derKİ aldı başını gidiyor… Benimse bu ay yazacak hiçbir şeyim yok sanki… Zamanın hakikaten de bir şekilde ilerlediğini anımsatıyor “son teslim” tarihleri… Oysa zorlanıyorum ben yaz aylarını sona erdirmekte. Yine de işte bu derginin eylül sayısını okuduğunuza göre yaz artık bitmiş. Benim için ruhsal iniş çıkışlarla dolu bir yazdı bu. Kızımın biricik yandaşı, yoldaşı olmaya çalıştım bu üç ay boyunca, ani bir kararla yaşadığımız şehri değiştirdik… Ve bu üç ayda kzım pek bir büyüdü. Yemek yemiyordu, yemeye başladı. Utangaçtı, kimseye yanaşmıyordu. Artık tüm maharetlerini ve oyuncaklarını çocuklarla paylaşıyor.

 

Velhasıl aşamalar kolay kaydedilmedi. İkimiz de hem yemek, hem de sosyalleşme faslında epey zorlandık. Birbirimizi kim ki zaman yıprattık, kimi zaman karşılıklı ağladık. Amaşimdi, tam üç ay sonra bir denge kurduk. Asıl mesele şimdi başlıyor aslında, artılar her an eksiye dönüşebilir çünkü… Dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumu korumak için ayrı bir efor harcamamız lazım.

Yine de iyi gidiyor işte; ama tabi, iki yaşını üç ay önce bitirmiş olan kızım annesine yazı yazdırmıyor, kitap okumasına izin vermiyor, “Şöyle ayaklarını uzat sen anneciğim, ben köşede sessizce oynarım” falan da demiyor. “Yatakta takla atalım mı?” diyor, “Yerde zıplayalım mı, martılar acıkmış, mama atalım mı, gidip kedileri sevelim mi?” falan diyor. “E kızım, aramızda otuz küsur yaş farkı var, ben kim takla kim?” de diyemiyorum. Bir ki numara çeviriyor ve derhal yoruluyorum. Böyle olunca da durum,  iki yaşın ihtiyaçları bende de baş gösteriyor.

Uzun bir öğle uykusuna yatıyorum kızımla, geceleri de onunla aynı saatte yatağa yollanıyorum. Bir çocuk sahibi olmanın güzel yanlarından biri aslında, çocukla aynı mertebede olmayı başarmak kimi zaman. Böylelikle, tekrar çocuk olma şansını çoktan yitirmiş olsan bile, çocukluğuna teğet geçebiliyorsun en azından… Ciddi bir iş hayatı ve koşuşturmacanın ardından –eğer çocuğun yoksa-, eve gelip hamurdan yılan, çiçek, kaplumbağa yapma şansın çok düşük çünkü. Oysa bir terapi şekli bu da. Konsantrasyon işi. Hamura yeni bir form verebilmek başlıbaşına bir sanat üstelik…

Ben mesela çocukken, bu playdough hamurları yokken yani, annemin un, tuz ve suyla hazırlayıp bir gazete kağıdının üzerine döktüğü hamur yığınıyla devamlı kültablaları yapardım. Kolaydı kültablası yapmak. Bir kare şekli verip, kenarlarını yükseltiverirsin, olur biter. Biraz da sebat işi tabi bu. Ben fabrikasyon çalışmayı severdim. Annem bir adet kedi üretene kadar ben beş kültablası yapar, masadan kalkardım. Bir de tabi, ben bütün bu hamurlar işe yarasın da isterdim; yani bir an önce fırınlansınlar ve uyduruk sulu boya takımımla derhal boyanıp kullanılsınlar isterdim…

Şimdi tabi biz kızımla playdough denilen renkli hamurlarla eserler yaratıyoruz. Onun yapabileceği şeyler şimdilik sınırlı. Yılan ve aydede üzerinde yoğunlaştık bizde. Bense zaten sadece bunları yapabildiğimi kızıma çaktırmıyorum!

Bu kadar hareket dolu günün ardından, bazen yaşlandığımı düşünüyorum. Kimi zaman, erken yaşlarda çocuk sahibi olmanın daha akıl karı olduğuna kafa yoruyorum. Tabi bu bilgi beni hiçbir yere götürmüyor, o ayrı…

Bir de tabi, çocuk sahibi olmak, tuhaf, anlamsız diyaloglarla dolu bir günü normal bulmak demek. Sıradan bir diyalogla yazımı bitiriyorum…

Elvin- Anneciğim, bu senin mi?

Ben- Benim

Elvin- Niye?

Ben- (Artık bu sorudan bıkmış bir şekilde) Benim de ondan. Niyesi yok.

Elvin- Niye niyesi yok?

Ben- Yok işte.

Elvin- Kim giyecek bunu?

Ben- Ben dedim ya

Elvin- Niye?

Ben- (Niye’leri sona erdiririm umuduyla) Hani çorapların? Çıkartma demedim mi ben sana?

Elvin- Niye kıçartma dedin?

Ben- Yerler soğuk da ondan

Elvin- Niye yerler soğuk?

Ben- Kış geliyor

Elvin- Sen giydin mi çorap?

Ben- Ben büyüğüm, giymesem de olur

Elvin- Aham (ananesine taktığı isim) giymiş mi?

Ben- O da büyük

Elvin- Dede giymiş mi?

Ben- O da büyük

Elvin- Dayı giymiş mi?

Ben- O da büyük…

Ece Arar