Bundan önceki yazımda Türkler’in yaşadıkları yerlerden Anadolu topraklarına girişine, Osman Bey’in kurduğu İmparatorluğun kendi sınırlarını nerelere kadar genişlettiğine değinmiş, “Osmanlı’dan bahsederken bir çizgiyi baz alabilir miyiz?” demiştim. Yani, bir devri incelerken sanki bir organizmadan bahsediyoruz diyelim, bunun bir başı, kolları ve bacakları var. Bir de imparatorluk kavramı, tahlil edeceğimiz ve ” X varlığı burada böyle davranmaz, sinirli bir yapısı vardır ya da çok sakindir, tam O’na uygun bir hareket biçimi”diyebileceğimiz bir şey olabilir mi?

Osmanlı’nın devlet olarak yaşam süresi 632 yıl (1299- 1922). Bu dönem boyunca 36 tane padişah, 215 tane de sadrazam başa geçmiş. Şu anda birden fazla internet forumda Fatih devrinde devşirme yoluyla Müslümanlaştırılan yabancı ırktan sadrazamlar hakkında bile çok hararetli tartışmalar yapılmakta. Ve görülen odur ki, en etkili Osmanlı çöküş sebeplerinden biri olarak işaret edilenlerden biri de Türk ırkından gelmeyen kişilerin devlet yönetimine getirilmesi. Yapılan hatalar, “beceriksizlik” olarak kişilerin farklı milletten gelmelerine yüklenmekte. Acaba, aynı beceriksizlikler (!) Türk olanlar tarafından yapılsaydı, yorumlar bu kadar acımasız mı olacaktı?

İşte milletini ve vatanını sevmekle, çıkarcılık, güç bağımlılığı, para hırsı gibi insani özellikleri bu farklılıklara yüklemek arasında bu kadar ince bir çizgi var. Osmanlı devletinin devşirme politikasındaki şartları da insanların kendi ananevi özelliklerinden koparılıp elimine edilmesi olarak değerlendiren, bu yapılanı şu anki insan haklarına karşı bulanı da var. Neden? Çünkü uygulamanın içinde bireyin rızası yok. Bazı yerlerde yazdığı gibi aileler bu konuda destekleyici olsalar gibi yansıtılsa bile bunun tersi de olabilir çünkü devşirme, devletin bir ihtiyacı olarak ortaya çıkıyor. Çocuklarını, vergiden muaf tutulmak amacıyla verenler var. Daha sonra çocuk ne anne, ne baba tarafından tanınır hale geliyor,Müslüman bir aile yanına verilip Müslümanlaştırılıyor ve ondan sonra eğitime alınıyor. Görünüş dahi baz alınarak ayrılıp, farklı görevlerde çalışmaya başlıyor. Yani, günümüz şartlarına pek de uymayan olaylar gerçekleşiyor.

Bir de şu günlerde birçok fikirinsanının sürekli tekrarladığı bir düşünce; ” Tarihi değerlendirirken o dönemlerin şartlarını göz önüne almalı, olaylara bugünün değerleri ile yaklaşmamalıyız.” Bilirsiniz, bir doğrunun kaç çeşit söylenme çeşidi olduğunu… Bu bakış açısına da yüreklere dondurulmuş etkisi yaptığı ve bir çeşit beyin yıkama metodu olarak gördüğüm için karşı çıkıyorum. Aynı cümleyi şu şekilde çevirebiliriz; ” Okuduğumuzda tarihimiz bize bu nasıl olur? sorusu sordurmasın, olaylar o günün şartlarında yaşandı ve zamanın doğrusu buydu, büyüklerin bir bildiği vardır, sen ondan iyisini mi bileceksin?!!”

Böylelikle ne yapılıyor? Geçmişte yaşanmış olaylara, alınan kararlara da bir yorum getirme kapısı sonuna kadar kapatılıyor. Bunun neresi normal? Tarih yalnızca yapılanın okunup kafa sallanması için mi, yoksa uygulayıcısı kim olursa olsun önce insan olduğu, kendine göre çıkarları bulunduğu ya da hata yapabileceği göz önünde bulundurularak mı ele alınmalı? Okuduğum tarih sahnelerindeki kişileri, olayları, şartları düşünme ve bugünün doğrularıyla değerlendirme şansım niye olmuyor? Bu hakkı elimden alan kim?

Herşeyi bir kenara bırakalım, “İmparatorluk” kelimesi bile emperyalizmi çağrıştırdığı için yerine devleti kullananlar var.Şu aralar yerden yere vurduğumuz emperyalizm nedir ona bakmaya kalktığımızda ise gördüğümüz en önemli şeylerden biri, bu konuda dahil olmak üzere, üzerinde düşünülen ve araştırma yapılan her başlıkla, O’nu anlamak isteyen arasında doğru orantılı bir bağ kurulduğu.

Tanımlamada, karşılaştığımız bir tek açıklama bile birden fazla kollara ayrılır. Yani, aynı kavrama muhafazakarlar, marksistler, olaya toplumsal ve psikolojik yaklaşanlar, liberaller… ve diğerleri farklı olarak yaklaşırlar. Hepsinin ortak paydasında ise “egemenliğin ve kontrolün dolaylı olarak genişlemesi” anlayışına rastlarız.

Bu doğrultuda her kafadan bir ses çıkabilir, herkes birbirini şovenlikle, lümpenlikle, sözde aydınlık, ağmazlıkla ve diğer şimdi aklıma gelmeyen bir sürü sıfatlarla da onurlandırabilir (!) ama bir tek şey bunların sesini kısabilir. Biri ortaya çıkar, bir nağra atar ” Yeter leynnnnnn!” ve iki el ateş sesi duyulur. Sesler kesilmiştir…oyun biter…çünkü bazılarına göre halklar kardeş değil ve asla da olamazlar, bilinç altına yerleştirilmiş olması gereken slogan şöyle der; ” Herkes senin düşmanındır!” insanlar birbirlerine görünmez maskelerle bakmakta ve aslında için için kendi topraklarını istemektedirler.

Eh! tabi ki bana göre onu da isteyen olacaktır, bu da gayet normaldir. Nasıl zamanında Osman Bey Anadolu’ya gelip de kendi soyunu belli bölgelere yerleştirdiyse, o topraklar padişahlara aitse ve üstünde istediklerini yapabilme yetkileri varsa aynı şekilde başkaları da aynı emelleri güdebilirler.

Burada savunulması gereken iç ve dış düşman olarak nitelendirilenlerin neden bu amaçlar uğruna kafa patlattıkları veya harekete geçtikleri değil, bu ortamı yaratmamak için nasıl bir duruş sergilenmelidir sorusunun sorulmasıdır. Kendi öz toplumu da dahil olmak üzere o topraklar üzerinde yaşamayı seçmiş, ailesini efradını aynı mekanlarda yaşatmış, evini barkını satın almış insanlara refah hayat koşulları sağlayabilmektir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü esnasında kendi çıkarı doğrultusunda olayı kullanmak isteyenler çıkabileceği gibi, asayişin zayıflamasından ve belleri doğrultamayacak derecede yaşayan halk yığınlarına yapılan baskılarda galeyana gelenler de vardır. Yapılan yorumlarda ise bir kısım resmin bu tarafından tutup olayı yorumlar, diğer kısım ise çetecilik yapanların hepsini o zamanın ortalama 1.5 milyonluk halkına yayar.

Günümüzde İmparatorluk, işleyişini ekonomik anlamda güçlenme ve uluslararası şirketler yoluyla pazarlama politikaları şeklinde gösterir ve dünya halkları tarafından toplumların birbirleri üzerinde doğrudan hegamonya kurması da güzel bir durum olarak değerlendirilmez. Şu an, Amerika’nın yaptığı gövde gösterisi, bütün herkese kulağını tıkayarak yarattığı kaotik ortam kötülüğe ve aynı şekilde ” Ben liderim, istediğim toprağa bahanemi yaratıp girerim!” mantığına davetiye çıkarttığı için örnek gösterilemez.

O yüzden, geçmişte tarihsel olarak ülkelerin yaptıkları hataları öne çıkartarak bugüne dek sessizce izlenmiş olanları kalkan olarak kullanmaya başlamak da insan haklarını savunanlar açısından samimi bir yaklaşım olarak değerlendirilmez. Türkiye’nin karşısına bir iddia ile gelinmişse; ” Tencere dibin kara benimki senden kara” atasözlerini anımsatacak savunmalar yapmak ne kadar tatmin edici olabilir?

Konumuza dönecek olursak, işin felsefesinde demek ki ne yapılıyor? Olayın aslı yerinde duruyor. Ama tanımlar değişiklik gösteriyor. Oynanan oyunlardan bir diğeri… Aslında belki oyun demek de haksızlık olur, bunun adına “farklı düşünme yolu” ya da “felsefe” denilebilir. Benim için başkası tarafından verilen isime takıntı yapmak da önemli değil ve her konuda ” Bu böyledir” yerine “Olan nedir?” sorusu tartışılmalı.

Bu kadar paragraftır anlatmaya çalıştığım ana nokta aslında şu; fili tasvir etmeye uğraşan körler misali herkes bir tarafından yakalamış ve tuttuğu yerin doğruluğundan emin; ” Hayır bu fil değil düpedüz koldur!” derken, bir diğeri;”Sen yanlışsın aziz kardeşim, o kol dediğin düpedüz kulak, kulak!” diyerek diyaloğu devam ettiriyor. Çünkü dünyadaki tüm tanımlar görecelidir.

Aşırı milliyetçi uçların her ikisinin de yaptığı şey tarihler arasında, ölü sayılarında, önce kim başlattılarla olayı bulandırıp ortalama insanları böğürtünceye kadar bilgiye boğma mekanizmasından başka bir şey değil. Belli bir yerden sonra konuyu anlamak için yola çıkan da; ” Yetti yahu, ne olduysa olmuş, bu insanlara iyi bile olmuş!” demeye kadar vardırıyor işi. Bunun sonucunda uzun vadede çok tehlikeli bir oluşum beliriyor çünkübu kalabalıklık, olayın yeterli derecede okumayan ve araştırmayan kesim tarafından sahiplenmesine ve işi, “milliyetçiyim!” çığlıkları atarak oraya buraya saldırmasına kadar götürüyor.

Benim, en fazla yaralandığım noktaya gelince…Filin koluymuş, kulağıymış, gövdesiymiş…onları geçelim, insanların karşılıklı empatiden yoksunlukları. Bu konu gündeme gelene kadar gülüp söylediğiniz, belki de içip dansettiklerinizle bir anda papaz olmayı tadmanın şoku.

Şöyle bir bakış açısı; ” Yapılması gerekiyordu ve yapıldı Nokta!” Evet evet! Maalesef, bunu bir çok insandan duydum. Gülen suratlar bir anda geriliyor, hafifçe dişler sıkılmaya başlıyor, yüz ifadesizleşiyor vebeyin denilen mekanizmada şalterler atmaya başlıyor. Kendilerini ve ailelerini bir kere bile, ” Eğer, ben de o koşullar altında yaşayan ve hiç suçum yokken binlerce yıldır yaşadığım topraklardan sürülmek zorunda kalan bir insan olsaydım ne yapardım?”” Bebeğim kucağımdayken, onu bir daha görmemek üzere komşuma bırakırken ne düşünürdüm?” “Gözümün önünde çocuğuma tecavüz edilirken, kocam ya da karım öldürülürken kendimi ne kadar tutabilirdim?” diyebilecek bir mekanizma çalışmıyor ve bu durum beni gerçekten de çok ama çok yaralıyor.

Yine, bu gereği yapıldı grubuna; “Eğer Türkler başka ırkların hegamonyası altında kalırsa o zaman ne olurdu?” ya da “Türk sivillerinin sürülmesi ve yollarda onlarca kayba uğramaları…” sorulduğunda cevap ” Asla olmaz!” la kesilip atılıveriyor. Aynı şekilde, şimdiye kadar hesabı sorulması bir kere bile düşünülmemiş, savaş sırasında askerler tarafından yaşadıkları yerden itilen ya da kendisini güvende hissetmediği için yer değiştirmek zorunda kalan Türkler’in hepsi ” Dişe diş kana kan!” mantığıyla hortlatılıveriyorlar. Bu filmin içinde hakları savunulanın tüm siviller olduğu unutturularak oyun yine Ermeni ve Türk takımları arasında oynanan, birinin kazanıp diğerinin kaybedeceği bir maça dönüştürülüyor.

Aslında, kısa devreye sebep olan felsefenin altında yatan düşünce sistemi şu; ” Önce onlar başlattı! Benim vatanımı bölmeye çalıştılar! Çoluk çocuk demeden Türk köylerine girip korkunç şeyler yaptılar. Kısacası bu sonucu hak ettirler!” Bazı akademik olduğunu iddia eden araştırma yazılarında soykırım tanımlamasında geçen ” etnik kökeni farklı olan halkın tümünün ya da bir kısmının…” bölümü, o halkın toptanının savaşa girmeye hazır potansiyel siyasi suçlu olduğunu varsayarak olayı kendiliğinden tersine çeviriveriyor. Aynı grup, soykırımın tanımı için kanıtlanması gerekir ve bunun için de kağıt işlemleri ortaya çıkartılmalıdır demekte…

Peki, o zaman ortaya başka bir soru çıkıyor. Ermeni toplumunun hepsinin potansiyel suçlu olduğunun kanıtı nerede? Bu suçluların içindeki çocukların, yaşlıların, kadınların işi ne? Dolayısıyla, bana göre işin kağıda dökülmüş kısmında yazan iyi niyet varsa da uygulamadaki fark ortaya çıkıyor. Bu bazılarına göre kılıfı hazırlanmış bir duruma, bir diğerine göre de soykırım’ın en önemli şartı olan ” kasıt” ı barındırmadığı için tanımın kapsamına girmiyor.

Tamam, yazılı olan tüm şartların en iyi şekilde sağlanmaya çalışıldığı bir ortam diyelim. Fakat, ülkenin durumu belli. Hastalık, imkansızlıklar, kıtlıklar ortada. Tartışılan isimlendirmeler şöyle; ağır ihmal, soykırım, karşılıklı ölme ve öldürme, çok büyük bir trajedi, yanlışlıkla ve hastalıkla olan ölümler…Ama bir yaşanmışlık var. İsim, bu olanları değiştirebiliyor mu? Acıları azaltabiliyor mu? Aslında, soykırım dense olay kan davası gibi bir yerde, geçmişte yapılanın acısı ve öfkesi bugünün toplumundan bu şekilde çıkarılacak ve çıkarılıyor da zaten. Türk’lerin alınlarında ” soykırımcı toplum!” damgası yapışacak ve hiç çıkmayacak. Bu da bir ırkçılık ve genelleme politikası değil midir? Biz, suçlu olanlardan değiliz demek bu kadar zor mu? Bizler aynı insanlar değiliz demek…Fakat bu da tarihimize sahip çıkalım, yüz yıl önce yaşamış ve adını sanını tarih kitaplarının tozlu sayfalarında gördüğümüz insanlara kefil olalım mantığına ters, öyle değil mi? 

Enver’in Sarıkamış olayında sergilediği ve kendi romantik, panislavizm hayallerine kapılarak cepheye sürdüğü askerlerin donarak ölmeleri nasıl askeri hatalarından biriyse, bu da öyle. Bu hatalı kararın aradan yüz yıl geçtikten sonra ” soykırım” tanımına uyması ya da uymaması önemli değil, aksine olayı daha da can acıtıcı bir yere sürüklemekte. Resim kesinlikle net değil, siyah beyaz ayırımını yapmak nerdeyse imkansız ama bu suçlama karşısında insanlar kendilerini savunmak zorunda hissediyorlar.

İlk karşılaşma, reddetme… Sonraki aşaması ya okumadan araştırmadan reddedişe devam ya vicdan sorunu yüzünden olayın acıklı kısımlarını sansürlemek veya algılamamak anlamında; ” Bu karar dünyanın en başarılı uygulamasıdır!” a kadar giden bir çizgi…

Aslında farkında değiliz belki ama reddetmek de yakıştırmamaktan kaynaklanıyor. Çünkü buna karar vermiş olanlarla bu zamanın insanı aynı bakış açısına sahip değil. Bu, bir yerde gurur duyulacak bir gelişme olarak kabul edilmeli. Nasıl ki engizisyon mahkemelerinde kadının cadılığını sorgulayıp, yakılmasına karar veren bir toplumdan, günümüz fenimizmine doğru bir ilerleme kaydedilmişse, bu olaya da o şekilde bakılmalı. Toplumlar değişiyor, dünyada hala çıkarlar için insanlar öldürülmeye, topraklar işgal edilmeye devam da etse, en azından bu tip bakış açıları, baskının karşısında hakkını alamayan ezilmişin hukuğu olmalıdır.

Tanımlar yıllar geçtikçe yüzyılın içinde yaşanan olaylar çerçevesinde değişime ve genişlemeye tabi tutulurlar. Bunun altında yatan insani amaç, hiç bir kültürün diğeri üzerinde diktatörce ve eşitliğe uymayan şekilde hegamonyasına izin vermemektir. Pratikte yaşanan kötü örnekler olması gerekeni değiştirmemeli ve insanlar bu konulara karışmayı ve alet olmayı reddetmelidir. Hepimizin bireysel gücü çok fazla. Kamuoyu desteği almayan bir düşünce formu dünyanın hiç bir yerinde ayakta kalamaz.

Atlas Dergisi’nin Şubat 2007 sayısında Murat Bardakçı’nın yazdığı yazıda tehcirin ardından kalan boş binaların sayısı verilirken, İzmir Valisi Rahmi Bey’in nasıl tehciri engelleyici rol oynadığından bahsedilmiş. Rahmi Bey’in 1919 yılında İç İşleri Bakanlığı’na gönderdiği raporda, bu hareketin Osmanlı Devletine yakışmayacak bir hareket olduğu, kendi ağzından “bu insanların bizlere bir kötülüğü dokunmadığı” belirtilmiştir. Aynı şekilde, Etyan Mahçupyan ( Zaman Gazetesi’ne yazmakta ) verdiği bir röportajda Kastamonu’nda yaşayan Müslüman ahalinin Çorum’daki Ermeniler’in tehcir edildiğini öğrendiklerinde ” Biz kendi Ermeniler’imizden çok memnunuz, onların bir yere gitmesini istemiyoruz, Kastamonu’da tehcir olmasın.” diye devlete resmi müracatta bulunduklarını ancak bunun sonrasında Kastamonu valisinin değiştirildiğini ve oradakilerin de tehcire dahil edildiğini söylüyor. Dolayısıyla, bazı bölgelerde Ermeni ahaliden memnun olanlar da var.

Bu örneklerden ortaya çıkan nedir? Bir kere, ne olursa olsun savaşılan noktaların içinde ve dışında kalan Ermeniler, Ermeni olduğu için toplanmakta. Bununalternatifleri olsa da görülen o ki illerden çoğunlukla alınan sayılardan sonra o bölgelerde Ermeni kalmıyor geriye. Yani, Osmanlı Devleti bu kararı alırken Ermenileri varlığına tehtid olarak algılamakta. “Algılar ne olmuş!?” ya da “Zamanının İmparatorluğuydu, istese daha da kötüsünü yapardı!” gibi ifadeler savunmada görüldüğü gibi etkisini pek gösteremiyor. Buradaki tartışma aslında gelip şu soruya dayanıyor; ” Savaş ortamında devletin kendi sınırları içerisinde yaşayan farklı ırka mensup olan grupların komitacılarıları eğer o ülkeye savaş ilan ederse, siviller de bu savaştan nasibini almalı mı?” Yani, dünya tarafından kabul edilen PKK terör örgütünün yaptığı faaliyetler, Kürt vatandaşlarımızın haklarını ve hukuklarını ne oranda etkilemelidir?

Şimdi, Forsnet’in hazırladığı Ermeni Meselesi ile ilgili sitede verilen bilgilerle kim nereden sevkedilmiş onlara bir bakalım…

Sevk edilen

Kalan

Adana

14.000

15-16.000

Ankara (Merkez)

21.236

733

Aydın

250

Birecik

1.200

Diyarbakır

20.000

Dörtyol

9.000

Erzurum

5.500

Eskişehir

7.000

Giresun

328

Görele

250

Halep

26.064

Haymana

60

İzmir

256

İzmit

58.000

Kalacık

257

Karahisarı sahib

5.769

2.222

Kayseri

45.036

4.911

Keskin

1.169

Kırşehir

747

Konya

1.900

Kütahya

1.400

Mamuretülaziz

51.000

4.000

Maraş

8.845

Nallıhan

479

Ordu

36

Perşembe

390

Sivas

136.084

6.055

Sungurlu

576

Sürmene

290

Tirebolu

45

Trabzon

3.400

Ulubey

30

Yozgat

10.916

TOPLAM

422.758

32.766

(Forsnet)

Radikal yazarı Derya Tulga NTV’ye verdiği röportajda şunları söylemiş; Devletin maksadı neydi? Efendim, bizde şimdi anlatıyorlar çarpışmaydı falan, hayır devletin maksadı şuydu. Ermenileri yaşam sahalarından alıp, başka yaşam sahalarına götürmek ve orada bırakmak. Geri döneceklerdi diye kimse iddia etmesin, mümkün değil. Döndüler tabii sonradan o ayrı. Ama devletin esas maksadı, Ermenileri oraya yerleştirmekti, hayat sahalarını oraya kurmaktı. Hatta iddialar var, Ermeni milliyetçiliğini, Arap milliyetçiliğine denge unsuru olarak kullanmak diye… Ondan sonra şimdi millet zannediyor ki, o zamanki yol şartlarıyla, bugünkü yol şartları aynı. Maraş’la Antep arası dört günmüş, düşünebiliyor musunuz? Dört gün… Siz adamı alıyorsunuz ta Trabzon’dan Suriye’ye hatta Musul’a kadar yürütüyorsunuz. Pikniğe götürseniz çok ağır kayıplar verir. Yani ağır ihmal muhakkak ki var. Ancak bunun tartışması Ermenilerin dediği gibi olmaz.

Yine Murat Bardakçı’nın yazısında ( Atlas dergisi Şubat sayısı ) 1917 yılında Halide Edip’in İstanbul’a Maliye Nazırı Cavit Bey’e gönderdiği bir mektup var;

“Muhterem Cavid Bey.

…Suriye’yi ve Suriyeliler’i çok seviyorum. …Esasen bu memleket bugünlerde hep insanı ağlatacak gibi. Eleminde o kadar derin ve ezilmiş bir şey var. Bilhassa Ermeniler, Cemal Paşa’nın aziz başına Allah’la beraber yemin eden, sırf burada yaşamak hakkını bulan bir sürü bedbaht Ermeni var. Mektebe bağlı bir binada da birçok var. Çöllerde ot yiyerek karınları şiştikten sonra kimi anasını, kimi babasını, bir çokları da çocuklarını kaybettikten sonra buraya düşmüşler. Daha doğrusu, Cemal Paşa getirtmiş. Belediye biraz yiyecek veriyor, oturuyorlar. …Çocuklarıyla, kadınlarıyla ayrıca meşgul oluyorum. …Dışarıdan anası açlıktan ölen, babası yanında öldürülen on iki yaşında bir Ermeni kızı geldi, iltica etti …Büyük gözleriyle etrafımda dolaşıyor, lüzumlu lüzumsuz elimi öpüp ağlıyor. Bahçede bir facia daha var! …Birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki oğlunu ve ailesini nereye attıklarını bilemiyor. Ayakları çıplak, gözleri elem içinde, mütemadiyen işaretle feláketini haykırıyor. Bazen geceleri çocuğu ölen bir kadın gibi, başı elleri içinde döğünüyor, döğünüyor. Gündüzleri yazı yazarken bazen hıçkırdığını işitiyorum. Pencereye koşuyorum, aşağıda bahçede ellerini sallıyor. …İşte bunlardan binlerce, yüzlerce var. Yetimhaneler hayatta bir şeyin teláfi edemeyeceği şeyi kaybetmiş yarı aç bedbaht çocuklarla dolu.

‘HERKES AĞLIYORDU’

Ermeniler bana diyorlar ki, “Senin Suriye’ye gelmeni iki aydır uykumuz kaçarak bekledik. Bizim için bir şey yap. Dünyada bir Cemal Paşa, bir seni severiz”. Ben ne yapabilirim? Her gittiğim yerde bana mutlak sefalet manzaralarını gösterip ağlıyorlar. Şam’da beni bir saat eski dar sokaklarda dolaştırdıktan sonra götürdükleri bir yerde kadın, erkek söylediler, söylediler ve birdenbire çok metin görünen bir erkek başını kollarının arasına alarak yüksek sesle ağlamaya başladı. Bu hep böyle! …Ben, kendi hayatımla bu fena ve çirkin şeyi ödeyebilsem öderdim. Fakat benim hayatım nedir ki?! Hiç, hem de pek gülünç ve küçük bir hiç!..

Halide Edip”

İnsanın aile kurması, yalnızca kendininkini korumak ve kollamak için vesile değildir. Yine aynı şekilde, bireyin anne veya baba olması eğer bir tek kendi çocuğunu sevme kapasitesi ile sınırlıysa insanlığından gerçekten de şüphe etmek gerekir. Ancak, bazı durumlar vardır ki o an savaşın içinde karar alınmak zorunda kalınır. Bunun felsefesini yapacak zaman yoktur. Ya kendini, evladını ve ailesini koruyacak, bunun için de öldürecektir ya da olanların gelip olmasını bekleyecektir. Eminim ki, o dönemde de her kim olursa olsun kendini ve ailesini korumaya çalışmıştır. Ancak, bu yalnızca Türk tarafı için değil, Ermeni sivilleri için de geçerlidir.

Bir tartışma ve yapılanlar eğer 21.yüzyıla taşınmışsa, hukuk bunun yanıtını geriye işlemeyen yaptırımı ile zaten vermiş; “Bugünün hümanist bakış açısıyla mağara adamını değerlendiremem!” demiştir. Soykırımın tanımı yıllar içinde ilk çıktığı aşamadan genişleyerek günümüze kadar gelmiştir. Tanıma uyan durumların kanıtlanmasının arkasından ” Soykırım yapılmadı!” diyene ceza verilmesinin sebebi de aslında o kadar zor şartlar altında hayatını kaybeden suçsuz sivillerin daha fazla ” Hayır bunlar yalandır, iftiradır!” denilerek hırpalanmasını önlemektir. Tazminat, bu şartlar altında hayatını kaybeden insana maddi anlamda yapılan bir teşviktir. Ölen evladın, hırpalanarak hayatını kaybedenin verdiği acıyı geçirebilir mi? Bu yüzyılda da arabasıyla çarptığı kişiye maddi tazminat ödemeyle yükümlü kılınmasının ardında aslında o parayı almak mı yatmaktadır? Çünkü zamane insanının tam anlamıyla şüpheye yer bırakmayacak şekilde, orjinal belgeleri ile kanıtlanmış Alman soykırımına bile maddi çıkarlar olarak değerlendirdiği de bakidir.

Olanlar yaşanırken ve insanlık dışı hayat şartlarında yaşamlar eriyip giderken, ölenler ” Hiç olmazsa gelecek nesillere benden para kalacak, ben ölüyorum ama onlar zengin olacaklar” diye mi düşünüyorlardı? Bırakalım Allah aşkına bu duygusuzluğu artık bir kenara. Biliyoruz ki, yapılan ve amaçlanan her doğruluk bile çıkarları peşinden koşana alet olmakta bu dünyada. Bu kadar basit! Ne yani, bu tür vicdan yoksunu insanlar ortada dolaşıyor diye, ” Vardır bunların bir bildikleri, ben açık vermeyeyim de…” mi diyeceğiz? İşte, aradan çıkan bu çatlak sesler yüzünden karşıya verdiğimiz savunmada bir türlü inandırıcı olamıyoruz. Biz farklı insanlarız diyemiyor sürekli ” canım ben kendimi anlatmak zorunda mıyım? Onlar kendi yaptıklarını temizlesinler de önce!” de takılıp kalıyoruz.

Reyhan Bull