Efes Antik Kenti’nde, sıcaklığın 40 dereceden fazla hissedildiği o aşırı sıcak günde, antik tiyatronun içindeki yüksek merdivenlere oturmuş takıntılı bir şekilde selfie çekmeye çalışıyordum. Anadolu’nun kutsal topraklarından köklerini alan, anne tarafından Kahramanmaraş’a, baba tarafından Kapadokya’ya uzanan o egzotik güzelliğe sahip kadını, öğle saatlerindeki güneşin altında umutsuzca bir çaba ile fotoğraf karelerine dökmeye çalışıyordum. O güne kadar bu şehirlerin hiçbirinde bulunmamıştım ve bu topraklara karşı çok derinlerde hissettiğim bağın ne anlama geldiğini bilmiyordum. İşte bu nedenle o gün orada ilk kez Selçuk’taydım. Bir niyetim vardı; bu topraklarda varlığını sürdürmüş Kibele kültürünün mirasını hatırlamak ve bu topraklardan gelmiş geçmiş tüm amazon kadınlarının sahip olduğu kudretli güzelliği ve tüm yüksek erdemli özelliklerini genlerimde yeniden aktive etmek…
Tatil planım genel hatlarıyla Pergamon, Efes ve Hierapolis antik kentlerini gezmekti. Eski çağlarda Anadolu halkı “tanrıların anası” olarak kabul edilen Kibele’ye tapardı. Ana tanrıça Kibele, Anadolu’daki birçok halk için toprağı, vahşi doğayı, bereketi, bolluğu, verimliliği, çoğalmayı simgeliyordu. Bu topraklarda binlerce savaş kazanılmış, binlerce savaş kaybedilmişti. Hititler, İyonlar, Kimmerler, Lidyalılar, Persler, Roma İmparatorluğu, Gotlar, Araplar… Her birinin fiziksel izleri bu topraklarda tutulamamış olsa da yaşanmış her şey kentlerin havasında kolayca hissedilebiliyordu. Efes Antik Kenti 8000 yıl önce amazonlar tarafından kurulmuştu ve koruyucuları Kibele, Artemis ve Azize Meryem’di. Dönemlerinin en büyük iki kütüphanesi bu topraklardaydı. Celsus Kütüphanesi’nin girişindeki 4 heykel “AKIL”, “KADER”, “İLİM” ve “ERDEM” niteliklerini sembolize ediyordu. Müzikle, bitkilerle, su sesiyle, inanç ve telkin yoluyla, rüya yorumlarıyla tedavilerin yapıldığı dönemin ilk şifahanesi Asklepion yine bu topraklardaydı. Cehennem Kapısı olarak anılan Ploutonium ölüler ülkesine geçiş kapısı olarak kabul edilirdi. Buradan çıkan zehirli gaza yaklaşanın yaşama şansı yoktu. Aynı kaynaktan ise yeryüzünde eşi benzeri olmayan bembeyaz Pamukkale travertenlerinin oluşmasına sebep olan yüksek miktarda kalsiyum hidrokarbonata sahip su ortaya çıkıyordu. AYDINLIKLARIN VE KARANLIKLARIN, BİLİNCİN VE BİLİNÇDIŞININ, YAŞAMIN VE ÖLÜMÜN BİR OLDUĞU NOKTADAN…
Evet, bütün bu mucizelerin yaşandığı topraklarda, havadaki o yumuşacık, feminen ve şefkatli enerjiyi hissedebiliyordum; her yansımada, dokunduğum her sütunda, heykellerin her bir oymasında… Bu anaç, şefkatli ve bir o kadar da güçlü enerjiyi bedenimin içinde ve dışında, her yerde hissedebiliyordum. Baş döndüren bu enerjinin içinde, bir an için hayatta olabileceğim her şeyin mümkün olduğunu hissettim; dünyayı fetheden bir kraliçe, tüm galaksileri şifalandırabilecek güçte bir kadın, en mucizevi rahme sahip kutsal bir anne ve en ateşli ama yine de alçak gönüllü bir tanrıça…
Bence, tam olarak cennetteydim. Normalde olduğumdan çok daha yüksek bir yerde titreşiyordum. Evet, buraya gelirken amazon kadınlarının güçlü ve erdemli özelliklerini kendimde uyandırmak istemiştim ama bu olup bitenler benim hayal gücümün de ötesindeydi. Seyahatim boyunca, aslında sadece Hierapolis’in Kleopatra’yla direkt ilişkisi olmasına rağmen, O sürekli aklımdaydı; esmer tenimle, koyu renk saçlarımla, egzotik titreşimlerimle, her türlü zevke karşı eğilimim, görülmeye ve takdir edilmeye duyduğum tutku ve sadece kendimi gerçekleştirmek adına sahip olduğum hükmetme arzumla… belki de gerçekten binlerce yıl sonra biz, BİR’dik.
Tüm bu hayaller içinde selfie çalışmalarım sürerken antik tiyatronun diğer ucundan seslenen birini duydum; “EFES’TE BİR KLEOPATRAAA” diye bağırıyordu. Önce sesle irkildim çünkü etrafta aşırı sıcaktan dolayı çok az kişi vardı. Başımı o yöne çevirdim ve bana İngilizce olarak “Sen Mezopotamyalı mısın?” diye sordu. Ben de Türkçe cevap verdim: “Hayır, Ben İstanbul’dan geliyorum.” O benim Mısır, İran veya Azerbaycan’dan gelen bir turist olduğumu düşünmüştü. Sonra konuşmaya başladık, neyse ki profesyonel fotoğraf makinasıyla birkaç fotoğrafımı çekerek beni selfie tuzağından kurtardı. Öğlen yemeğini beraber yedikten sonra ben yoluma devam ettim. Kafam çok karışıktı. Açıkça net olan bir şey varsa, o da niyetimin gerçekleşmeye başladığına dair somut kanıtlar gelmesiydi. Fakat aynı zamanda üzerimde muazzam bir baskı hissetmeye başladım; İsis’in on bininci enkarnasyonu olan muteşem kadın Kleopatra’nın genlerimde aktif hale gelmesiyle ne halt edecektim?
Dürüst olmak gerekirse, yapmam gereken tek şey bu hediyeyi kabul etmekti. Çünkü antik kent ziyaretimin sonraki günlerinde, ben bu duruma karşı direncimi sürdürdükçe, gittikçe kalabalıklaşan turist grupları beni gördüklerinde koşa koşa yanıma gelip “Heeyyy, Kleopatra buradaymış, koşun geliiiin” diyerek etrafımda toplanıp benimle selfie’ler çektirmeye başladılar.
Ben de bu nedenle olanı kabul etmeye ve bu kutsanmışlığı içime almaya karar verdim. Kendimi bu mucizevi armağana ve onun sembolize ettiği tüm erdemlere tamamen açmaya niyet ettim ve bu halin içinde rahatlamaya çalıştım. En sonunda yeterli cesareti kendimde bulduğumda “Kleopatra’dan önceki ben” e bir göz atabildim… Ve farkına vardıklarım karşısında şok oldum.
*
*
*
BEN HER ZAMAN SAÇLARIMA AŞIKTIM. Saçlarım, şanslı genlerimden dolayı parlak siyah, upuzun, güçlü ve sağlıklıydı. Gece gündüz istediğim her şekle kolayca girebiliyor ve günün her saatinde tüm yoğunluğuyla inanılmaz çekici görünüyordu. Adeta 3 kadınlık saça sahiptim. Bu nedenle de 30 yıldır herkes tarafından iltifat yağmuruna tutuluyordum.
Geçen sene, Kuzey Hindistan’da monklarla meditasyon yaparak, günlük hayatın hiçliğini ve sessizliğini paylaşarak, tüm kadın-erkek etkileşiminden uzaklaşarak geçirdiğim süre boyunca şöyle söylediğimi hatırlıyorum: “Eğer aydınlanmak için saçlarımı kazıtmam gerecekse, TÜM FARKINDALIK HİKAYELERİNİ BOŞVER, BEN ASLA BÖYLE BİR ŞEY YAPMAYACAĞIM.”
O günden beri tam 1,5 yıl geçti. Saçlarımı kazıtmadım ama sevginin ve farkındalığın yolunda ilerlemeye devam ettim. Tantra ve sufi öğretilerini hayatımın içine soktum, bazen çok can acıtıcı olsa da kendimin bir üst versiyonuna ulaşmak için hiçbir şansı kaçırmadım, hatta nefes koçu oldum ve yüzden fazla güzel insanın kalbine dokundum.
Bugün onun ne demek olduğunu daha iyi anlıyorum. O hiçbir şekilde saçını kafatasından söküp atmakla ilgili değildi. O saç fikrini bırakabilmekle ilgiliydi. Saçının parlak ve havalı görünüşüne, tüm bedeninin ihtişamlı güzelliğine ve bunların dış dünyada ortaya koyduğu etkileyici kadına duyduğun takıntılı bağımlılığı bırakmakla ilgiliydi. Günün sonunda, bu özelliklerin hepsi gelip geçiciydi ve daha da önemlisi HİÇBİRİ SANA AİT BİLE DEĞİLDİ! O sadece tüm bunların ötesinde, ruhundan akan kudretin farkına varmakla ilgiliydi.
Buradaki en önemli nokta; sahip olmadığın hiçbir şeyi bırakamayacak olmandır. Bir şeyi, herhangi bir etiketi, hatta egoyu tamamen bırakmak için önce ona sahip olman gerekir. Onu önce gerçek bir deneyime dönüştürmelisin. Örneğin; hep daha fazla paraya karşı bir aşırı tutkuya sahipsen; hayatında o para ile meydana gelebilecek deneyimleri tatmadan bu tutkuyu bırakamazsın. Veya cinsel bağımlılığa sahipsen; en azından bir kez ruh, beden ve zihin boyutlarında bütünleşik bir tatmine ulaşmadan bu bağımlılıktan özgürleşmen oldukça zor olur. Farkındalıklı deneyim hali, özgürleşmen için gereklidir.
Ben şanslıydım; çünkü beni potansiyelimin altında tutan tüm ihtiyaçlarımı bırakabilmem ve zaten her zaman bir bütün olan özümle yeniden tanışabilmem için bana Kleopatra deneyimi sunulmuştu. İlk başta beni hayali bir Kleopatra’ya götüren aciz ve egosal ihtiyaçların varlığını kabul etmek zordu. Ama daha da zor olan, bu ihtiyaçların birer illüzyon olduğunu ve bu illüzyonun ötesinde zaten asıl potansiyelime hali hazırda uyanmış olduğumu kabul etmekti. Eğer sen de kalbini aciz yanlarına açabilirsen göreceksin ki; aslında o acizliğin şifası da, hediyesi de mucizesi de tam da o noktadan filizlenip büyüyor. Ve o nokta senin aynı zamanda gerçek özgürlüğünün de başladığı yer.
Her neyse, senin de ailen seni “benim güzel kızım” , “benim yakışıklı oğlum” diye sevmediler mi? (En azından sevmişler bir de öyle bak olaya J) Yani aslında kendini, nasıl göründüğünle bu kadar özdeşleştirmiş olman senin suçun değil. Onların da değil. Onlar da seni yetiştirmek için bildiklerinin en iyisini yaptılar. Ancak, şu anda bizler hem kendimiz hem de bizden sonra gelecek olan tüm nesiller için bir seçim yapma ayrıcalığına sahibiz. Atalarımız, bizler ve çocuklarımız, hepimiz ortak bilinç ile birbirimize bağlıyız ve yalnızca fiziksel özelliklerin değil deneyimsel bilgilerin de nesiller arasında transfer edilebildiğini biliyoruz. Yani ben yaşamamış olsam bile, yaşanmış tüm deneyimlerin bilgisine ulaşabiliyorum. Pek nasıl? Seçim ayrıcalığımı kullanarak. Peki sen şuanda bir üst versiyonuna ulaşmak için hangi deneyimleri yaşamayı seçiyorsun?
ŞİMDİ GERÇEĞİNİ HATIRLA.
RUHUNDAN GELEN KUDRETE UYANMAK İÇİN SEÇİMİNİ YAP.
OLAN HER NE İSE, CANINI ACITSA BİLE, KABUL ET VE KALBİNDE ONA YER AÇ.
UNUTMA; KALBİN DÜŞÜNDÜĞÜNDEN DAHA GÜÇLÜ.
ACITACAĞINI SANDIĞIN DUYGULAR İSE DÜŞÜNDÜĞÜNDEN DAHA AZ ACITIYOR.
NİYETİNİ O SAF, TEMİZ VE BİR O KADAR DA GÜÇLÜ KALBİNDEN GELEN KELİMELERE DÖK.
VE İLÜZYONUN ÖTESİNDEKİ GERÇEĞİNLE BULUŞ.
Biz seni diğer boyutta bekliyoruz.
Sevgiyle.