Bir manastırda yaşayan ve orada başrahibin işlerini gören çocuk hakkında anlatılan bir Zen hikayesi vardır.
Bir gün çocuk başrahibin yanına yaklaşır. Elinde kıymetli bir çay fincanının parçaları vardır.
“Nasıl oldu bu?” diye sorar rahip, canı sıkılmış bir sesle.
“Elimden düştü” diye yanıtlar çocuk.
Başrahip tam nasihate, dikkatsizlik yüzünden azara başlayacağı sırada çocuk konuşmaya başlar: “Geçen gün şöyle söylediğinizi duydum: ‘Yaratılmış olan alemde her şeyin doğacağı, yaşayacağı ve öleceği bir zaman vardır.’ Ve bu fincanı elimden düşürünce anladım ki, bu gün bu fincanın öleceği zaman gelmiş. Onun bu dünyadan ayrılmasına yardım eden kişi nasılsa ben oldum.”
Rahip susmuş, gülümseyerek kafasını sallamış.
“Ölüme bilgece baktırabilecek ekinler çocukken şuurlara ekilmeli” diyerek iç geçirdim, hikayeyi okurken.
Çocukluk döneminde ailenizde, yakın çevrenizde meydana gelen ölümler sırasında üstlendiğiniz etki kayıtlarınızı yoklar mısınız hiç?
Yanı başımızda varolan ve hep varolacağını zannettiğimiz bir babanın, annenin, büyükanne ve babaların birdenbire “yok”lara karışmasının ardından hiçbir şey anlamadan bakakalmak, ufacık başımızla “yok” oluşun som acısı ve gidilen yerin bilinmezliğiyle yüzleşmek kaç kulaç derinliklerimize ne tortular salmıştı acaba?
Varlığın yolculuğunu, ruhun macerasını hatırlayan daha şuurlu büyüklerin evine konuk olsaydık, soran gözlerimiz takıldığı gözlerde makul cevaplar bulabilseydi, yaşam süreçlerimizi daha korkulardan arınmış ve kaliteli yaşamaz mıydık?
Hayattan alınacak dersler, hiç şüphesiz ki, beşikten mezara kadar devam eder; ve yaş ilerledikçe daha kapsamlı bilgilere ihtiyaç duyarak gelişmeyi sürdürürüz.
Ancak, çocuklukta bize verilen derslerin, sunulan değerler sisteminin kendine has çok özel bir niteliği de var elbet.
Bunlar zihin, duygu ve dolayısıyla ruh dünyamızda ayrı bir yer tutarak tüm yaşamımıza alttan alta projekte olmaya devam ediyorlar.
Yapılan bu ekimlerin yanlış olduklarını ve bize acı verdiklerini görsek bile, “tam olarak” dönüştürmemiz çok çetin mücadeleler gerektiriyor.
William James’in dediği gibi, “Zihinde oluşan bu etkiler bizi ayyaş da yapabiliyor, aziz de.”
Kendi kaderimiz üzerinde en az söz söyleme hakkına sahip olduğumuz ve kişiliğimizin şekillenmesinde çok etkili olan erken çocukluk döneminde bizi bir kalıba sokarak “yetişkin” yapmaya çalışan büyüklerin hayatın en başat soruları karşısında sağlam bir donanım giyinmiş olmaları, en az karnımızı doyurmaları kadar birincil şart olmalıydı önem listelerinde.
Çocuklarına bu güzel dünyamızın tek nedeninin kör bir tesadüf olmadığını, karnımızı doyurmak, çoğalmak, zevkimizi tatmin etmek ve hep başarıyı istemekten öte bir maceranın yoldaşı olduğumuzu, gelmelerin ve gitmelerin normal olduğunu daha az anlam boşlukları bırakacak ve korku-güvensizlik salmayacak bir ruhsal yolla anlatabilen büyükler elinde şekillenseydik yürürlükteki psikolojilerimiz üzerinde önemli farklılıklar meydana gelirdi kanımca.
Nereden geldiklerini ve nereye dönmeleri gerektiğini unutan büyükler ve onların ellerinde şekillenen büyük adayı küçükler, aldıkları telkinlerle, bu dünyada bir yandan uyurken, öte yandan uçup giden zamanın zamanın baskısı ve “her canlı ölümü tadacaktır!” korkusuyla baş etmeye çalışırlar.
Kur’anda, “İnsan en unutkandır, en aldanmıştır” der.
Kutsal bir Hindu metninde ise anlamlı bir hikaye anlatılır.
Olaylar sonsuz bir çölde başlar.
Tanrı ile Narada adlı bilge yan yana yürürlerken gözleri engin bir boşluğa dalar.
Bir süre sonra Narada Tanrı’ya dönüp sorar: “Ey yüce Tanrım, bu dünyanın ve orada yaşayan bütün yaratılmışların hayatının görünümlerinin ardındaki sır nedir?”
Tanrı gülümser ve susar.
Yola devam ederler.”Evladım” diyerek ufka bakar Tanrı.”Güneşin sıcağı beni susattı.Bu yoldan biraz daha gidersen bir ırmak bulacaksın.Irmağı takip et, bir kasabaya geleceksin.Oradaki evlerden birisine git ve bana bir bardak soğuk su getir.”
“Hemen” der Narada ve yola koyulur.
Bomboş arazide dakikalarca yürüdükten sonra gerçekten bir ırmağa gelir.Irmağın öte yanında bir yerleşim alanı vardır.Narada derli toplu gözüken bir çiftlik evine yaklaşarak kapıyı çalar.
Kapıyı gözleri ışık saçan, şahane bir kız açar.
Kızın gözleri ona Yüce Tanrı’sının gözlerini hatırlatır.
Narada bu gözlerin içine baktığı anda Tanrı’nın talimatını ve oraya geliş amacını unutuverir!
Sonrası mı?
Uzun hikaye ama şöyle özetlenebilir.
Narada bu şahane kızla evlenip çoluk çocuk sahibi olur.İşlerini büyütür.Kasabanın güven duyulan lideri olur; böylece hayat anlamlı ve başarılı bir şekilde yıllarca sürer gider.
Taa ki Muson yağmurları kasabayı ve tüm sevdiklerini sellerle yok edene kadar.
Narada’nın bedeni azgın sularla oradan oraya savrularak tepetakla ırmağa sürüklenir.
Saatler, günler, belki de aylar geçmiş gibidir.
Sonunda gün aydınlanmış, fırtına dinmiştir.
Ancak ortalıkta ailesinden en ufak bir iz olmadığı gibi başka bir canlı da görünmemektedir.
Irmakta önünden enkaz yığınlıkları sürüklenmekte, havada ölümün kokusu duyulmaktadır.
Artık her şeyi elinden alınmış, sevdiği ve değer verdiği ne varsa suların girdaplarında yitip gitmiştir.
Ağlamaktan başka yapacak bir şey yok gibidir.
Derken Narada aniden bir ses duyar.
Adeta kanını donduran bu ses, “Evladım, senden istediğim bir bardak soğuk su nerede” diye sormaktadır.
Narada döner ve yanıbaşında duran Tanrıyı görür.
Irmak kaybolmuştur; onlar yine sonsuz bir çölde yalnızdırlar.
Tanrı bir daha sorar: “Tam beş dakikadır bekliyorum burada, suyum nerede Narada?!”
Narada Tanrı’sının ayaklarına kapanarak, “Ahh nasıl unuttum, beni bağışla!” diye feryat ederek yalvarır.
Tanrı gülümser ve şöyle der: “Peki Narada, dünyanın ve üzerinde yaşayan bütün yaratılmışların görünümlerinin ardındaki sırrı şimdi anlıyor musun?”
Tıpkı Narada gibi, bir şeyler öğrenmek için bu dünyaya gönderildiğimiz (ya da kendi seçimimizle geldiğimiz) tarzında, aslında pek de yeni sayılmayacak bir kanaati ne kadar paylaşıyoruz bilmem? Ancak, mistik öğretmen Gurdjieff’in yakın bir takipçisi olan edebiyat eleştirmeni ve ruhçu filozof A.R.Orage bu spritüel sabotajın arkasındaki mekanizmayı çok açık bir şekilde anlatmıştır.
Yetişkinlerin genç zihinler üzerindeki tesirlerini, çocukların ne gibi süreçler dahilinde farkında ve alıcı varlıklar olmaktan çıkarak mekanik davranışlarda bulunan kapalı yetişkinler haline geldiklerini uzun yıllar araştırmış olan Orage çocuklukta aldığımız yanlış-eksik telkinleri en önemli ve kritik faktör olarak betimlemektedir.
Çevremizdeki yetişkinler ve yeryüzü organizasyonları tarafından bize bir şekilde verilen kişisel ve sosyal eğitime bağlı olarak, çok geçmeden bilge Narada gibi uyuşturularak ruhsal bir sarhoşluk haline sokulur ve insan olarak doğmanın nasıl bir fırsat olduğunu anlayamadan korka korka çekip gideriz bu dünyadan.
Öldükten sonra bir “hiç” olmak; ya da mezarda ilk geceyi kafayı tabuta çarpıp sorgu meleklerince tartaklandıktan sonra cehenneme kavrulmaya yollanmak ( ödül olarak da cennette gılmanlar tarafından yelpazelenmek!) dışında hikayeler anlatan, ruhsal aile olmak gibi yüce konuları ele alma bilinci ve cüretini gösterebilen ailelerin çocukları olsaydık hem kendimize, hem dünyaya , hem de tüm yaratılmışlara daha az acı çektirirdik eminim.
Çocukların kendi ruhsal potansiyeliyle irtibat haline geçebilmesine yardımcı olmak her ana babanın en önemli vazifesi olmalı.
Esasen her birimizde mevcut olan bu potansiyel peri masalındaki uyuyan prenses gibi içimizde uyandırılmayı bekler ve hatta bizi çağırıp durur bir yaşam boyu.
Bu sesi duymamıza aracılık eden büyükler hem kendi evrensel enerjilerinin hem de gelişiminden sorumlu oldukları enerji potansiyelinin şarjına devinim kazandırarak fark yaratırlar.
Burada yine Gurdjieff’den bir örnek vermeden geçemeyeceğim: Bu çok değerli Gürcü üstad, “Dikkate Değer İnsanlarla Karşılaşmalar” kitabında kendisinin kastousilia adını verdiği bir metottan bahsediyor.
Bu metodun nasıl kullanıldığını ise şöyle anlatıyor: Çocuğun olduğu yerde bir kimse diğer bir kimseye ruhsallıkla ilgili sembolik bir soru sorar; bu hazırlıksız ve kendiliğinden gelen basit bir sorudur. Diğer kişi, acele etmeden, ciddi bir konuyu tartışıyormuşçasına yorumlar ve mantıklı bir şekilde yanıtlar.
Gurdjieff’in anlattıklarından öğrendiğimize göre, çocukluğunda, çoğu zaman babasının marangoz atölyesinde oturup çalışırken onu seyrederdi.
Bir gün küçük Gurdjieff’in eğitimine özel ilgi duyan ve o sıralarda kendisine dini konularda özel öğretenlik yapan bir papaz içeri girdi ve babasına aniden şu soruyu sordu: “Tanrı şu dakikada nerededir?”
Gurdjieff’in babası tereddütsüz cevap verdi: “Tanrı tam bu dakikada Sarıkamış yöresindedir”
Papaz şimdi şunu bilmek istiyordu: “Tanrı orada ne yapıyordur?”
Baba cevabında, “Tanrı o sırada Sarıkamış ormanlarında yetişen görülmemiş büyüklükteki çam ağaçlarından merdivenler yapmaktadır.Bu merdivenlerin en üstüne, insanların teker teker, hatta bütün milletlerin tümüyle çıkıp inebileceklerini düşünerek mutluluk koyacaktır” diyordu.
Daha sonraki yıllarda Gurdjieff , o zaman anlamsız görünen bu garip konuşmaların zengin ruhsal anlamlarla dolu olduğunu ve kendisini alt şuur seviyesinde derinden etkileyerek ruhsal ve ezoterik bilgilere hazırladığını anlamıştı.
Gurdjieff’in babasının yöntemiyle, çocuklara normalde dinlemek istemeyecekleri evrensel ve metafizik kavramları yavaş yavaş anlatmak; ölüm, reenkarnasyon, yaptıklarımızın karşılıksız kalmaması gibi kavramları mecazi ifadeler ve hoş hikayelerle telkin etmemiz mümkündür.
Ruhsal ana babalar, ruhsal potansiyeliyle irtibata geçip içsel dürtülerini ifade etmeye yönlendirilen çocukların hayatlarının herhangi bir anında şu nihai soruları soracaklarına inanırlar:
“Ben kimim?”
“Nereden gedim?”
“Nereye gidiyorum?”
İnsanlık tarafından çağlar boyu beslenen inanca göre, bu sorular üzerinde bir kere ciddi olarak düşünülmeye başlandı mı, ardından kutsal olanı-hakikati arayış gelecektir.
Budist Dharmapada da, “Arabanın kendisini çeken atı takip etmesi kadar doğallıkla yapılacaktır bu arayış.” diyerek anlatılır.
Çocukların kafalarını hiçbir anlamı olmayan, saçmalıklarla dolu, korkutucu, zihin açmayan, kalbi ısıtmayan hikayelerle doldurmak onları özlerinden koparmak, evrensel ideallerden mahrum bırakmak demektir.
Erişkinlik yıllarında yaşayacakları boşluklara, anlamsızlıklara, can sıkıntılarına ve korkulara kapı aralamak demektir.
Yeni Çağın genç nesline bir filiz büyütüyorsak, alt şuur seviyesini derinden etkileyen “ölüm” gibi olguları ruhsal bilgilerle takviye etmenin uygun bir yolunu bulup öğretmeliyiz.
Çocuğa doğduğu günden itibaren, günlük aktiviteler sırasında, iyi seçilmiş sözlü-görsel vasıtalarla ruhsallığı hatırlatmalıyız.
Bu hatırlatma vasıtaları küçük küçük bile olsa; günler-yıllar içinde çocuğun alt şuurunda birikerek “evrensel düzen” nosyonunun burada yer etmesi ustalıkla gerçekleştirilebilir.
Ve çocuğun ruhsal idrakinin kök salacağı, onu gereksiz korku ve travmalardan koruyacak sağlam ve kalıcı zemin böylece hazırlanabilir
Narada durumuna düşmemek için; sık sık hatırlamalıyız, hatırlatmalıyız.