Benim lisedeyken hiç kız arkadaşım olmamıştı. Ama bir tane arkadaşımı ailemle daha doğrusu anneannemlere tanışmaya götürmüştüm. Zaten o da tek olduğu için uzun yıllar etkisi bitmedi. Kız, beni arkadaşı olarak görüyordu muhtemelen ama ben ne hayaller kurmuştum, hatta anneannemler de ne hayaller kurmuştu o kız üzerine. Kız bizden gittikten sonra anneannem beni bir köşeye çekmiş, “Hasaaaaan, birşey olur mu bu kızla acep” gibisinden bir laf ettikten sonra ben de gayet ciddi ve umarak “İnşallah olur anneanne” tarzında bir yanıt vermiştim. Sanırım 17 yaşındaydım ve ben o yaşta karşıma çıkan ilk insanla evlilik hayalleri kurmuştum.
Aradan 10 seneye yakın bir süre geçti. Şu anda, o an ki yüz ifademi hatırlayıp gülümsüyorum. Tabii benim evlenecek kız bulma faaliyetlerim bunla da sınırlı kalmadı. O 10 sene içinde 3 kıza evlenme teklif edip, hatta 2’siyle de yüzük takmıştık. (Gerçi sonradan o 2 yüzüğü de satıp parasını yedim ya neyse) şimdi kafamda kurcaladığım şey bizlerdeki bu evlilik tutkusu veya takıntısı.
Şuna çok eminim ki bu yazıyı okuyanların nerdeyse hemen hepsinin benimki gibi deneyimleri vardır. Kız veya erkek arkadaşınız olur, onunla çok mutlusunuzdur, hep birlikte olmak istiyorsunuzdur ve hemen bir mekanizma devreye girer ve siz gelecek üzerine planlar yapmaya başlarsınız. Evleneceksinizdir, çoluk çocuğunuz olacaktır, Dünya’yı beraber gezeceksinizdir falan. Hatta biraz ileri gidip çocuklarınıza isim bile seçersiniz. O anları konuşmak ve böyle ortak hayaller kurmak aslında çok da güzeldir. Elleriniz mutlulukla kavuşur, birbirinize sarılırsınız falan. Ama zaman geçince ve siz ayrılınca o hayaller de karşınıza çıkar ve yaranıza biraz daha tuz basar. Gerçi konumuz ayrılık acısı falan değil, evlilik takıntısı. Peki neden bunu yaşıyoruz biz?
Birincisi güvenmiyoruz. Ne kendimize güveniyoruz, ne karşımızdakine güveniyoruz, ne evrene güveniyoruz, ne hiçbirşeye güveniyoruz. Güvenmediğimiz için de kendimizi garanti altına almak istiyoruz. Çünkü bu güvensizliğin temel nedeni sevgi, aşk ve pozitif enerji eksikliği. Sevgilimizle de onun ucundan accık tattığımız anda doğal olarak bunun daha fazla ve sürekli olması dürtüsü uyanıyor içimizde ve hemen kendimizi garantilemek, en azından garantilemiş hissedipte biraz daha iyi hissetmek istiyoruz. Karşımızdakinden sözler istiyoruz, “sonsuza kadar bizimle kalacağına” dair. Tabii bir yandan da korkuyoruz ve korku bize şunu söylüyor: “Biliyorsun sen sevilmeye layık değilsin ve o seni seviyor ve sevildiğini hissediyorsun, ama unutma onu kaybedersen bir daha bulamayabilirsin haberin ola”. Biz de bu korkuyu dinleyip hemen önlem almaya çalışıyoruz. Ondan o sözleri aldığımız zaman da acaip mutlu oluyoruz, ama tabii sonradan bu şekilde gelişen bir ilişki sarpa sarıyor o ayrı.
İkinci neden ise yetişme tarzımız. Toplum bize sürekli “evlilik” aşılaması yapıyor. “Evlilik” kutsal bir kurumdur, toplumun temelidir, mutluluk getirir, bak izlediğin tüm filmlerde de sonunda evlenip mutlu olmazlar mı? diyor. Gerçekten küçüklüğümüzden beri izlediğimiz nerdeyse tüm filmlerin sonunda evlenip “mutlu” olurlar. Mutluluğun sırrı evlilikte gösterilir. Ama aslında hiçbir film o hayran olduğumuz kahramanların evliliklerinin 10. yılını göstermez. Kadın, iyice şişmanlamış kadın günleriyle vakit öldüren ve toplumda milyonlarcası bulunan “kadın” bile olduğunu unutmuş bir vatandaşımız olurken, Erkek de çizgili pijamasını çekip, TV izleyip karısını döven ayyaşın teki olmuştur. Tabii bu geleneksel yapı içindeki çiftler. Üniversiteli olarak nitelendirebileceğimiz daha “aydın” olarak nitelendirilen kuşak 10. seneyi bile göremez.
Ben her ne kadar evlenmemiş olsam da çevremde gözlediklerimden “evlilik”in hiçte vaadettiği şeyleri karşılamadığını gördüm. Zaten bir defa olayın özü yanlış be. Siz ömür boyu aşık olacağınıza ve karınızdan başkasıyla olmayacağınıza dair bir sözleşme imzalıyorsunuz. Hadi tamam bazılarınız çok aşağıladığımı düşünebilirler olayı da bana yeni boşanan bir arkadaşım şunu söylemişti aynen: “Ona çok kızıyorum biliyor musun? Ben ona aşık olmuştum, ama aşkımın Adliye Sarayı’nda ne işi vardı?”. Cidden çok etkiledi beni bu. Ha tabii bu hiç evlenmeyelim manasına da gelmiyor, ama sanırım en temelde bazı şeyleri değiştirmemiz gerekiyor. En başta ilişki anlayışımızı.
Birbirinize evlenme sözü verdikten sonra olaylar sarpa sarar demiştim az önce. Çünkü artık ilişkinizde hiç de saf olmayan bir kavram baş göstermeye başlar: “Sahiplenme”. Maalesef bu tutku ilişkiler için öldürücüdür. Ben uzun süre şunu kendime kabul ettirememiştim, ama seslendirememiştim de: “Ben bu Dünya’ya onun için gelmedim ve bana bu kadar hesap sorma hakkını nerede buluyor?”. Gerçi yanıtı çok basitti, ilişkinin devamlılığı adına buna siz izin veriyorsunuz. Hani hep ilişkinin iplerinden bahsederler ya. Bir ilişkinin sürmesi için iplerin dengeli olmasından da bahseder bazı uzmanlarımız. Ben ipsiz ve sahiplenmesiz bir ilişki olmasını istiyorum arkadaşlar. Ben hayatım boyunca kimseye hesap sormadım, kimse de bana sormasın diyorum kendi ilişki anlayışımda. Ne kimsenin olayım, ne de kimse benim olsun. Bir defa aşklarımızı değiş tokuş edilebilecek bir mal olarak görmek onu ne kadar ufaltıyor ve yok ediyor. Ben o kızı seviyorum, ama bu sevgim onun bana telefon açıp “neden cebin kapalıydı, sen ne haltlar karıştırıyorsun” deme hakkını; daha da yumuşatılmış şekilde bunu söylemese bile aklından geçirme hakkını vermez ki. Eğer sorun “güven” meselesiyse o da tartışılır. Bir defa ben sevgilime “güven”iyorum ne demek yahu. “Onun benden başkasıyla olmayacağına” dair bir garanti belgesi midir güven? Bir defa aldatma diye birşeye de inanmam ben. Ne demek “aldatma” yahu? “Sen bana söz vermiştin benden başkasıyla olmayacağına dair, yalan söyledinin” açılımı mı bu. Demek ki o an içimden o kişiyle, o deneyimi yaşamak gelmiş ki yaşamışım. Neden sana aşık olduğum ilk anlarda gelmiyordu bu içimden? Çünkü o zamanlar beni bağlayıcı birşey yoktu ortada, bir söz vermemiştim. Arkadaşlar insan ruhu hiç göstermese de aslında böyle bağlayıcılara karşı o kadar tepkili ki. Hayatınızın en büyük aşkı da olsa kendisini bir yükümlülük altında hissettiği anda hemen tavrını koyuyor ve belki de o anda “başkasıyla olmayı” istemiyorsa bile yapabiliyor nefes almak adına. Hele 2-3 senelik ilişkilerde bu daha da yoğun görülüyor. Karşınızdakine aşık olduğunuzu bile unutup alışkanlıklarla yaşamaya başlıyorsunuz, taa ki onunla ayrılana kadar. Ayrıldıktan sonra hatırlıyorsunuz aşkınızı.
Tabii bunların olmasının en büyük nedeni de “An”ı yaşamamak. Biz “An”ı yaşamayı, yaşadığımız “An”dan tad almayı bilmiyoruz. Azıcık tattığımızda da ona sahip olma adına yırtınıp duruyoruz. Zamanında çok sevdiğim bir abimin verdiği bir örneği hiç unutmam: “Sen bir ırmaksındır, kendi yatağında akmaktasındır, sen akarken yanına başka ırmaklar yaklaşır ve siz beraber akmaya başlarsınız. O ırmakların geldikleri gibi senden uzaklaştıkları zamanlarda olur, ama evren yeni yeni ırmaklarla seni birleştirir hep doğru zamanda, ihtiyacın olduğu anda. İlişkiler açısından bu akışa uyarsan mutlu olabilirsin ama senden uzaklaşan bir ırmağa yada senle beraber akmayacağı belli olan bir ırmakla arana köprüler kurmaya çalışmak hem yorucu olur, hem de asla beraber akmak gibi olmaz. O yüzden akışına bırakmak lazımdır herşeyi”. Bizler beraber akarken genellikle hep sonraki o ayrılış anına göre hareket ediyoruz ve o anın gerçekleşmemesi için elimizden eleni yapıyoruz. Tabii bunu yapmaya çalışırken de hem o anı yaklaştırıyoruz, hem de birlikte aktığımız zamanların tadını çıkartamıyoruz. Bir kitapta okumuştum ve ne demek istediğini şimdi şimdi anlıyorum: “Sana seni sonsuza kadar seveceğimi söylersem ona o an için sonuna kadar inan, çünkü öyle hissediyorumdur. Ama bu sözü yarın unut”.
Sizleri sonsuza kadar seveceğim….