynin tek bilgi kaynağı olduğu görüşünü destekleyen yeni bir reddedilemez kanıt duymayı bekleyerek gitmiştim. Fakat oradan yeni perspektifler ve insanlığın sinir biliminin gelişmelerine dayanabileceği gerçeğinin rahatlığı ile ayrıldım.
Bana hatırlattığı gibi, bilimin, şuuru beynin yarattığına dair var olan tüm kanıtlarına rağmen, gerçeği henüz kimse bilmiyor ve eğer gerçek buysa beynin bunu nasıl başarabildiği ile ilgili en ufak bir bilgiye bile sahip değiliz. Zihin/beden problemi her zamanki gibi bir esrar.
Birçok bilim sahasından, biyolojideki “redaksiyonist” (indirmeci, basitleştirmeci) eğilime karşı bir çıkışta bulunan öncülerin sayısı artıyor. Bu yeni düşünceyi destekleyenler, sinirbilimsel çalışmaların çoğunu içine alan materyalist görüşü sökerek, onun yerine daha geniş, tüme dayalı ve insan deneyiminin tüm karmaşıklığını kapsayabilecek yeni bir paradigma ile yer değiştirmesini amaçlıyorlar. Hepsinin yöntemi farklı ama ortak bir noktaları var: Mekanik dünya görüşüne karşı insanlığı korumaya dayanan bir tutku ve bilimin sahip olduğu dogmalara karşı çıkıp onları eleştirme arzusu.
Sinirbilim’in görüşlerine belki de en ilginç meydan okuma, fizikçi Raymond Moody’ın deyimiyle “Ölüme Yakın Deneyimler” (Near Death Experiences) veya NDE’lerden doğuyor. Asırlar boyu ve tüm kültürlerde insanlar ölme safhasını da içine alan birçok mistik fenomenden bahsettiler. Fakat teknolojideki 20. yüzyıl patlaması ve tıptaki bir yenilik, insanları ölümden döndürme başarısı, ölüme dayalı fenomenlerin de başlangıcı oldu. 70’lerin başında Moody’nin çalışmalarıyla meydana gelen bu araştırma alanı, sonraki yıllarda birçok araştırmacının da katılımıyla; ölümün kapısından kısa bir geçiş yapan bu insanlara ne olduğu ile ilgili çalışmalara yoğunlaştı.
Ölü tanısı konduktan sonra, bu insanlar kendi bedenlerini, kaza alanını veya içinde bedenlerinin bulunduğu bir odayı tepeden izlemeye başlıyorlar. Bundan sonra, bir noktada, karanlığa doğru hareket etmeye, bazen sonunda bir “ışığın” veya tanıdıkların, akrabaların belirdiği, ardından da geride bıraktıkları hayatlarını gözden geçirdikleri karanlık bir tünele doğru ilerlemeye başlıyorlar. Çoğu vakada, o “ışık huzmesi” ile bir etkileşim içine giriliyor ve bu durum kişiyi huzur, sevgi, rahatlık, dolup taşan bir neşe hissine büründürüyor. Bundan sonra ise kişinin fark ettiği veya karar verdiği şey, henüz ölmek için zamanın gelmediği ve geri dönmesi gerektiği oluyor. Tüm NDE’ler yukarıda belirtilen özellikleri taşımasa da, hepsinin ortak noktası bunun radikal değişikliklere yol açan ve ölüm korkusunu yok eden bir deneyim olma özelliği taşıması.
Bu deneyimlerin psikolojik ve spiritüel yansımalarının devasallığının nedenini tahmin etmek çok kolay. Bu deneyimlerin varlığından haberdar olduktan sonra, kim şuurun fiziksel bedenin de ötesinde varlığından ve ölümden sonra hayatın devamlılığından şüphe edebilir? Üstelik, medyanın bu olaylara olan aşırı ilgisinden sonra, Amerika’da hızla yayılmakta olan ölümden sonra yaşam inancında tele-evangelizm hareketleri kadar NDE’lerin de payı olduğu söylenebilir. Ayrıca bu deneyimleri ciddiye alırsak, beyinden bağımsız bir şuur kavramına da önemli bir destek oluşabilir. Fakat nöropsikiyatrist ve NDE araştırmacısı Peter Fenwick’in the işaret ettiği gibi, “Bu insanların bu tarz deneyimler yaşamış olması bilincin beynin dışında da var olduğuna dair herhangi bir tez veya antitez oluşturmuyor.” Gerçekten de, NDE’lerin beynin ürünü birer illüzyon olup olmadığını nereden bilebiliriz? Psikolog Susan Blackmore tarafından öne sürülen “Ölen beyin hipotezi”ne göre, klasik NDE ile ilişkilendirilmiş bütün fenomenler, beynin ölüm esnasında yaşadığı “aşırı korku, şiddetli stres ve beyinde meydana gelen kanda oksijen azlığı” tepkilerinin bir sonucu olabilir.
Ancak NDE cephesinde olup bitenler, materyalist görüşün açıklayabileceğinden ya da çürütebileceğinden çok daha fazla. Örneğin, bir sürü hemşire ve fizyolog, hastanın, kendisi baygın durumdayken, komadayken, hatta tıbben “beyin ölümü” teşhisi konmuşken bile, o sıralarda odada olup bitenleri ayrıntılarıyla tarif edebildiğini söylüyor. Örneğin, bir vakada, komada olan bir hasta, ameliyatının hemen öncesinde kendisinin takma dişlerini çıkaran hemşireyi ve dişleri koyduğu çekmeceyi ayrıntılarıyla tarif edebilmiş.
Fakat en çok bilinen, en dramatik hikaye de herhalde Arizonalı bir kadın olan Pam Reynolds’a ait olmalı. Hayatını tehdit eden bir beyin anevrizması vakasına karşı yapılan bir son çare yöntemi olarak, doktorlar Reynolds’un vücut ısısını 60F derecenin de altına düşürdüler, kalbini ve solunumu durdurup, vücudundaki ve beynindeki tüm kanın çekilmesini sağladılar. EEG’si dümdüz bir çizgiydi ve beyin fonksiyonları kulağına takılmış olan ses aletlerine hiçbir tepki vermiyordu doğal olarak. Reynolds, tam anlamıyla “ölüydü”. Ameliyatın başarıyla sonuçlanması ve Pam’in hayata dönmesinin ardından, kadının klasik bir NDE vakası yaşamış olmakla beraber, ameliyatın tamamını ayrıntılarıyla tarif edebildiğine, tüm doktor ve hemşireleri, ameliyatta kullanılan aletleri bile tasvir edebildiğine şahit olundu.
Şimdiye kadar NDE ile ilgili bulgular tamamen anekdotlar niteliğinde; ve bilimsel bir kanıt olarak nitelendirilebilecek bilgilere ulaşılamadı. Fakat bu anekdotlar, beyinden de öte bir şeylerin iş başında olduğuna dair güçlü kanıtlar olarak sayılabilecek bu NDE vakalarıyla ilgilenen araştırmacıların artmasını sağlıyor.
Fenwick ve diğer araştırmacılar, bu konunun kestirilip atılmadan önce üzerinde daha çok araştırma yapılması gerektiğini düşünüyorlar. Fakat çeşitli kardiyoloji bölümlerindeki hastane odalarında yapılan araştırmalar ve meydana gelen NDE vakaları materyal olmayan bir şuur kavramının güçlenmesine son derece yardımcı oluyor. Eğer gelecekteki çalışmalar, yeterli deneysel kanıtın elde edilmesini sağlarsa, şuur ve beyin ile ilgili büyük soruların ortaya çıkacağı da ortada.
Eğer şuur beynin içinde değilse o zaman tam olarak nerede bulunuyor? Descartes’ten beri gelen düalist anlayışa göre, evrende maddesel olmayan, ayrı bir töz bulunuyor ve bu töz beyin ile bedenle mistik bir biçimde ilişkiye geçebiliyor. Bu ilişkinin nasıl oluştuğu sorusu zaten eskiden beri süregelen bilinç/beden tartışmasının çıkış sebebiydi. Fakat günümüzdeki bilimsel gelişmeler sayesinde, bugün maddeye daha farklı açılardan bakıp sorulara da farklı yanıtlar verebiliyoruz.
Bir dine mensup olmayan çoğu biyolog gibi, Rupert Sheldrake de hayatı ve zihni anlamanın en güçlü yollarından birinin, fizikçi Michael Faraday tarafından 19. yüzyılda ortaya atılmış “saha” kavramından geçtiğini söylüyor. “Elektromanyetik sahalar, yerçekimsel sahalar, kuantum sahaları… Bu saha teorisi fiziği öylesine ele geçirdi ki artık her şey sahalar içindeki enerjiler olarak görülüyor.” dedi bana Sheldrake bir gün. “Bilim felsefecisi Karl Popper’ın dediği gibi, ‘Modern fizikte, materyalizm yeniliyor. Çünkü madde artık temel izah edici prensip değil. Sahalar ve enerji onun yerini alıyor.’ O zaman sorduğum soru şu: Beyin ve zihin konusuna geri dönelim; beyin de sahalar halinde yapılandırılmış bir sistemse ne olacak?”
Sheldrake’e göre, farkındalık veya şuur, beyne demir atmış, ancak onun da ötesine taşan, daha doğrusu dikkat nereye yönelmişse oraya uzanan bir bilgi sahası. “Bir mıknatısın çekim alanı, kendisinin dışına taşar; bir cep telefonunun sahası da bu küçük aletin dışına doğru uzanır. Yani demek istediğim şu ki, zihinsel aktivitelerin oluştuğu sahalar, beyinle ilişkilidir ve bunların kökleri de beyindedir ancak zihin de, en az demin bahsettiğim sahalar kadar maddesel kaynağından bağımsızdır.”
Zihin/beden problemine bu şekilde yaklaşırken, Sheldrake hem bilincin beyne bağımlılığına ilişkin bilgileri, hem de bilincin kafatasının dışına taşma yeteneğini kanıtlayan mistik, telepatik ve diğer psi fenomenlerini masaya yatırmak gerektiğini düşünüyor. “Bir cep telefonunun alanı nasıl telefondaki bir telin kesilmesiyle değişikliğe uğrayacaksa, beynin etrafındaki sahalar da, beyinde meydana gelecek bir değişim veya hasardan etkilenecektir. Ama bu sonuç, bu sahaların tamamen beyinde olup bitenlere bağımlı olduğu anlamına gelmez.”
Alman kardiyolog ve NDE araştırmacısı Pin van Lommel şöyle diyor; “Farkındalık ve hafızanın bilgi sahaları, etrafımızda tıpkı manyetik veya elektrik sahaları gibi varlıklarını sürdürürler. Ancak bu sahaların işlevlerini sürdürebilmesi, beynimizin ve vücudumuzdaki diğer hücrelerin çalışmasına ve farkındalığımızın uyandırılmasına bağlıdır.” Van Lommel’e göre, beyin işlevleri sona erdiğinde bile, bu bilgi alanları var olmaya devam eder. Bu nedenle, beyin ölümleri gerçekleşen hastalar, hala hissetme, hatırlama, algılama, kimlik, ve dikkat gibi zihinsel fonksiyonlarını kullanabilmektedirler. Ancak tüm bu deneyimler, uyanık bilincimize ancak beyin fonksiyonları tekrar çalışmaya başladığında verilirler. Başka bir anlatımla, beynimiz ölmüş olsa bile, hissedebilir ya da hatırlayabiliriz ancak bunların farkında olabilmemiz beynimizin tekrar çalışabilmesine bağlıdır.
Fakat açıkçası, tüm bu fikirler akademik ana görüş tarafından kabul edilmekten bir hayli uzak. Sheldrake de görüşlerini tutucu bilim çevrelerine kabul ettirme çabasından uzun zaman önce vazgeçti ve bunun yerine çalışmalarını kitleler üzerinde bir çeşit parapsikoloji devrimi yaratmaya adadı. Popüler kitabı The Sense of Being Stared At and Dogs That Know When Their Owners Are Coming Home ve e-posta telepati deneyleriyle, insanların hayatlarının her köşesini saran bilincin gizemlerine ilgi duymasını sağlamaya çalışıyor. Sheldrake’in umudu, halkın yeterli katılımı, desteği ve ilgisi sonucu katı bilimcilerin de tutumunu değiştirip, parapsikoloji laboratuarlarında biriken psişik fenomenleri ciddiye almaya başlaması.
“Sorun, kanıtımızın olup olmaması değil.” dedi sakince telefonun öbür ucundaki ses. “Birçok kanıtımız var. Ancak kanıt tek başına yeterli değil. Şu anda ihtiyacımız olan şey, bir teori.” Noetik Bilimler Enstitüsü’ndeki (IONS) bir bilim adamı ve parapsikoloji araştırmalarının önde gelen isimlerinden biri olan Dean Radin ile konuşuyordum. Radin, araştırmalarına 80’lerin ortalarında Uluslar arası SRI’da (şu an Stanford Üniversitesi’ne bağlı) başlamış, birçok üniversitenin psi laboratuarında çalışmış ve birkaç yılını Parapsikoloji Derneği’nin (Parapsychological Association) başkanı olarak geçirmiş. Herhalde en çok 1997 yılında yazdığı “Şuurlu Evren: Psişik Fenomenin Bilimsel Gerçeği” kitabıyla biliniyordur. Bu kitapta, şimdiye kadar olan tüm psi araştırmalarının bir tablosunu çizip; telepati, durugörü, psikokinezi ve uzaktan iyileştirme gibi durumların gerçekliğini ikna edici bir yöntemle anlatıyor, bu yolla da bilincin yalnızca beyinle sınırlı kalamayacağı tezine dayanaklar oluşturuyordu.
Psikokinezi veya “zihin-madde etkileşimi” araştırmalarında, araştırmacılar binlerce deneyde deneklerin sadece niyet gücü ile, jeneratörlerdeki elektrik enerjisi üzerinde etkide bulunabildiklerini gördüler. “Uzak Görüş” isimli CIA tarafından da mali olarak desteklenen bir araştırma da; milyarda birlik olasılığa rağmen, psişiklerin uzak mekanları tamamen doğru olarak tarif edebildiklerini gösterdi. “Uzaktan iyileştirme” alanındaki tartışmalara rağmen, haberi olmadığı halde başkası için dua etme eylemi; AIDS hastalarında ikinci bir enfeksiyon durumunu azaltıyor, kalp ameliyatlarındaki zorluk riskini düşürüyor ve hatta yapay döllenme sonucu oluşan hamilelik sayısını artıyor. (Bu sonuçlar, son yıllarda ABD hükümetlerinin bu araştırmalar için harcadığı 2,3 milyon doların bir sonucu.)
Psi araştırmaları, diğer birçok “sallantılı bilim dalı” gibi, septikler (şüpheciler) tarafından araştırma hataları, yetersiz örnekler ve deneklerin yanlılığı gibi iddialarla şiddetle eleştirildi. Bu yüzden ben de Radin’e Psi’nin varlığına dair tartışma götürmez ve aksi iddia edilemez bir araştırma-deney’in olup olmadığını sordum. Ancak o, bilimde hiçbir şeyin “aksi iddia edilemez” olmadığın söyledi bana hemen. Fakat en ikna edici bulguların telepati fenomeni ile ilgili olduğuna işaret etti. Hepimiz bir noktada, birinin düşüncelerini onunla aynı anda paylaştığımız, çalan telefonun ucunda kimin olduğunu birden bildiğimiz veya şu teknoloji çağında göndermek üzere olduğumuz bir e-posta’nın cevabı biz onu daha göndermeden geldiği zamanlarda şaşırmışızdır. Septikler tüm bu fenomenlerin sebebini tesadüflere indirgiyorlar; ancak araştırmalar ve dayanıklı kanıtlar tüm bu olayların birer tesadüften ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.
Radin, en güçlü kanıtın “Açık Görüş Alanı Deneyleri” çevresinde döndüğünü söylüyor. Azaltılmış duyumların, karşıdaki bireyi duyulara ve karşı etkilere daha açık duruma soktuğu hipotezi üzerine temellenen araştırmacılar, yapılması kolay, basit bir deneyi 1970’lerde geliştirdiler. Bu deneyde, bir denek (gönderici), kafasındaki bir imgeyi telepati yoluyla 10 ile 20 dakika boyunca duyumsal bir mahrumiyet içinde bırakılmış olan diğer kimseye (alıcı) gönderiyordu. Bundan sonra, alıcıya 4 farklı resim gösteriliyor ve ona gönderilen imgeyi teşhis etmesi isteniyordu. Eğer işin içinde sadece tesadüf olsaydı, tüm bu deneyler sonucunda yalnızca yüzde 25’lik bir başarı oranı elde edilmesi söz konusu olurdu. Fakat deneyin yapılmaya başlandığı yıldan beri, binlerce kez, düzinelerce laboratuarda yüzde 32’lik bir başarı oranına ulaştı. İstatistiğe yabancı olan bir kişiye bu sonuç pek ilginç gelmeyebilir ancak bu durum bilim için bir hayli şaşırtıcı. “Etkinin çapı küçük, ancak aspirinin kalp krizi riskini düşürdüğünü gösterip tıbbi kurumları ikna eden deneylerden daha güçlü.” diye açıkladı Radin. “Ve telepati, başarılı araştırmaların yapılabildiği nadir psi alanlarından biri. Ben de bu yüzden ne kadar kanıtımız olursa olsun,yeterli olmayacağını söylüyorum. Var olan bilimsel paradigmanın çıkarımları ve gücü çok fazla.”
Septiklerle 30 yılı aşkın bir süredir cebelleşen Radin’e göre, bulguların toplanması artık ikinci derecede önem arz etmekte. “Davranışsal, sosyal ve tıbbi bilimlerdeki yöntemlerin aynısı kullanılarak elde ettiğimiz bu kanıtlar, psi etkilerinin gerçek olduğunu ortaya koyuyor. Bilim otoriteleri tarafından hala kabul edilmemesinin sebebi ise, henüz onu kabul etmelerini sağlayabilecek bir teorinin, bir nedenin bulunmaması. Kabul edilmiyor, çünkü insanlar onu nasıl açıklayacaklarını bilmiyorlar.”
Radin’le geçen kış konuştuğumda, yeni kitabı “Karışmış Zihinler” adlı yeni kitabı üzerinde çalışıyordu. Bu kitabında, son 7 yılda psi fenomenine eklenen son bulgularla birlikte, bilimin bu gerçeği kabul etmesini sağlayacak yeni bir teoriyi öne sürecekti. Açıklanamayanı açıklamaya çalışan bir çok teoriysen gibi, o da cevapları bulabilmek için kuantum fiziğinin mistik dünyasına göz atmaya kalkmıştı. “Sonuçta, psi gizemi, fiziğin bir gizemi demek.” dedi Radin. Bu öyle bir gizem ki, kafanıza bildiğimiz duyular aracılığıyla ulaşmıyor, zaman ve mekana bir şekilde üstün geliyor. Bu fiziği ilgilendiren bir bilinmeyen. Biyoloji veya psikoloji ile ilgili değil. Sinirbilim ile de ilgisi yok.
Fiziğin “Kuantum Dolanıklığı” kavramından yola çıkarak, Radin “biyo-dolanıklık” adını verdiği yeni bir kavram ortaya atıyor. Kabaca, kuantum dolanıklığı, atom altı parçacıkların bir kere birbirleriyle bir ilişkiye girdiler mi, zaman ve mekan boyunca birbirleriyle ilgili/bağlı kalacaklarını öngörüyor. Bu bağlılık, veya “mevkisizlik” durumu, 1972 yılındaki deneylerle gösterilmişti. Rade şöyle diyor: “Burada beni ilgilendiren, bu kavramların şu an içinde yaşadığımız dünya ile ilgili olarak ne ifade ettiğidir. Yani eğer şey’ler birbirine dolanıksa, ve dolanık hale gelmeleri için geçmişlerinin bir parçasında bir kereliğine bir ilişki içinde olmuş olmaları yeterli ise, bu dünyamızda her şeyin birbiriyle ilişkili, yani “dolanık” olduğu anlamına gelir; çünkü kozmoloji uzmanlarımız bize her şeyin tek bir olayla, büyük patlama ile başladığını söylüyorlar.
Kuantum Dolanıklığı kavramının bu atom altı yani “mikro” özelliğini, “makro” gerçekliğimize taşıma fikri henüz bilim adamları tarafından tartışmalı bir hareket olarak görülüyor ve çoğu fizikçi bunu yapmaya hazır değil. Fakat Rade’e göre bu biyo-dolanıklık kavramı, klasik materyalist görüş ile açıklanması mümkün olmayan bu fenomenleri anlamaya giden yeni bir yol olabilir.
“Eğer beyinler de kuantum nesneleri gibi davranıyorsa, eğer beyinler de “dolanık” ise, o zaman bu psi fenomenleri bir gizem olmaktan çıkar çünkü bu beyinlerin her şeyle bağlantılı olduğu anlamına gelir; yani örneğin telepati, bir bilginin bir yerden ötekine aktarılması işlemi olarak değil de, beyindeki odak noktası değişimi olarak açıklanacaktır. Eğer bütün evren, dolanıklık yüzünden beynimizin içindeyse, birinin kafasından geçenleri, bir zarfın içini, dünyanın bir ucunda olanları algılayabilmek için yapılması gereken tek şey beynimizi o noktayla dolanık olan bölgeye odaklamak olacaktır.”
Materyalizmin küçümseyici duvarlarını yıkma çabasında, Sheldrake ve Raden gibi bilim adamları tek başlarına değiller elbette. Son yıllarda, zihin ve beyin ile ilgili düşüncelerimizi genişletmek amacıyla, güçlü ve etkili teori ve eleştirileriyle, kozmoloji uzmanları, filozoflar, teologlar ve hatta kognitif bilim adamları bu davaya katıldılar.
Felsefi konuşacak olursak, materyalizmi –ve hatta zihin-beden sorunun kendisini- en çok zorlayan konulardan biri de parapsişizm. David Chalmers gibi düşünürlerden tutun da, David Ray Griffin gibi teologlar tarafından savunulan bu fikir, farkındalığın yani bilincin, evrenin her yerinde, en temel parçacıklarda bile bulunduğunu söylüyor. Parapsişizme göre, bilincin beyinden nasıl çıktığını araştırmamıza falan gerek yok çünkü zaten en başından beri bilinç maddenin her parçasında bulunuyor. Ancak, kayaların gece vakti dedikodu yaptığını düşünmeden önce, bu bilinç formunun biz insanların sahip olduğu şuur gibi olduğunu düşünmeyin. Bu şuur hali, Chalmers’ın adlandırdığı gibi bir “proto-şuur” veya paleontoloji uzmanı ve rahip Pierre Teilhard de Chardin’in dediği gibi bir “içsellik” hali.
Bilinci, beynin ani bir mucizesi gibi görmek yerine, parapsişikler bunu evrenin sürekli tekamül eden bir kavramı olarak tanımlıyorlar. Maddenin yapısı karmaşıklaştıkça, maddenin sahip olduğu şuur da o denli derinleşiyor. İnsan organizması, yerküredeki varlıklar arasında en karmaşık sinir sistemine sahip olduğuna göre şuur mekanizmasının da en karmaşık ve derin forma sahip olması da olağan. Rita Carter’ın da dediği gibi, bu kompleks sistemin üretebileceği şeyler, meydana geldiği parçalardan fazla. Tıpkı, suyu oluşturan hidrojen ve oksijen moleküllerinde ıslaklık özelliğinin bulunmaması gibi, beynimizdeki nöronlar da karar verme, yansıtma, duygu, mantık gibi özellikler taşımıyor. Bu yaklaşım, bilincin biyolojik köklerini reddetmese de, daha alt mekanizmaların üst mekanizmaları doğurup bu alt mekanizmaya yeniden indirgenemeyeceğini açıklamasıyla, bilincin kendine ait bir realitesi olduğunu dile getiriyor.
Bu teorilerin destekleyicileri arasında, insanın bu üst özelliklerinin bir tür felsefi veya bilimsel açıklaması olması gerektiğini düşünen dinsel görüşlü insanlar da var. Ancak, bu teoriler, basitleştirilmiş açıklamalarla tatmin olmayan bazı materyalist filozoflar ve bilim adamları arasında da kabul gördü. Filozof John Searle’nin yazdığı gibi: “Şuur’un basitlenemez oluşu onun tanımsız veya mistik oluşundan değil, tamamen öznel ve bireysel bir oluşum olduğu, bir “3. kişi fenomeni” durumuna indirgenemeyeceğinden kaynaklanmaktadır. Felsefenin ve bilimin sürekli yaptığı bir hata, düalizm kavramını reddedersek, materyalizmi kucaklamak gerektiği düşüncesidir. Oysa hem materyalizmin hem de düalizmin karmaşası, sübjektif bilinci reddetmeleridir.”
Kozmoloji uzmanı George Ellis’in bana dediği gibi; “Köktencilerin yaptığı standart hata, bir olayın sebeplerinden birini o olayın tek sebebi olarak saymalarıdır. Evet, nöronlar orada. Tüm bu olan bitenin sebeplerinden yalnızca biri. Bir uçağı izlediğimizi varsayalım. Aşağıdan yukarı baktığımızda onun nasıl uçtuğuna dair fikrimiz şöyle olur; uçak uçuyor çünkü kanadına aşağıdan çarpan parçacıklar var ve bu parçacıklar yukarıdakilerden biraz daha yavaş hareket ediyor. Yukarıdan baktığımızda gördüğümüz şey, birinin birçok adamı görevlendirip uçmaya yarayan bir makine dizayn ettirdiği olur. Uçağa içinden baktığımızda ise, bir pilotun orda oturduğunu ve uçağı uçması için kontrol ettiğini görürüz. Fizikçiler ise, resme tepeden ve içinden bakamıyorlar. Onlar bir pilota baktıklarında, pilotun uçağı uçurmasını sağlayan tek şeyin onun beynindeki nöronlar olduğunu söylüyorlar. Ancak durum böyle olunca, onun daha bir çocukken pilot olmaya karar verdiği, bunun için para biriktirdiği gibi diğer sebepleri gözden kaçırıyorlar.”
Radin’in teorileri, Fenwick’in araştırmaları, Sheldrake’in kitleler parapsikolojisi gibi yaklaşımlar göz önüne alındığında anlaşılıyor ki, aslında iyi fikir kıtlığı çekilmiyor. Ancak batı bilimindeki materyalist görüşün önyargıları kuvvetli. Ancak füturist ve popüler bilim yazarı Peter Russel’in de dediği gibi: “İnanıyorum ki bu problem, çözülmesi imkansız türden değil. Evet, bugünkü bilimsel dünya görüşü açısından bakarsak, imkansız. Şuur’u açıklamadaki yetersizliğimiz, bir tetik olacak. Bu tetik zamanla bilimi, Amerikalı filozof Thomas Kuhn’un dediği yere; “paradigma değişimine” götürecek.”
Bilimin zihin/beden problemini açıklamadaki yetersizliğinin, materyalizmi kaçınılmaz olarak bir çöküşe sürüklemesi mümkün mü? Şu an bu konuda tahmin yürütmek için çok erken, ancak öyle bir şey olsaydı, -mitsel göndermeler yaparsak-, tanrılardan İcarus bir kahkaha koparırdı herhalde.
Ben şu anda bunları yazarken, beynimdeki milyonlarca nöronlardan birkaç tanesi bağlı oldukları diğer binlerce nöronlardan birkaç tanesine mesajlar gönderiyor. Yazı sonlanırken, halimden memnunum; ve bu demek ki bir seratonin dalgası yolda, ya da bir depomin banyosu… Görevimin taleplerine ayak uydurabilmek için, ön lobum hızla çalışıyor; cortex boyunca dizilmiş hafıza şebekelerimden, temporal lobumdaki dil ile ilgili bölümlerden de yardım alınıyor. Sağ lobum bütün resmi göz önüne getirirken, sol lobum da mantığımın geri kalmaması için elinden geleni yapıyor.
Aynı zamanda, farklı bir düzeyde, bundan sonra neler söyleyeceğimi düşünüyorum. Üzerinde durduğum noktaları, kullandığım örnekleri, bu makale için kurduğum içeriği ve şu son sayfalarda varmak istediğim şeyi düşünüyorum. Merak ettiğim başka bir şey ise, bu yazıyı kimin okuyabileceği ve şu noktada kafanızda oluşabilecek, hala da cevaplama şansımın olduğu sorular.
Hala farklı bir düzeyde, kendimi kendine ait bir yörüngesi olan daha büyük bir yaratıcı sürecin içinde hissediyorum. Bu süreç hayat kendini doğaya yansıtmaya başladığında doğdu, veya bundan bile daha önce. Ve öyle görülüyor ki, bu süreç, onun kıvrımlarını keşfetmeye gönüllü varlıklar yaşamaya devam ettikçe var olmaya niyetli.
Tüm bu düzeylerin, bakış açılarının ve farklı gerçeklerin nasıl olup da bir araya geldikleri; belki de hayatın en büyük gizemidir. Ve eğer bu sır bir gün açığa çıkacaksa, şu ilerleme hızımıza bakıldığında o günün pek de yakın olduğunu söyleyemeyiz. Fakat tüm bu karmaşıklığa rağmen, hiç kimse bu problemler karşısında bir senteze ulaşma dürtüsünün önüne geçemez. Hem bu isteği doğuran Tanrı mı nöronlar mı bilmesek de, durum bu.
Nöronlar ve ötesini barındıran dünyadaki uzun yolculuğumun sonuna varmakta zorlanırken, iki yanında resimler olan bir koridorla karşı karşıyayım. Sol tarafta, Phineas Gage’i görüyorum. Ön lob dokusu yok olduğu için kişiliği paramparça olmuş. Sağda Pam Reynolds var, beyin ölümü ve ameliyat hatıralarıyla birlikte öbür taraftan dönüyor. Solda, arkadaşımın babası Tess’i beyinlerindeki kimyasalların değişiminin yarattığı sonuçların hükmü altına girerken görüyorum. Sağda, Radin ve Sheldrake’in kafatasının ötesindeki şuurun sırlarını açığa çıkaran psi araştırmaları var. Sola baktığımda Roger Sperry’nin aynı kafatasını paylaşan iki bilinç merkezinin çatışmaları arasında sıkışıp kalmış “ayrık beyin” hastaları var. Sağda, sahalar teorisi, parapsişizm, holizm (evrenin bütünlüğü) kavramları duruyor. Hepsi artık işlemeyen materyalizmi geride bırakmak gerektiği konusunda ısrar ediyor.
Koridorun bir yanında da yeteri kadar zaman harcarsam, öbür yandaki hikayeyi tamamen unutmam olası gibi görünüyor. Her iki taraf da onu algılamaya hazır her bireye tatmin edici yanıtlar sunuyor. Materyalizme ait olan şuurun beyin olmadan bir hiç olduğu iddiası, düalistik düşüncenin şuurun beyinden tamamen bağımsız hareket eden eterik bir yapı olduğu fikri kadar inandırıcı. Gerçek, ikisinin arasında bir yerlerde olmalı. Ama tam olarak nerede?
Parapsişizmin belli bir çekiciliği var. Bu hem onun zihin/beden problemiyle ilgilenmesinden, hem de geçerliliği olabilecek bir sezgiye sahip olması: şuurun başlangıçtan beri var olduğu düşüncesi.
Sheldrake’in zihnin beynin de dışına taşan sahalara sahip olduğu düşüncesi de ilgi çekici görünüyor çünkü telepati ya da kolektif bilinç gibi kavramları açıklamada oldukça yeterli bir teori. Sadece beynin nöron şebekesinin bir mıknatıs gibi işleyebileceği düşüncesini kafamda canlandırmak bana hala biraz zor geliyor. Bu “ortaya çıkma” fikri de bana cezp edici geliyor çünkü bilincin dışarıdan geldiğini söyleyerek bilime de biraz yaklaşmış oluyor. Ancak bir filozofun bana söylediği gibi: “Birisi bize bir şeyin ‘nasıl’ meydana geldiğini söyleyene dek, onu meydana getirenin Tanrı olduğunu söylememizde bir sakınca yoktur.”
Tanrı’dan da bahsetmişken, mistik geleneklerde de geçtiği gibi, şuurun önce oluşup, bir seviyeye eriştikten sonra maddeyi yarattığını söylemek de hala mümkün. Ve ben tüm bu çözümlerle fikirleri sıralayıp dururken umutlanıyorum ancak hepsi daha zor bir problemi ortaya çıkarıyor: Şuur kadar eterik ve tinsel bir şey, nasıl olur da madde ya da beyin gibi somut ve yoğun bir yapıya neden olabilir? Ve neden bunu yapmaya ihtiyaç duyabilir?
Belki de en tatmin edici fikirler, varoluşun çeşitli boyutlarının değişik seviyelerinin gerçekliğini kabul eden, içsel ve dışsal öğeleri, bilinç ve maddeyi içine alan, tüm bunları aynı olayın farklı açılardan görünümleri olarak algılayan, birini ötekine indirgenebilir olarak varsaymayan teorilerdir. Ancak, en iddialı teorilerin bile açıklayamadığı soru, şuur ve beynin “nasıl” olup da birbirine bağlanabildiği.
Kafamda canlandırmaktan en çok hoşlandığım yaklaşım ise şuurun, gerçekten de beynim tarafından yaratıldığı fikri oldu. Düşünsenize, tüm bu 3 boyutlu dünya, renkler, sesler, düşünceler, hisler ve hareketler; kafanızdaki bu kıvrımlı peynirimsi organik maddenin işlevlerinin bir sonucu olarak meydana geliyor! Göz önüne getirmek zor gibi geliyor, ancak gerçek olsaydı, maddenin doğası ile ilgili olarak ne söyleyebilirdik? Aslında biraz düşündüğümde hangisi keşfin dünyamızı daha çok sarsacağını merak ediyorum: Beynin zihni yaratması mı yoksa tam tersi mi?
Anladığım bir şey de şu ki, beynin yaşadıklarımızı şekillendirişi ile ilgili ne kadar çok şey öğrenirsek öğrenelim, insanlığımızın elden gidişi ile ilgili endişelenmemize hiç gerek yok. George Ellis ve diğerlerinin de altını çizdiği gibi, yalnızca nöronlarımıza bakılarak anlaşılamayacak gerçekler var. İnsanlığımızı kaybetmeyecek olsak da, bu araştırmalar esnasında, kaybedeceğimiz birkaç büyük fikir olabilir: insanlığımızın nelerden oluştuğuna dair.
Bilimin bize göstereceklerinden belki en büyüğü de biri de bizim sadece birer şuurlu organik makineler olduğumuz, tüm davranışlarımızın beyin kaynaklı olduğu gerçeği. Kişisel isteklerimiz, karakterimiz, eğilimlerimiz ve tepkilerimiz… Bunların çoğu, genetik faktörler ve sosyal koşulların etkisiyle beynimize işleniyor, ve biz bu seviyedeki oluşumları görme ve kontrol edebilme yetisinden oldukça uzağız.
Şimdi eğer söylemiş olduklarıma dikkatlice bakarsanız, bunların spiritüel liderlerin insanlığın son yüzyıllardaki vaziyeti ile ilgili söylediği şeylerin 21. yüzyıl versiyonu gibi olduğunu fark etmeye başlarsınız. Buda’nın zihnin şartlanmış doğasına ilişkin öğretilerinden, Gurdjieff’in “insan bir makinedir” iddiasına kadar, bizim şartlı ve mekanik doğamızı fark edip bunun üzerine çıkmaya ve bir özgürlük sahası keşfetmeye ilişkin söylemler mistik öğretilerde boy göstermiştir. Ve yine geleneklere göre, bunu başarmanın ilk yolu, makinemsi doğamızın farkına varmaktan geçmektedir. Hatta ironik olarak, bilim insanlığın spiritüel arayışlarını hiç kimsenin tahmin etmeyeceği bir biçimde desteklemeye başlayabilir.
Peki görünenin arkasındakine ne oldu? Şuurun gizemlerine, paranormal fenomenlere ve mistisizme ne oldu? Bilimin bize bunlarla ilgili öğreteceği bir şey var mı? Bu durumda, elimizdeki kanıtlar ve bilimin yaklaşımı bize “hayır” cevabını getirecektir. Beyin çalışmaz durumdayken bize NDE deneyimleri yaşatan, uzak mesafelerde bile bilgi akışını olanaklı kılan telepati deneyimlerini ve diğer psi olaylarını mümkün kılan, ve en önemlisi kendisini “mistik deneyimler” olarak yansıtan şey her ne ise, söylemek zorundayım ki o şey, nöronlarımıza indirgenebilecek düzeyde değil.
Kafatasımızın ötesindeki yeteneklerimiz ve farkındalığımıza ilişkin sorular, Radin’in de söylediği gibi, biyoloji veya sinirbilim değil de fiziğin araştırma alanına giriyor. O zaman sorulması gereken soru şu olur: “Bilgi akışı, bildiğimiz duyularımızı pas geçerek, zaman ve mekan boyunca nasıl gerçekleşiyor? Bunu ister Sheldrake, ister Radin’in görüşleriyle açıklayalım, her iki durumda da nöronlar dünyasının sınırlarının dışına çıkmış oluyoruz.
Fakat mistisizm ve spiritüelliğin işin içine girdiği noktada, durumun değiştiğini düşünüyorum. New Age fizikçilerinin de varlığına rağmen, bu konuları salt fiziğin alanı içinde görmek yerine daha yüksek, daha büyük bir şeyle uğraştığımızı ve doğası geri daha aşağı seviyelere indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Ancak din ve mistisizmin iddialarına inanmamız için yeterli bilimsel kanıt olmadığını şiddetle vurgulayacak, Andrew Newberg’in araştırmalarını göstererek biyolojinin, ruhsallığın bilimini açıklamada son derece yeterli olduğunu söyleyecek kişiler olacaktır. Fakat Newberg’in kendisinin de açıkça söylediği gibi, mistik bir deneyim yaşamış herkes, yaşadıklarının önceki deneyimlerinin hepsinden daha “gerçek” olduğunu ifade etmektedir. Elbette ki, materyalistler bu tarz sübjektif algıların onların objektif bilgiyi bulma çabalarında bir yeri olmadığını söyleyeceklerdir. Ancak, materyalist açıdan bakıp beynin gerçeğin tek merkezi ve son hakemi olduğunu kabul edersek, yüzyıllar boyunca beynin ruhsal gerçekliğe dair vardığı sonuçları, yani mistik deneyimlerin sıradan gerçekliğimizden daha üst bir düzene ait olduğu fikrini de kabul etmemiz gerekecek. Bu da bizi işin en ilginç noktasına götürüyor.
Newberg’in araştırmalarının da gösterdiği gibi, beyin bu büyük düzeni algılamamıza yarayan şeyin sadece küçük bir parçası. Bu da demek ki, hayat bir şekilde kendisini yansıtmakla kalmayıp, kendisinden de yüksek ve karmaşık olan, belki de kozmos’un yaratıcı enerjisi ve kaynağı olan şeyi algılayabilir hale geldi. Bu açıdan bakıldığı zaman, beyin denen organımız, korkutucu organik bir bilgisayardan çok, kendi başına gizemli ve hatta spiritüel bir yapı haline gelebilir. Sonuçta biz tüm bunları yapabiliyorsak, içinde daha ne çok dahiyane ve işlenmemiş potansiyeli barındırdığını kim bilebilir? İnsan evriminin daha başlangıç safhalarında olduğu bilindiğine göre, beynin muhteşem gizleri de daha yeni yeni kendilerini açığa çıkarmaya başladı. Eğer gri “madde”lerimizi, kendi kendimizi yok etmeden kullanmayı başarabilirsek, insanlığın yüksek potansiyellerinin hikayesinin daha yeni başladığını fark etmemiz çok zaman almayacak.