Hasan Sonsuz Çeliktaş: Sevgili Reşat, bu söyleşimizi bilinç ve ötesi üzerine gerçekleştirmek istedim. Çünkü bir sistemden çıkmaya ve özgürleşmeye niyetimiz varsa, öncelikle onun nasıl işlediğini keşfetmemiz gerekiyor ki bize neler yaptığını bulabilelim ve çıkışa ulaşabilelim. Bu noktada, zihin nasıl işliyor ile başlayalım? Örneğin, hepimizin ağzında: “Ego”, “Ego”, “Ego” var… Ego bir program. Ama ne işe yarıyor, ne yapıyor, ne ediyor?

Reşat Güner: İnsan bilincini ve insan zihnini anlama ile alakalı olarak şöyle bir gayret var: 1960larda bilgisayarlar yapılmaya başlandı ve bilgisayarları geliştirirken, hem insan zihnindeki işleyiş prensiplerinden ilham almışlar, hem de bilgisayar yaparak, insan zihnini ve zihnin işleyiş mekanizmasını modelleyebilir miyiz diye de uğraşmışlar. Bu anlamda çok şanslı bir dönemde yaşıyoruz. O kadar şanslıyız ki; bu zamanda, her alanda her şeyi masanın üzerine koyup, inceleyebilme şansımız var. Bu, daha önce olmuş bir şey değil. Yani, insanlığın daha önceki dönemlerinde, böyle bir şey mümkün değildi. Bu, internet aracılığı ile iletişimin doruğa çıkması ile ilintili. Şu anda biz, dünyanın bütün kültürlerini bir araya getirip inceleyebiliriz ve aynı zamanda incelenebiliriz. Dolayısıyla, bu konuda da eski, yeni bütün her şeyi, özellikle Hint uygarlığının geliştirdiği, insan bilinci ve insan varlığı ile ilgili çok geniş    çalışmalar var. Hatta, hep konferanslarımda da söylüyorum: Sanskritçe’de, batı dillerinde ve bizim dilimizde olmayan ve farklı bilinç hallerini tarif eden özel sözcükler var. Doğu dillerinin, insan zihninin yapısı hakkında neler söylediğini inceleme şansımız var.

Bununla birlikte modern araştırmalar; beyin araştırmaları, insan zihninin işleyiş prensipleri hakkında yapılmış olan çok güzel araştırmalar var. Biz, bunların hepsini birden masanın üzerine koyup, inceleyebiliyoruz. Bu, benim epeyce geniş olan “merak alanım”. Bunu merak ediyorum. Çünkü yaklaşık, bundan 10 küsur sene önce, bunun çok kilit bir şey olduğunu anladım. Yani; insan zihninin çalışma prensiplerini anlamak, insan bilincini daha yakından tanımak ve bilhassa farklı bilinç hallerini; olağandışı bilinç halleri veya Altered States dediğimiz, değiştirilmiş bilinç hallerinin, çok hayati öneme sahip olduğunu fark ettim. Her şey buna bağlı. Uygarlığımızın gelişmesi, bilimin gelişmesi, şu anda bir şeyleri daha iyi anlayabilmemiz, gerçekliğin yapısını anlayabilmemiz, evrenin yapısını daha iyi anlayabilmemiz… Bütün bunların hepsi, bizim zihnimizin işleyişinden geçiyor. Yani, biz bunu ne kadar iyi anlarsak ve ne kadar iyi kullanırsak, gerçekliğin yapısını da o kadar iyi anlayıp, bir takım şeyleri keşfedebiliriz.

Biz bilime, hep ayrı bir hüvviyet yükleriz: Bilim şöyle diyor, bilim böyle diyor… Bu aslında komünutif bir çarpıtmadır, distorsiyon’dur*. Çünkü bunusöylediğimizde biz, bilime bir kimlik atfederiz. Bilim diye biri mi var? Böyle birisi yok. Bilim nedir? Bilim: şu anda insan zihninin, insan idrakinin, insanın imgeleme kapasitesinin, imajinasyonunun ulaştığı noktada, zaten var olan gerçekliğe, evrene ait keşfedebildiği şeylerdir. Yani, insan zihninin geldiği noktadır. Dolayısıyla, bizim Bilim dediğimiz şey:  Şu an ki bilim insanlarının ulaştığı zeka seviyesidir ve bizim zihnimizin işleyişinin dışında bilim diye bir şey yoktur.

Gerçeklik ve evren, bizim içine doğduğumuz, yani ürünü olduğumuz bir şey. Biz onun, çocuğuyuz. Zaten o bilinç, evrenin bilinci bizi var eden şey. Bunu daha iyi anlayabilmemiz için değişmesi gereken şey, bizim bilincimiz. Bütün tarihin gelişimine bakıyoruz ve tek değişen şeyin, insan bilinci olduğunu görüyoruz. O anlayış geliştikçe, bir şeyler değişiyor ve biz, birtakım şeyleri daha iyi anlar hale geliyoruz. Bunu fark ettiğimde, insan bilinci, benim için birincil noktaya oturdu ve dedim ki: Benim bunu daha iyi anlamam lazım!  Bunu anlamak için de pratik olarak da bir şeyler yapmak gerekiyor. Zaten bu terapi vs gibi şeylerle uğraşmak da böyle başladı aslında. Ben, insan bilincini daha iyi anlayım diye… Sonra da dipsiz bir kuyuya girdik. Ben hala içinden çıkabilmiş değilim ve hala devam ediyorum.  Bu konuda anlaşılması gereken çok şey var ama en önemlisi, bununla ilgili filmler var ki sen de bunları takip ediyorsun ve zaman zaman paylaşıyorsun.  Mesela Matrix, Inception var. Onların öncesinde, Existence diye bir film vardı. Daha bir sürü vardır.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: 1980’lerde, Altered States diye de bir film vardı. Hatırlar mısınız?

Reşat Güner: O filmi izlemedim. Son zamanlarda birkaç tane Matrix benzeri film yapıldı. Hatta Avatar’ın içerisinde bile o tema var. Bunlar tabii ki çok ilhamlı eserler.  Matrix’in arkasında zaten korkunç bir ilham var. Ve mutlaka belli öğretileri ve birtakım bilgileri inceleyip o filmi yapmışlar. Çünkü repliklerin, kısıtlı yazıldığı belli fakat bize çok güzel bir model veriyor. Yani her şeyin, aslında zihnimizde olduğunu söylüyor. Bizim gerçekliğimizde her şey, bizim zihnimizin içinde olup bitiyor. Çünkü dünya ile iletişim kurmamızın yolu bu. Şu halimizle, duyular dışında başka hiçbir aracımız yok bizim.

Düşünceler diyoruz. Düşünceler, dediğimizde aslında bu belirsiz bir kavram.  Düşünce dediğimiz şeyin komponentleri, tamamen duygulara dayalı. Yani o düşüncenin içerisinde; ya bir resim (görsel) olacak, ya birtakım sözcükler ya da matematiksel kavramlar veya semboller olabilir (ki biz bunları ses olarak söyleriz.) yani (işitsel) olacak. Bunların dışında bizim hislerimiz ve duygularımız var. Hisler, bedenin yani direkt olarak tenin algıladığı şeyler ya da bedenin kendi içindeki kinestetik duyumlar. Duygular, bunlardan bir kademe daha ileride ve üst seviyeli bir sistemle çalışıyor. Duyguların da bir çoğunu karnımızla, bağırsaklarımızla hissediyoruz. Bağırsaklarımızda çok acayip bir sinir sistemi var. Bir kedinin beynine eşit komplekslilikte sinir sistemi           var. Pek çok duyguyu biz; bağırsaklarımızla, midemizle bir de kalbimizle hissederiz. Kalbimizde de ciddi bir sinir sistemi var ve özellikle son        zamanlarda kalp ile ilgili Heart Math Enstitüsünün yaptığı çok önemli araştırmalar var ve kalbi, ikinci bir beyin olarak yorumluyorlar. Gerçekten de duygulara göre kalbin atışı çok değişiyor. Bu da duyguları oluşturan sistem. Fakat bizim gerçekliğimizde. Düşünceler dediğimiz zaman, kendi iç dünyamızda; ya görüntüler olur, ya sesler, sözcükler ya da simgeler olur, veyahut da hisler vardır (bunlarla bütünleşmiş bir şekilde). Bunların dışında bir şey yok.  Bulamazsınız.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Bu noktada bir şey eklemek istiyorum. Beyin, dış dünyayı duyularla algılıyor. Algılayabildiği kadar algılıyor ve kendisine yeni bir dünya yaratıyor. Yani, hiçbirimizin gördüğü dünya, aynı dünya değil.

Reşat Güner: Kesinlikle öyle. Bunu neye göre ölçtüler bilmiyorum ama bu konudaki yapılan psikolojik çalışmalar; 25 yaşını geçmiş yetişkin bir insanın algılarının ancak %20’sinin duyulara dayalı olduğunu söylüyorlar. %80’inin ise; anılara, beklentilere, ön yargılara dayalı olduğunu… Tabii çünkü biz her şeye geçmişe dayalı olarak ve doğal olarak anlam yüklüyoruz. Duyularımızın bir sınırı var ve bunu biliyoruz. Ve üstelik iyi ki var… Çünkü bu beyin ve bu bilinç, daha fazlasını kaldıramazdı zaten. Onun için ışık spektrumu 30 cm ise biz onun 3 cm’sini görüyoruz. Bir sürü ses frekansı var ama biz 20 ile 20.000 arasını duyuyoruz ki 20.000 duyan kulak çok az. Hislerimizin de (dokunma duyumuzun) belli bir sınırı var ve belli frekanslar içerisinde çalışıyor. Yine koku ve tat alma duyuları da öyle… Bazı hayvanların çok daha gelişmiş.  Bu bir kere birincil olarak bizim algılarımızı sınırlıyor. Bir de yaş ilerledikçe ve beyindeki birikim arttıkça biz, kendi beklentilerimiz doğrultusunda gerçekliği şekillendiriyoruz. Devamlı yaşadığımız ortamda bazı şeyler bizim için görünmez oluyor. Hiçbir şeyi görmüyoruz ama farkında da olmuyoruz. Sürekli tekrarlanan şeylerde farkındalığımızı yitiriyoruz.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Dünyanın en güzel kadını ile evlen ve onunla aynı evde yaşamaya başla, bir süre sonra O’nun güzelliğini görmez olursun derler ya…

Reşat Güner: Aynen öyle. Fakat, burada gelmek istediğim başka bir nokta daha var.  Demin sizin de söylediğiniz gibi; duyularımız aracılığı ile bize ulaşan sinyaller var ve beynin içerisinde; ne ses var, ne ışık var, ne de duygu var. Beyne ulaşan şey, sadece elektrik sinyalleri. Üstelik herkesin de bildiği gibi korneamızdaki görüntü ters (yani korneaya düşen görüntü tepe taklak) ve beyin bunu tersine çeviriyor. Yani şu söylediğim doğru mu, denenmiş mi bilmiyorum ama gözüne ters gösteren gözlükler taktığın zaman, beyin onu bir süre sonra düzeltiyor ve düz görmeye başlıyorsun. Gözlüğü çıkarttığın zaman ters görüyorsunJ Yani beyin buna müdahale ediyor. Anılar biriktikçe de beyin müdahale ediyor. İki tür müdahale ediyor. Ya bir şeyleri siler ve yok eder veyahutta üstüne bir şey ilave eder. Nitekim bu bizim derin hipnotik durumlarda karşılaştığımız, pozitif halüsinasyon ve negatif halüsinasyon durumudur. Buradaki pozitif ve negatif, olumlu ya da olumsuz anlamında değildir. Negatif halusinasyon, var olan bir şeyi görmemek demektir. Derin hipnoza girebilen insanlarda (ki bunlar nüfusun %3’ü falandır.) bir şeyi yok edebilirsin. Bunu zaman zaman kendi aramızda yatkın olan arkadaşlarımızla biz de denedik. 10 kişi oturuyoruz ve yatkın olan kişiyi transa sokuyorsun ve birazdan falancayı görmeyeceksin! diyorsun. O gözlerini açtıktan sonra, burada kimler var say dediğinde, oradakilerin isimlerini sayıyor ama görmeyeceksin dediğimiz kişiyi saymıyor. O yok…

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Beyin photoshop gibi o boşluğu dolduruyor. Hatta Amerikan Yerlilerinin ilk olarak Kristof Kolomb’un gemilerini görmediği söylenir.  Beyinleri orayı doldurmuş.

Reşat Güner: Tabi, tabi. İşte bu, negatif halusinasyon. Öyle bir şeyin var olabileceğine ve yüzebileceğine inanmadıkları için. Beyin, inanmadığı bir şeyi görmez.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Bu erkeklerde çok olur. Eşiniz size seslenir: “Hasaaaaan, içeriden şunu getir.” Siz, bakar bakar görmezsiniz. Sonra O gelir, önünüzden alır ve  “Allah cezanı vermesin, gözünün önündekini görmüyorsun.” diye bir de papara yersiniz… Bu, en basit örneğidir. Ama gerçekten de erkek görmez. Gerçekten de beynim, gözümün önündekini görmüyor.

Reşat Güner: Evet bu, negatif halüsinasyon. Bunun için derin hipnoza gerek yok çünkü    normalde hep yaptığımız bir şey. Pozitif halüsinasyon da olmayan bir şeyi görmektir. Yani transta ki kişi, birisi varmış gibi, bir arkadaşı varmış gibi oturup, onunla konuşabilir, bir eşya varmış gibi görebilir. Ya da duvar varmış gibi görebilir. Sahne hipnozcuları yapıyor ya doğru onlar ve olağan şeyler. Sahne hipnozcularının ustalığı, yatkın insanları çok çabuk tarayabiliyor. En yatkın olanlarını hemen bulurlar ve her şeyi yaparlar. Hipnozun terapide kullanımı ayrı fakat zihnin çalışma prensiplerini anlamak bakımından, hipnotik fenomenler ve trans fenomenleri bize çok ışık tutuyor. Bizler, var olan şeyleri görmeyebiliyoruz ve olmayan şeyleri görebiliyoruz. Bunlar, normal hayatımız içinde zaten sürekli yaptığımız şeyler. Endişe içerisinde olan insanları düşünelim; kafasında 40 türlü senaryo yazabilir. Bunu olumlu bir şekilde yapabilen insanlar da dahi oluyor. Bir besteciyi düşünelim, adam resmen halüsinasyon yaratıyor. Kafasında bir müzik yaratıyor. Bu halüsinasyon değil mi yani? Veya bir resim yapıyor veya bir sinema filmini kafasının içinde canlandırıyor ve onu kafasında oynatıyor.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Pozitif halüsinasyon.

Reşat Güner: Tabi. Pozitif halüsinasyon. Zaten sanatın temeli budur. Bazı sanatçılar, o sınırı biraz geçerlerse, şizofrenliğe doğru kaymaya başlarlar. Şizofrenlerin derdi nedir? Şizofrenler, burada var olmayan birtakım şeyleri görürler ve imgeleme güçleri çok yüksektir. Genelde çok zeki insanlardır. Hayallerle gerçekleri birbirlerinden ayırt edemezler. Bizlerin, yani normal insanların zihinlerinde bir strateji var. Buna, gerçeklik stratejisi diyoruz. Biz, hayalle gerçeği birbirinden ayırt edebiliriz. Yani, zihnimizde bir hayal ürettiğimizde, bunun hayal olduğunu biliriz. Ama mesela rüyalarımızda bu gerçeklik stratejisini kaybediyoruz ve rüya esnasında tüm hayallerimiz, bizim için gerçek oluyor. Peki onu üreten zihin değil mi? Beynin kendisi. Daha doğrusu, beyin orada uç noktada oluyor. Aslında bunlar, bilincin kendi içinde oluyorda beyin, beyinciğin sadece bir uzantısıdır, receiver gibi… Deminden beri gelmek istediğim nokta şu: Bizler, ruhsallıkla uğraşıyoruz ve bizim için ruhsal olan hiçbir şeyin direkt olarak algılanması mümkün değil. Bilinçdışı düzeyde pek çok ruhsal etkiyi biz alıyoruz. Çünkü biz varlık olarak bedenin içerisine hapsolmuş durumda değiliz. Bizim bilincimiz, bir şişenin içine tamamen tıkılmış gibi bedenimizin içerisine tıkılmış değil. Hem de biz, aynı anda başka boyutlarda da var oluyoruz. Öte alem diyelim buna ve oradayız zaten. Bedeni terk ettiğimizde, devam edecek olan tarafımız. Bir taraftan orada, bilinçdışı düzeyde aktivite devam ediyor. Biz her türlü etkiyi alıyoruz aslında fakat bu beyine yansımıyor. Beyne yansımayan hiçbir şey, yani beyinde herhangi bir imge, bir görüntü, bir ses ya da bir his uyandırmayan etki, bizim için var olamaz. Dolayısıyla buradan duyular dışı algılamalara geçecek olursak eğer, (ki bu bizim 6. His dediğimiz şey) bu tarz yetenekleri olan insanların (ki bu aslında hepimizde var ama bazı insanların bu konuda daha yetenekli) beyni ve sinir sistemi buna yatkın. Çünkü varlık olarak hepimiz, duyular dışı algılamalara sahibiz. Duyuların sınırlarına girmeyen alanlara, o vibrasyonları, o titreşimleri hepimiz alıyoruz. Her tür enformasyonu alıyoruz hem. Ama normal şartlarda bizim bilincimiz gündelik hayata konsantre olduğu için bilinçdışı düzeyde kalıyor. Ve bu belki rüyalarımızda çıkabiliyor.  Mesela, o yüzden insanlar rüyalarda olacak şeyleri görürler veya bir yerde olan ya da olmakta olan şeyleri algılarlar. Fakat, duyular dışı yetenekleri olan insanlar, beyinleri ve sinir sistemleri buna yatkın olduğu için aldıkları vibrasyonu kolayca görsel bir imgeye ya da işitsel bir sezgiye (Sezgi dediğimiz şey bir biliş halidir ve genellikle bir kelime olarak çıkar ortaya) dönüşür. Yani, şöyle oldu dersin, onunla ilgili bir görüntü algılayamayabilirsin. Görüntü algılayan insanın zaten görsel olması lazım ki hepimiz görsel değiliz. Görsel imgeleme gücü kuvvetli olan insanlar, Duru Görür olurlar. Ben yapamam. Müzikle uğraştığım için benim işitselliğim çok kuvvetli. İşitsellik, yani kelimeler, ruhsallıkla en az alakası olan şeylerdir. Görüntüler ve hisler daha çok bilinçdışı ile alakalıdır. Duyular dışı algılamaları olan insanlar, daha ziyade görüntü veya his algılarlar.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Buraya kadar olan kısmı ben anladığım kadarıyla özetleyebilir miyim? Benim hep söylemeye, anlatmaya çalıştığım bir şey vardı ki konuşmalarımda da değinmiştim: Hani hep ruh nerede? diye ararız ya. Hep ruhu içimizde ararız. Kalbimize, midemize bakarız. Kimisi burnuna kimisi kulaklarınaJ Oradadır, buradadır, kaç gramdır… Biz kendimizi, bedenin içinde hapsedilmiş ruh zannediyoruz. Ama biz, ruhun içindeyiz, o bizim içimizde değil. Reşat’ın ruhu, Ahmet’in ruhu, Duygu’nun ruhu diye bir şey yok. Ruhu beden içinde zannettiğimiz zaman, ayrım başlıyor. Herkes kendini diğerinden ayrı zannediyor. Hayır! Biz, ruhun içindeyiz. Bu söylediklerinizden anladığım birinci nokta. İkincisi ise; şimdi şu anda burada oturuyoruz. Bizim üzerimizden karasal anten yayını da geçiyor, uydu anten yayını da geçiyor, HD yayın da geçiyor, cep telefonu dalgaları da geçiyor. Benim evimde uydu alıcısı yoksa ve sadece karasal anten varsa, ben sadece karasal antenin frekanslarını alabiliyorum. Uydu alıcı varsa, uyduyu alabiliyorum. Ama HD uydu alıcım varsa, en kaliteli yayını alabiliyorum. Yani burada duyu ötesi algılamaları ya da bu tarz algılamaları olan ve ruhla ilgili bağlantıları kurabilen insanların durumu, buna benziyor. Bu bağlamda, herkesin algı kapasitesi farklı. Herkesin ruhu algılıyor ve beyinlerimiz aynı uydu alıcılar gibi (receiver) çalışıyor. Kimisi sadece karasal yayını alıyor, kimisi uydu yayını alıyor ama kimisi de full HD yayını alabiliyor. Anladıklarım bunlar.

Reşat Güner: Kesinlikle… Buna bir açıklık getirmek lazım. Bizim en üst seviyedeki ruhsal dediğimiz birtakım şeyler, algılamalar, sezgiler eğer ki bizim sistemimizdeki beynin algılayabileceği bir forma transforme, tercüme olmazsa bizim için bir algı yoktur. İlahi Nizam ve Kainat kitabı, bu konuda güzel bir model ortaya koydu; orada ruhu biraz resmin dışına çıkarttı. Çünkü ruh, bizim hiçbir zaman algılayabileceğimiz bir şey değil. Anlayabileceğimiz bir şey değil. Ama orada bir Varlık kavramı var. (bizim daha önce ruh dediğimiz ve hani bedenin içinde mi, dışında mı diye düşündüğümüz.) Varlık, zaten maddesel bir yapı ve çok süptil. Bizim duyularımızla anlayamayacağımız derecede çok ince. Ama sonuçta Varlık dediğimiz şey O.  Bedene enkarne olan da O zaten. Bedenle irtibat kuran. En üst seviyedeki algılamalar bile maddesel aslında. Çok üst seviyelere, meditatif seviyelere çıkan insanlar var. Onların belli bir seviyeden sonra çıktıkları noktada hiçbir şey yoktur. Hani o Shamani  denilen bir hal var ya… Ben Hintçe kelimeleri kullanmayı pek sevmiyorum ama bu bir bilinç hali… Veya Nondual derler (İkilik halinin üzerine çıkmış) O seviyelerde hiçbir form yok zaten. Hiçbir şey kalmıyor. Bilinç hallerinde, buna karşılık gelen zaten çok derin uykudur ve orada rüya yoktur, hiçbir şey yoktur o seviyede. O seviyede, artık beynin algılayabileceği bir form kalmıyor. Bizim algıladığımız, astral manzaralar ve ruhsal algı dediğimiz şeyler veya ölüme yakın deneyim yaşayan insanların yaşadıkları şeyler. Şimdi ölüme yakın deneyim yaşayan insanlar, bedenini terk ediyor, bedeninden çıkıyor ve birtakım şeyler yaşıyor fakat geri dönüyor (ki dönmese bir şey anlatamaz zaten) ve beyninde kalan hatıraları anlatıyor. Ve eğer dikkat ederseniz, bir noktadan sonra “Bunu tarif edecek kelime yok”  diyor. “Ben o yaşadığım şeyi tarif edemem” diyor. “Böyle bir renk yok” Ama bir şey anlatabilmesi için beyninde ya bir görüntü oluşacak, ya O’nun bir hissi, bir duygusu oluşacak ya da belli kelimeler olarak zihninde kavramlaştıracak. Bunun dışında bir şey algılamaya bizim bir şansımız yok zaten. Yani, duyular dışsal olarak çalışıyor. Dış dünyadan duyu organları bunları alıyor ama içsel olarak da aynısı çalışıyor. İç gözle görmek dediğimiz şey. Görsel bir imgeleme yapmak ya da zihninde bir ses canlandırmak ya da kendimiz içimizden sürekli konuşuruz değil mi? Gün içerisinde devamlı kendi kendimize konuşuruz. Bu nedir? Zihnimizde devamlı işitsel bir imgeleme yapıyoruz. İmgeleme dediğimiz zaman biz onu illa görsel bir resim olarak düşünürüz ki çağrıştırdığı şey o. Hayır, işitsel olarak da bir şey imgeleyebilirsiniz. Kafanın içinde müzik çalabilirsin, sesler duyabilirsin, konuşmalar yapabilirsin. Bunlarla (görsel ve işitsel ki kognitif (bilişsel) zihnin ana komponentleri bunlardır.) bağlantılı olarak ve bunların üzerine de binmiş, duygularımız var. Zihnimizden geçen her düşünce, her imge, belli duygulara bağlıdır, bunların hepsinin duyguları vardır. Bu nasıl oluyor? Zihnimizde çok uzun bir programlanma süreci içerisinde programlanıyor. Beynimizde ki, kinestetik korteks, yani duyularla, duygularla ve hislerle alakalı korteksin, işitsel ve görsel korteks ile ciddi anlamda bağlantısı vardır. Ve gördüğümüz ve duyduğumuz her şey, bize bir şey hissettirir. Yaşadığını hissetmek bu zaten. Yaşamak bu zaten… Bütün mekanizma, bunun etrafında dönüyor. Biz sonra ne yapıyoruz? Kendimizi iyi hissetmenin yollarını arıyoruz. Halbuki, gördüğümüz ve işittiğimiz şeylere yüklediğimiz anlamlar var ve o anlamlar doğrultusunda (o, ya pozitiftir ya da negatiftir) duygular hissediyoruz. Duyguları yaratan biziz aslında. Kendimiziz. Bize en çok ait olan şey, duygular. Görüntüler ve sesler dışarıdan gelebilir. Ama duygular, tamamen bizim içerimizden geliyor. Çünkü onları biz oluşturuyoruz.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Ben Eckhart Tolle’nin Var Olmanın Gücü kitabını okuyorum. Orada özellikle bu duygulardan, düşüncelerden ve bunların negatif etkilerinden bahsediyor. Burada, iki şey söylemek istiyorum. Birincisi; ruhsal gelişimle ilgili olarak ve bende bir şeyler açan çok güzel bir örneğiniz vardı: Ruhsal Gelişim demek, ruhumuzu geliştiriyoruz anlamına gelmiyor! Ruh, zaten mükemmel. Biz, beynimizi ve sinir sistemimizi geliştiriyoruz. Tüm yaptığımız çalışmalar bunlarla ilgili. Bir de az önce söylediğiniz, bazı insanların geldiği noktalarda hiçbir şeyin olmaması konusunda da: Benim eski bir öğretmenim vardı ve bir gün bize şunu anlatmıştı:  Nasıl bir derin meditatif hale girmişse, bir enerji bedenime geldi ve enerjiyle konuşuyormuş. Enerji O’na:

  • Ben neredeyim? diye sormuş.
  • Cevabını alınca da,
  • Madde nedir ki? demiş.

Bunu bize anlatırken, sonsuzluk ötesi, sonsuzluk enerjisi olarak anlatmıştı. Öyle bir boyut var ki demişti, maddenin var olduğunu bile bilmiyor. Duygulara tekrar döneriz de Ruhsal Gelişimle ilgili örneğe gelmek istiyorum. Çünkü biz ruhsal gelişim derken, ruhumuzu geliştirdiğimizi zannediyoruz. Halbuki, alıcılarımızın gücünü arttırıyoruz.

Reşat Güner: Aynen öyle. Çünkü öznel olarak kendi içimizde yaşadığımız her şeyin, istisnasız olarak, beyin ve sinir sistemimizde bir karşılığı var. Zaten beyinde ve sinir sisteminde herhangi bir hareket yoksa, algı yoktur bizim için. Her türlü algıda, beyinde ve sinir sisteminde bir uyarılma, bir ateşlenme vardır. Çünkü aksi takdirde o, bizim için var olmaz. Bununla ilgili yapılan çok güzel deneyler var: Bir hanımı yatırıp, elini 45 ºC suyun içine sokuyorlar. Bu derecedeki ısı, zarar vermez ama hafif yakar. Yanma hissi verir. O sırada da beynin neresinde uyarılma olduğunu gösteren bir alete bağlı ve ekranda onu görebiliyorlar. Elini sıcak suya soktukları anda, beyinde o ele karşılık gelen bölümünde bir uyarılma olduğunu görüyorlar. Daha sonra O’na, anestezi telkini yapıyorlar (artık elini hissetmeyeceksin gibi) ve elini tekrar sıcak suya sokuyorlar, hiç bir his yok, beyinde de uyarım yok!

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Ya, biz aslında tamamen birer makineyiz… Deminden beri resmen mühendislik konuşuyoruz… Bilgisayar mühendisliği gibi.

Reşat Güner: Beden, çok yüksek seviyeli bir mühendislik ürünü zaten. Buradan hareket edecek olursak, demin de söylediğim gibi öznel olarak algıladığımız her şeyin beyinde ve sinir sisteminde mutlaka bir karşılığı var. Ve beyin görüntüleme teknikleri geliştikçe, son yıllarda meditasyon üzerine araştırmalar yaptılar. Mesela; son 10 yıl içerisinde, 40 yıl belli türde meditasyon yapmış rahipleri aldılar, onların üzerinde araştırmalar yaptılar ve Dalai Lama, bu araştırmaları destekledi. O insanların beyinleri farklı çalışıyor ve normal insanlarda aktif olmayan kısımlar aktif. Veya normal bir insan matematiksel bir işlem yaparken beyni bir tarzda çalışıyor, onların ki başka tarzda çalışıyor. Dalgalarını düşürebiliyorlar ve istedikleri gibi kontrol edebiliyorlar. Biz, kendini tanıma diyoruz, terapi çalışmaları, bilinç altı temizliği diyoruz, meditasyonlar ve başka türlü birtakım egzersizler yapıyoruz. Bunlar sonuçta, beyinde ve sinir sisteminde, hormonal yapıda birtakım değişiklikler meydana getiriyor ve o değişiklik meydana geldikten sonra siz değişiyorsunuz zaten. O zaman da, kendi varlığının enerjisini burada daha fazla temsil edebiliyor. Ancak o değişiklik olduğunda, O’nu buraya daha fazla yansıtabiliyorsunuz ve o, daha fazla ortaya çıkıyor. Herkesin varlığında müthiş bir potansiyel var. Aslında bizim bu çalışmalarla yaptığımız şey; beyni ve sinir sistemini adam etmek. Bizim kültürümüzde buna, Nefis kontrolü deniyor. Duyguları idare ediyorsunuz. Duyguların, bedendeki sinir sistemi ile alakalı olduğunu söylemiştik. Diyelim ki, içsel olarak siz, kendi içinizde birtakım duyguları yatıştırıyorsunuz ve onları daha pozitif hale getiriyorsunuz. Bunun, beyinde ve sinir sisteminde bir karşılığı var. Bunu yaptığında, yani beyni ve sinir sistemini adam ettiğinde, (ki yapılan bütün egzersizler vs. bunu sağlıyor) varlığın enerjisi, buraya daha fazla yansıyor. Beyin, O’nu o zaman daha fazla yansıtabiliyor. Bu konuda yapılan çok çeşitli araştırmalar var. Zaten Yoganın bütün temeli bu değil mi? Yogada çeşitli hareketlerle, vücuttaki enerji akışlarını değiştirerek, bedeni ve zihni kontrol altına alarak, var olan programları değiştiriyor. Hatta, bu çalışmaların, insanın kendi içinde meydana gelen inanç değişimlerinin, software anlamındaki program değişikliklerinin, genetiğe nasıl yansıdığı konusunda da son zamanlarda araştırmalar yapılıyor.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Software, Hardware’i değiştiriyor yani…

Reşat Güner: Aynen öyle. Çünkü zaten bizim her şeyimiz software’e bağlı.  İnsan zihninde, düşüncelerin ve duyguların etkilemediği bir şey var mı? Her düşünce ve duygu, niteliğine göre bedenimizde farklı mekanizmaları, farklı hormonları harekete geçirir. Herhangi bir duygu ve düşünce yoktur ki bizim bedenimizde fiziksel ve kimyasal aktivasyon meydana getirmesin. Zaten biz, bu aktivasyonun sonucunda bir şeyler hissediyoruz. Bedeninde gerçek anlamda fiziksel bir değişiklik oluyor ki duygu hissediyoruz. Bunun, ölçülebilir bir tarafı var. Tabii ki bu, sadece buna bağlı değil. Yani, sizin kalbiniz belli bir şekilde atıyor diye bir duyguyu hissetmiyorsunuz. O duyguyu hissettiğiniz için aslında kalbiniz öyle atıyor. Bu, karşılıklı ve birbirini sürekli olarak besleyen bir sistem.

Biz hep, düşünce ve duyguları daha pozitif yöne götürelim diyoruz da bunu söylemek kolay… Pek çok farklı düzeylerde çalışmalar yapmak gerekliliğini artık herkes biliyor. Bunları yaptığında ve bunları dönüştürdüğünde, (ki geçen sohbetimizde de konuştuğumuz gibi regresyon ve benzeri çalışmaların bu dönüşümde çok etkili.) artık kalbin farklı şekilde atıyor ve o şekilde attığında, beyne farklı sinyaller gönderiyor. Çünkü kalpten beyne giden sinyaller, beyinden kalbe giden sinyallerden daha fazladır. Dolayısıyla kalp, beyne değişik sinyali gönderdiğinde beyin, daha farklı çalışmaya başlıyor. Hormonal denge değişiyor, kanın kimyası değişiyor, bedendeki elektriksel akışlar değişiyor ve bunlar değişince; siz kendinizi farklı hissetmeye ve doğal olarak da farklı davranmaya başlıyorsunuz. Son zamanlarda **Bruce Lipton’ın araştırmaları, Software düzeyindeki değişikliklerin, genetiği nasıl etkilediği hakkında ve çok önemlidir.

*** Milton Erickson’un öğrencisi olan ****Ernest L. Rossi ise, hipnoz ile gen ekspresyonu (dışavurumu) arasındaki bağlantılarla ilgili araştırmalar yapmıştır. Gerçekten de software’i değiştirerek, hardware üzerinde yani DNAüzerinde değişiklikler elde etmek mümkün. Tabii ki bunların ölçülebilir olması çok önemli. Çünkü bu konuda bildiğiniz gibi,  “Gelin, sizin DNA’nızı değiştirelim, DNA aktivasyonu yapalım!” gibi şeyler var ve hatta internette,  “Bunu dinlediğinizde DNA’nız değişir”  söylemiyle müzikler falan satıyorlar. Bu, biraz belirsiz bir şey.  Yargılamayım ama ölçülebilir bir şey değil. O yüzden de bana çok inandırıcı gelmiyor. Ama bu konuda, ölçülmüş birtakım şeyler var: O insan, kendi içinde birtakım çalışmalar yapıyor veya bazı terapi süreçlerinden geçiyor ve sonra bedenindeki fizyolojik şeyleri ölçüyorlar.  İmgeleme ile çalışan  (kanseri iyileştiren)  doktorlar var. O yüzden zihin ve beden bir bütün. Burada kilit nokta; software, zihin… Tabii ki bedene bakmak çok önemli ve beden için yapılacak şeyler var: Egzersiz, beslenme, uyku vb…  Ama bunları yapmaya karar verecek olan kim?  Bizim hangi tarafımız?  Bunları hayatında uygulayacak olan tarafımız, gene zihin! Her şey, onda odaklanıyor. Anahtar nokta…

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Zihine Windows diyebilir miyiz?

Reşat Güner: Kesinlikle, işletim sistemi diyebiliriz. Çünkü zaten bizim kimliğimiz, o softwarelerden oluşuyor. Farklı düzeylerde softwareler var.  Gerçekten de bilgisayardaki gibi; İnançlarımızı, değerlerimizi ve kimliğimizi oluşturan bir sistem yazılımı var. Bir de bunun üzerine bilgisayarda kullandığımız Word, Excel gibi programlar var. Ayrıca bunların içerikleri var. Word, bir programdır ama onun içine istediğini yazarsın.  Yani içerik önemli değil.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Word de windows’un üzerinde yani işletim sisteminin üzerinde çalışır. Siz, demin regresyon ve diğer terapilerin yaptığı değişiklikten bahsederken, aklıma şu geldi: Word, çok Bug’lu (yazılım hatalı) bir programdır ve bu yazılım hataları belli bir noktaya geldiğinde, bilgisayarı çökertir. Programcılar, sürekli olarak yamalar çıkartırlar ki bu sistem güzel işlesin diye… Aynen buna benziyor.  Tam bir bilgisayar sistemi.  Yani bizler, bildiğiniz Windows ve Buglar var. İlk Windows’u alıp, bilgisayarınıza kurduğunuz zaman çok güzel kullanırsınız. Sonra bir gün bir program yüklersiniz, bilgisayar kapanıp, kalır ve sistem çöker.  İşte bunları düzeltmek için yamalara ihtiyaç vardır ve programcılar, sürekli olarak yamalar çıkartırlar. Benim bu konuşmalardan anladığım: Tüm terapi çalışmaları, Windows’umuzu yani zihnimizi yamalamak ve doğru düzgün çalışmasını sağlamak içindir.

Reşat Güner: Bizim zihnimizin, organize oluş biçimi, hiyerarşiktir.  Ki bununla ilgili NLP (Nero Linguistic Programming)  alanında çalışanlar, çok güzel bazı modeller üretmişler. Bunların en önemlilerinden biri *****Robert Dilts’dir. O da bu          modeli, önemli dâhilerden bir tanesi olan ******Gregory Bateson’ın (ki insan zihninin çalışma prensipleri ve sibernetik hakkında çok önemli teorileri vardır.)  Logical Levels  adı verilen bir kuramı var. Robert Dilts, buna dayanarak başka bir kuram geliştirmiştir ve halihazırda geçerlidir. Zihnimizde hiyerarşik bir sistem var ve zihnimizin farklı düzeyleri var. Problem hangi düzeydeyse, onun bir üstüne müdahale etmek gerekiyor. Einstein’in meşhur bir sözü vardır ya: Problemler, mevcut oldukları düzeyde çözülemezler! diye. Daima bir üstüne çıkmak lazım. Dolayısıyla, bizim beynimizdeki birtakım şeyleri yapan programlar var ve biz buna yetenekler diyoruz. Bunlar, daha basit düzeydeki programlardır. Bir enstrüman çalmak gibi, yazıyı okumak gibi… Kognitif (kavramaya, idrake dayalı) olarak yaptığımız becerilerin arkasındaki programlar. Bu çok geniş bir alan ve detayına girmeyeceğim ama bu programların olma mekanizması yani, bu programları çalıştıran daha üst bir seviye var ki o da, Değerler ve İnançlar. Eğer, insanın değerleri ve inançları müsaade etmezse, o insan hiçbir şeyi yapamaz ve öğrenemez. Bir şeyin var olduğuna ya da olabileceğine inanmıyorsanız, onu yapmanın yolu hiçbir şekilde yoktur. Baştan o bitmiştir zaten. O yüzden, yetenek düzeyinde bir sorun varsa, örneğin: kişi, kendi hayatı içerisinde belli değişiklikleri gerçekleştiremiyorsa, o zaman bakılacak olan seviye, Değerler ve İnançlardır.

Değerler ve İnançlarda ne var? Bunların arkasına baktığımızda ise, ipin ucu başka yerlere gider. Çünkü Değerler ve İnançların bazılarını geçmiş yaşamlarımızdan buraya taşırız. Onlar, bilinç dışında ve biz onların hiç farkında değiliz. Ve biz, oradaki farklı kimliklerin değerlerini ve inançlarını da buraya getiriyoruz. Tabii ki kendi kültürümüzün, annemizin ve babamızın, içinde yaşadığımız toplumun ve dünyanın genel anlamıyla değerlerini ve inançlarını da kendi içimizde taşıyoruz. Bunlar tamamen bilinç dışıdır. Bunların bir kısmı, kendi varlığımızla getirdiğimiz birikimlerdir, epey bir kısmı da şimdiki hayat içerisinde öğrenme seçeneğimizin olmadığı dönemlerde öğrendiğimiz şeylerdir. İlk 11 yaş içerisinde bir insanın bir insanın bir şeyi öğrenmek ya da öğrenmemek gibi bir seçeneği yok. Gözünün önünde ne varsa, onu öğreniyor, onu modelliyor. Hele ki ilk 3 yaş içerisinde, bu çok daha hızlı ve çok daha karşı konulmaz bir biçimde gerçekleşiyor. 3 ile 7 yaş arasında 2. Derecede, 7 ile 11 yaş arasında da 3. Derecede olmak üzere 11 yaşına kadar zaten kişiliğinizin çok büyük bir bölümü şekillenmiş oluyor. Ama ne kadar iyi ki son zamanlarda gelişen teknolojilerle, bunları değiştirmek mümkün. Zaten onları değiştirmeksizin hiçbir şey değişmiyor. Çünkü bilinç dışı ile herhangi bir şekilde karşı karşıya gelemezsiniz. Onu yenmeniz ve alt etmeniz mümkün değil. Bilinç dışı herzaman için bilince galiptir.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Kaynak yazılımı ve kodları gibi.  Herkes bilgisayarında kaynak kodlarına giremez. Yine benzetme yaparsak:  Windows sonuçta bir yazılım ve arka planda çok büyük bir yazılım daha var.  Ama biz onları görmüyoruz.  Çünkü kaynak yazılımlar kilitli.  Ancak bir programcı girecek ve onları düzenleyecek.  Bu arada aklıma, software’in hardware’i nasıl düzenlediğine dair bir örnek geldi: Bilgisayardaki software  (programlar, yazılımlar)öyle gelişir ki hardware (Hard disk, cpu, işlemci, ram v.b donanımlar), o software’i kaldıramaz hale gelir.  Bu noktada program der ki: Bana artık 2 Gb ram yetmiyor, bana 4-8-16 GB ram lazım. Ben ancak bunu böyle çalıştırabilirim. Yani software, hardware’i bu noktada böyle zorlar. Keza bizim bedenimizde de software  (yazılım) bir noktada diyor ki; artık bu hücreler, bu DNA beni kaldırmıyor ve bedenin upgrade olması gerekiyor.

Reşat Güner: Zaten şu anda yaşananların arkasında böyle bir durum var. Ve bilgisayarlar sayesinde her şey o kadar hızlandı ki eskiden 2 ay süren bir yazışma, şu anda 10 dk. sürüyor. Örneğin, eskiden yurt dışı ile iş yapan biri, yurt dışına mektup gönderir ya da, teleks ya da telgraf gönderirdi. Sonra faks ve telefon çıktı. Eskiden aylar süren işlemler, bilgisayarlar ve internet sayesinde, dakikalar içerisinde mümkün olabiliyor.  İnsan zihni ve insan organizması artık bu hızla başa çıkamıyor. İçinde yaşadığımız hayatı hepimiz biliyoruz ve sistem artık bununla başa çıkamıyor.  O yüzden birçok insan problem yaşıyor ve maalesef ki psikiyatri ilaçlarının kullanımında müthiş bir artış var. Alkol tüketimi ve vs…

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Beyin, zihnin bu kadar gelişimine adapte olamadığı için mi problemler yaşıyoruz? Ya da vücutlarımız? Bir yandan da direniyoruz belki…

Reşat Güner: Bence evet. Ama iş hayatı içerisinde çalışan insanların, bedenlerinin ve zihinlerinin kaldırabileceği bir hız değil bu. O yüzden de zaten iflas ediyor.  Ona uyum sağlamaya çalışıyor ama zorlanıyor. Onun için böyle zor iş hayatı olan insanlar, ilave yöntemlere ihtiyaç duyuyorlar. Bazı yöntemleri kullanırlarsa daha başarılı olabilirler ve hardware’i yani bedeni bozmadan da idare edebilmeleri mümkün. Ama tabii ki bunun için ek bazı yöntemlere ihtiyaç var. Mecburen…

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Bir gün bir arkadaşım: “Biz, bir bilgisayarın, daha doğrusu bir bilgisayar oyununun  içindeyiz.  Ama kimin bilgisayarındayız bilmiyoruz!”  demişti.  Daha önce Matrix’ten de bahsettik…  Biz galiba gerçekten de bir bilgisayar oyununun, programının içindeyiz.  Bizler, bir programın parçasıyız.

Reşat Güner: Bunun böyle olmadığını ispat etmek, çok zor.  Bu konuda Matrix filmi çıktıktan sonra bununla ilgili pek çok kitaplar yayınlandı. Hatta bizim ülkemizde de 2003 yılında Matrix ve Felsefe  (William Irwin) ismi ile yayınlanan bir kitap var. Orada, üniversitedeki felsefe hocası sınavda öğrencilerine şu soruyu soruyordu: Hangi hapı seçerdiniz, neden? O derecede insanların hayatlarını etkiledi. Öyledir demiyoruz ama, öyle bir şeyin olmadığını da kimse ispat edemez. Ve zaten biz, kendi yarattığımız dünyanın içerisinde yaşıyoruz. Çünkü şu anda bize ve beynimize ulaşan herşey, sadece elektrik titreşimlerinden ibaret. Beyin, onu alıyor, yorumluyor ve tekrar oradan bir gerçeklik yaratıyor. Biz de işte bu yarattığımız gerçekliğin içinde yaşıyoruz.  Bunun içinde yaşarken bir de zaten illüzyonun içindeyiz ve biliyoruz ki herşey vibrasyonlardan oluşuyor. Atomların içine girebilecek kadar küçülseydik, deneyimlediğimiz dünya ne kadar tuhaf olurdu bir düşünsenize.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Elimize aldığımız bir nesneye bakıyoruz, bunun atom düzeyine inelim…

Reşat Güner: Konferanslarda söylediğim bir şey var: Bizim şu an sahip olduğumuz duyuların dışında başka bir duyuya sahip olduğumuzu biz hayal edebilir miyiz?  Yarasaların, ses dalgaları ile yönlerini bulduklarını veya bazı canlıların, kızılötesi ya da mor ötesi frekansları algıladıklarını biliyoruz ve bunlar da bizim         duyularımıza çok yakın şeyler. Sonuçta, diğer canlılarda da üç aşağı beş yukarı benzer duyular var. Bunların dışında başka duyu olduğunu bizim hayal etmemiz mümkün değil çünkü sistem bundan ibaret ve bizim hayal edebileceğimiz bu işte…

Dolayısıyla, gerçekliğin bu anlamda bir illüzyon olduğunu zaten biliyoruz.  Atomun büyük bir bölümünın boşluk olduğunu ve şu anki elektromanyetik alandan dolayı bir şeyleri katı olarak algıladığımızı biliyoruz.  Bunların hepsi çok işlendi.  Ama bunun içinde biz başka bir illüzyon daha yaratıyoruz ki: 2. Bir katman, kendi zihnimizde bunlara yüklediğimiz anlamlar…

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Dialect Illustratisons mu? (Salt kavramlarla düşünme illüzyonu)

Reşat Güner: Aynen öyle.  Kendi benliğimiz de tam anlamıyla bir illüzyondan oluşuyor. Çünkü bu bizim;  inançlarımız, değerlerimi, yargılarımız, öğrendiğimiz birtakım şeyler… Tüm bunların ürünü olan bir kişiliğimiz ve kimliğimiz var. Benlik dediğimiz şey bu. Bunun farkına varıncaya kadar bu devam ediyor. Ama farkına varınca da bunu çözemiyoruz. Biz yine bunun içerisinde var olmaya ve yaşamaya devam ediyoruz. Duygularımız var, yüklediğimiz anlamlar var, olurlar var, olmazlar var, sınırlarımız var. Bunların içerisinde yaşamak mecburiyetindeyiz. Ama bunların ötesine yavaş yavaş ve adım adım ilerleyerek geçebiliyoruz. Ama hayatın içerisinde yine de bu devam ediyor.

Dolayısıyla; kendini bedenden, duyulardan, duygulardan ve zihinden ayırma pratikleri yapan insanların sayısı çok fazla değil. Bir kısmı meditasyon yapıyor ama günlük hayat içerisinde yine kayboluyoruz. Bunları yapsak ve ilerlesek bile yine bu hayatın içerisindeyiz. Sonuçta duyuların vizyonu ile hareket etmek ve Zihnimizin otomatizması ile hareket etmek mecburiyetindeyiz. Dünyaya baktığımızda, farkındalık düzeyi olarak çoğu insanın hayatın hipnozu içerisinde yaşadığını görüyoruz. Biz, hipnozu özel bir hal olarak algılıyoruz.  Çünkü hipnoz dediğimiz zaman bizim zihnimizde beliren şey nedir? Birisi, diğerini uyutmuş ve ona her türlü şeyi telkin ediyor. Şimdi o uyur gezerlik hali, en derin trans halidir. Yani oradaki süje, hipnotize edilmiş kişi gözlerini açabilir ve buraya bakabilir ama O’na telkin edilen gerçekliğin içinde yaşar.  Bunu yapabilen insanların sayısı zaten çok az. Ama hipnoz, böyle bir şey değil.  Balıklar için su neyse, bizim için hipnoz öyle bir şeydir. Kelimelerin ve iletişimin olduğu her yerde hipnoz vardır. Birebir iletişimin kendisi hipnozdur zaten. Çünkü kişinin, ana dilindeki kelime ve sözcükleri duyduğu zaman, o sözcükleri anlamamak gibi bir seçeneği yoktur. Ben bu sözcükleri anlamıyorum ve bu sözcüklere ait zihnimdeki kayıtları sileyim gibi bir seçenek yok. Konuşulanı duyarsın ve o konuşulan, sizin zihninizde belirli bir imgelemeye dönüşür ve bugüne kadar öğrendiğiniz şekilde sizin içinizde duygular ve çağrışımlar yaratır. Mesela, burada hakaret sözcükleri söylesek, insanın içerisinde kötü duygular uyandırır. Öyle değil mi?

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Şu anda Zeynep! dediğimde, herkesin aklına Zeynep olarak en yakın tanıdığı kim varsa, o gelir.  Hemen kafanızda bir Zeynep imajı oluşur.

Reşat Güner: Evet tabii ki…  Onun için kelimelerin olduğu her yerde zaten hipnoz vardır. Biz, kendi kendimize konuşuyoruz ve zaten kendimizi sürekli olarak hipnotize ediyoruz. Biz transtayız… Trans, özel bir hal değildir. Bizim yaptığımız çalışmalarda da herkes sorar: Beni hipnotize mi edeceksiniz? Hipnotize olmayı insanlar, kendini kaybetmek olarak algılıyor. Normalde, yaşadığımız hayat içerisinde biz zaten bundan başka bir şey yapmıyoruz. Bir trans halinden çıkıp, başka bir trans haline giriyoruz. Belli düşüncelere, inançlara, yargılara saplanıyoruz. Belli duyguları kendi içimizde devam ettiriyoruz. Var olan şeyleri görmüyoruz veya olmayan şeyleri üretiyoruz. Bunlar, hipnoz değil de nedir? Kendi içimizde, bugüne kadar öğrendiğimiz milyonlarca şey var fakat belli bir noktada bunların hepsini sanki unutmuş gibi oluyoruz ve bize onlar, yok gibi geliyor. İnsanlar, “Ben hiçbir şey yapamam!”, “Ben, bir hiçim!”  bile diyebilir. Bunu söylediği andan itibaren bu hipnotik bir telkin değil mi?  Hayatın içerisinde, trans hali sürekli devam eden bir haldir. Ve aslında bizim, çeşitli sorunları gidermek için yaptığımız, regresyon gibi uygulamaların amacı, insanları transtan çıkartmak… Çünkü o zaten, problem yaşıyorsa belli bir trans halinde içerisinde, kendini o şekilde hipnotize etmiş. Ben, bunları yapamam, oraya gidemem, şu şekilde davranamam, ancak bu şekilde davranabilirim.  Derin hipnozda bunlar gerçekleştirilebiliyor ve hatta o kişinin, kişiliğini değiştirebiliyorsun. Derin trans özdeşleşmesi  (Deep Trans ……..  ) 01:05:53  dediğimiz bir fenomen vardır. Derin transda bir insanı yetenekleri doğrultusunda başka biri yapabilirsiniz. Örneğin: Ben, yaratıcılık ile ilgili bir seminer verdim (kısmet olsa da tekrarlasak). Orada insanların, farklı bilinç halleri içerisinde ne kadar yaratıcı olabildiğini göstermek istedim. Resim yapabilen bir genç arkadaşımız vardı ve O’na kimle özdeşleşmek istediğini sordum,  Miro olmak istediğini söyledi. Biz de O’nu,  *******Joan Miro Ferra ile özdeşleştirdik. Derin transa girdi ve gözlerini açtığında bile derin transdan çıkmıyordu. O’na:  Sen Miro’sun, gözlerini aç ve resim yap dedik. Önüne pastel boyalar ve kağıt koyduk. 20 dk. içerisinde bir resim yaptı ki gerçekten Miro’nun stiliyle ve eski bilinç haline döndükten sonra da: Ben asla böyle bir resim yapamam dedi. Ben, gördüğüm şeyleri çizerim evet ama böyle bir resim yapamam…” O kadar hoş ve sembolik bir resimdi ki…

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Hani Matrix’de program yükleniyorlardı ya… Siz de resmen Miro programını yüklemişsiniz. Evrendeki Miro Programı bilincini yüklemişsiniz. Aile diziminde de böyle oluyor ya hani sen O’sun, sen Bu’sun gibi… Sen babasısın diyorlar ve babasını hiç tanımayan insan, babasının mimiklerini yapmaya başlıyor.

Reşat Güner: Aynen öyle. Bu, teknik olarak Derin Trans Özdeşleşmesi denilen şey.  Orada ve bir anda oluyor. Örneğin, bu çalışmayı yaptığımız arkadaş, sonrasında bir tane bile resim çizmedi herhalde. Ama farklı bilinç hali içerisinde ne kadar yaratıcı olunabiliyor ve ne kadar farklı şeyler yapmak mümkün. Çünkü sınırlarının dışına çıkıyor, kendisi de “Ben, bu kadar kısa sürede böyle bir resim yapamam, zaten yapmam!” dedi.

Hasan Sonsuz Çeliktaş: Peki, transtan çıkartmak hakkında az önce söylediniz ya:  Biz, insanları transtan çıkartmaya çalışıyoruz diye. Neden çıkartmaya çalışıyorsunuz ve çıkarttığınız zaman ne oluyor ve de bu çok uzun bir şey mi? Siz konuşurken, aklıma 3 tane soru geldi ve fark ettim ki bunlar, hayatın en temel soruları. 1. Neden bu vizyonun içindeyiz, yani neden geldik buraya? 2. Vizyonsal karakterlersek, gerçek “ben”  nerede? Bunlar, insanlığın tarih boyunca yanıtlamaya çalıştığı sorular zaten. 3. İllüzyondan uyandığımızda ne oluyor?  Bunların her birinin uzun uzun konuşulması gerek.  Bunları bir başka söyleşiye bırakalım. Çok teşekkür ederim paylaştığın her şey için.

Reşat Güner: Ben de teşekkür ederim.

 

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...