Arabuluculuk eğitimlerime katılanlar bilirler; eğitimin bir bölümünde tahtaya kocaman bir kalp çizer, üzerine de AŞK kelimesini yazarım. Sonra katılımcılara şu soruyu sorarım: “Sizce aşk ne demek?”

Bir sürü yorum yapılır; tutku, hüzün, sevgi, olmazsa olmaz, yalan, aldatma, hayatın tadı-tuzu, mutluluk, aklın yitirilmesi, kimyasal etkileşim, elektriklenme, anlık bilinç kaybı, ayakların yerden kesilmesi, nefret…vs,vs,vs. Bu tanımlamaların hepsini kalbin içine yazar ve sonra şu soruyu sorarım:

“Diyelim ki şu anda Çin’deyiz ve hepimiz Çinli’yiz, benzer cevaplar alır mıydık? Ya da Rusya’da, ya da Amerika’da, İngiltere’de, İtalya’da?

Herkes kocaman bir “evet” der. Sonuçta tüm katılımcılar aşkın evrenselliği ve nereye gidersek gidelim tüm insanlar için aynı olduğunu kabul ederler. Sonra katılımcılar arasından üç kişi seçerim ve onlara şöyle derim: “Siz üçünüz AŞK konusunda bir müzakere yapacaksınız. Ortak bir tanımlama yapmanızı bekliyoruz. A, sen 54 yaşındasın ve 14 yaşından beri aşık olduğun kişi ile evlisin, senin için ilk, tek ve sonsuzluk kelimeleri aşk için geçerli. B, sen ne zaman sevsen aldatıldın. C, sen de her hafta başka biriylesin ve hatta bazen iki ayrı kişi… Şimdi aranızda konuşarak, AŞK gibi EVRENSEL bir kavram için lütfen ortak bir tanımlama çıkarır mısınız?”

Tahmin edersiniz ki, böyle bir tanımlama çıkmaz. Çıkaramazlar.

Hayatta her şeye bakışımız böyledir. Bize göre yaratmış olduğumuz dünyayı herkesin aynı gördüğünden hareketle yorumlamaya başlar ve tez elden bir doğru-yanlış çetelesi oluştururuz. 40 sene aynı kişiyle olan için aldatılan bahtsızdır, aldatan ahlaksız. Sürekli aldatan için 40 sene biriyle olanın hayatı sıkıcıdır, aldatılan ise akılsız. Aldatılan için 40 sene evlilik hayaldir, aldatan ise şerefsiz.

Ve bu tanımlamalar uzar, gider.

Tanımlamaların dezavantajı şuradan gelir: Bizleri genel olarak dünya veya olan biten ile insanlar hakkında beklentilere sokarlar. Beklentiler gerçekleşmediklerinde insana acı verirler ve dahası bireyler iletişimsel anlamda sadece bu beklentilerin karşılanmaması üzerinden şikayetkarlıkla birbirlerine laf anlatırlar:

“Zaten sen evlilikten ne anlarsın?”

“Bu işi yapacak kapasiten yok.”

“Sen tamamen bir salaksın. Kırk kerede söylesem, hiçbir şey değişmeyecek..”

Oysa, evlilik yapmadan önce kimse evlilik ana kelimesinin altını neyle doldurduğunu karşılıklı olarak tartışmaz. İnsanlar kendi bakış açıları ile evlenir ve beklentileri gerçekleşmediği için de acı ve nefretle boşanırlar. Yönetici iş yapmaya ilişkin kendi kalite anlayışının altını doldurmuştur ve bunu yapmayan herkes beceriksiz veya işten çıkarılmayı hak eden elemanlardır. Din kelimesinin altını herkes başkaca doldurur ve karşısındakini de bu tanımlamaya göre imanlı veya kafir olarak ayırır.  Öyle anne-babalar vardır ki, evlatlarını satın alınmış mal gibi görür ve muhtaç olduklarında onların kendilerine bakmasını şart koşarlar; adeta evlatlar yaşlılığın garantisidir.

Biliriz mesela kendi kültürümüzde bu tür durumlarda en acı ile haykırdığımız sözü: “Hakkımı helal etmiyorum!” Bu cümleyi söyleriz ve aklımızda şu vardır: “Ben o kadar çok şey yaptım, ettim, çabaladım ama bak sen kıymet bilmedin, beni üç kuruşa sattın, vs, vs, vs.”

Tüm bu şikayetkarlıklar ve sonundaki acı ve bu acının sebep olduğu nefret, kıskançlık vs gibi olumsuz bazı bağlantılı duygular, insanların beklentilerinin karşılanmadığı durumlarda ortaya çıkarlar.

İnsan kendisine ait en karanlık duyguları, acısının en büyük olduğu anlarda tanır; tüm beklentileri, dünyaya ait tüm düşünüş ve hissedişleri acının en dibindeyken olanca dehşetiyle kendisine görünür. Acı bazen o kadar büyüktür ki, yadsırız, yok var sayarız, acıyı unutmak için kendimizi oradan buraya atarız, alkol gibi bağımlılıklara dolanırız, iş kolikliğe varan kendinden uzaklaşmalara tutunuruz… Bazen acıyla yüzleşmek için aradan uzun zaman geçmesi gerekir. Ama illa ki yüzleşmek gerekir. Çünkü aksi halde insan asla geçmişinden ve karmasından özgür olamaz. Dahası acının kabulu, insanın kendini ve karşısındakini af etmesi, kendisine ve karşısındakine şefkat duyması çok derin bir deneyimdir ve uçmaya benzer. Kalbinin rahman ve rahim isimlerinde söylendiği üzere şevkatle sarmalandığını hissedebilmekten daha yoğun hiçbir duygu yoktur.

Bir başka açıdan, karşımıza çıkan insanlar ve olaylar arasında, bize en çok acıyı yaşatanlar, bize en çok kendimizi öğretenlerdir. Tıpkı noel gününün sembolik olarak en karanlıktan aydınlığa çıkış olduğu gibi! Ve ki İslam tasavvufundaki çilecilik aslında bu nur arayışının sonucu değil midir? O kadar çile çekeceğim ki, acımın sonu aydınlık ya da cennet olacak!

Gerçekten de, öğrenebilen ve acıya dayanabilenler için tam orada, o noktada dünyayı nasıl gördüğümüzü sorgulayabileceğimiz bir sürece gireriz. Orada, Ol’anı Ol’duğu gibi göremediğimizin bilincine varırız. O noktada hiç kimsenin salt iyi ve kötü olmadığını, kişileri ve olayları yerleştirdiğimiz noktanın aslında kendi referans noktalarımız olduğunun bilinciyle, yaşadığımız acının herhangi olay veya kişiden bağımsız olarak, kendi beklentilerimizin sonucu olduğunu kavrarız.

Ve o an, Beklentisizlik = Acısızlık An’ıdır. En büyük ödülü ise Ol’anı Ol’duğu gibi gören Tanrısal Bakış’a sahip olabilmektir.

Deniz Kite