2007 yazı, Temmuz… Yolculuk Arap Emirlikleri’nden Türkiye aktarmalı, İngiltere. Uçağımız gittiğimiz yere, kendi yaşadığımız Emirlik’ten kalkıyor. Taksi bekliyoruz. “Aman ne hoş!” dedik demesine de, elimizde iki bavul, çorbamsı kıvamda seyreden havada beklemeye başlayınca, altımızda yolculuğa uygun, klimaya elverişli, bazen uçağın havalandırma sisteminin azizliğine müteakip, donmaya dayanıklı kotlar olduğu için daha ikinci dakikada vücut inanılmaz bir muhallebi tepkisi verdi. Saat 18:00…

Bekle, bekle, bekle… Eşim, önce bana “Sen geride dur, ben hallederim.” derken baktım tek başına olacak gibi değil, bavulları koydum kapının önüne birimiz bir yoldan, diğerimiz öbür yoldan, bu süreci abartmayayım, herhalde bir kırk dakikayı evin önünde eskittik.

Çevrecilikmiş! Avrupa ülkelerinde arabasız şehirleşme ataklarıymış! İnanın ki yapılabilecek herşey o ülkenin şartlarıyla sınırlıymış. Burası gibi araban yoksa öl tarzı yerlerde sıkıysa; “ Aracımı çevresel şartlar açısından kullanmıyorum, bundan sonra böyle!” deyin bakalım!

Tecrübeyle sabitlendiği üzere toplu taşıt anlayışı olmadığından, sıcaklık, nem yüzünden hissedilir anlamda ellili derecelerde dolaştığından, taksiyi bekle bekle, bir tane adam bile durmadığından; “Gelecem, yapacam, edecem…” diyen ve güya tanıdığınız şöforlerin bir sözü diğerini tutmadığından; Müslüman ülkelerdeki belli dönemlere bağlı olan rehavet (!) ve dakiklik gibi kavramlar insanlar tarafından pek de dikkate alınmadığından ve şu an aklıma gelmeyen bir dolu sebepten ötürü kendinizi her birey başına bir araç şeklinde buluyorsunuz.

Hele de öylesine agresif ve süprizlerle dolu bir trafik var ki araç da gittikçe büyüyüp, kalınlaşmak, sizi ve çocuğunuzu her türlü çarpışmada azami ölçüde korumak zorunda oluyor. Yani, ilk yıllarda anlayamadığınız; “Beni çocuğumla okula götürsün getirsin yeter, benzinden de tasarruflu olsun, e kolay değil, gel git dört kere yapılan bir hareket”le başlayan zihinsel yolculuğunuz yıllar içinde, hatta o yılı devirdiğiniz an, diğer dört çekerliler tarafından itilip kakılarak ortama uyup, Voltran’a dönüşmekle sonlanıyor. Ya, kendi canınız ya da çevrecilik kriterleri arasında gidip gelmeler başlıyor. Bunlar Arap Emirlikleri’nin gerçekleri, iklimsel ve dinsel anlayış farklarının getirileri.

Bir tane taksi Allah’tan durdu, hemen eşyaları yerleştirdik ve yola çıktık. Daha doğrusu diğer arabalarla yarışa başladık desek daha doğru! Eşime, Türkçe “ Bu adam bizi öldürecek midir nedir?” falan dedim ve bulvarlardan uçarak (!) sağ salim, tek parça, evden havaalanına kadar geldik. Aşama bir.

Aldığımız uçak biletleri, ilk durak İngiltere ve iki mesafenin arasına Türkiye sığdırıldığı içindir ki aktarmalı ve en ekonomik sınıftan. Dolayısıyla, önümüzde bekleyecek zaman çoookkk!

Havaalanı Dubai gibi dünya standartlarında yarışacak bir durumda değil.
Küçük, ülkeye işçi statüsünde gelmiş insanların kullandığı şirketlerin sıralandığı ufacık bir yer. Ama hemen anlatayım, gayet tatmin edici bir Duty Free’si mevcut. Kocaman bir alanda, insanların oturup yemek yiyecekleri ve meşrubatlarını içecekleri bir mekan yapmışlar. Bir sürü masa ve sandalye var ama, ayakta kalmak gibi bir sorun yok. Zaten, havaalanlarında sürekli bir devinim vardır ya, kimse sabit kalmıyor yerinde.

Orada bir saate yakın rahatlıkla oturup, ufaklığın resim yapmasını, benim hazırladığım böreklerin lüpletilmesi işini bitirip, süreci çayla noktaladık ve uçma saatimiz yaklaştığından kontrole girdik. Sigara içen bir insan olmadığı gibi, sigara içilmesi için hani o şakadan “İçilmiyor gibi yapılan” ve bir de “İçilen” yerlerden de mevcut değil. Zaten, anlatacağım İngiltere’de insanların toplu halde bulunduğu her yerde sigara içmek yasaklandı, Türkiye dışında dumanı bacasından tüten gördüğüm başka bir yer de yok.

Bayan memurlar, sizi ve çocuğunuzu perdeli bir odaya alıp üzerinizi arıyorlar. Fakat, çocuğunuzun olması İngiltere de dahil Arap Emirliklerinde de bir öncelik demek. Herkes size bu konuda kolaylık gösteriyor. Çocuğu olmayan insanlar sıralarını veriyor ya da kontroller daha bir güvenilir yapılıyor. Sonra bizimki bir şekilde biletin kontrolü sırasında biletlerin değiştiğini anlıyor, saniyelik panikleme yaşansa da meğerse kontrol memuru hemen yanımızdaki beyle karıştırmış, herkes tam zamanında farkına varıyor, değiştiriyoruz ve koşarak uçağa giriyoruz. Aşama iki.

Esas, aktarma yapacağımız yer Türkiye. Hatta, bu öyle bir bekleyiş ki iki uçağın inişi ve bir diğerinin kalkışı arasında 11 saat var. Sabah, saat onbirbuçuk gibi uçak, bu sefer Türkiye’den İngiltere’ye geçecek. İki saat önceye kadar bavulları da veremeyiz. Öyle, koltuklarda pinekleme durumları yaşanacak. Tabi ki, bana eski üniversite yıllarımda sandalyede sabahladığım ve ertesi günü sınava yetiştirmeye çalıştığım zamanki göze göze giren ve insanı asla uyutmayan floresan lambalarını hatırlatacak. Floresandan nefret ederim ama büyük mekanları da başka türlü aydınlatmak olası değil, biliyorum.

Elimizde iki büyük bavul, eşimde bir, ufaklıkta birer sırt çantası, bende bir lap top, koymuşuz eşyalarımızı tekerlekli mekanizmaya, içerde bekleme noktasına gireceğiz. Kapıda dikkatli bir polis memuru bekliyor. Biraz ürkütücü tabi, biz girerken ellerindeki telsizle bir şeyler konuşup bize Türkçe; “Bizimle birlikte ofise gelebilir misiniz lütfen!” diyorlar. “Böyle buyrun.” İki tanesi yanımızda, bir tanesi arkamızda, benim hafif arkamda bayan, abartmıyorum, dört kişiler. Ve o kadar rahatsız hissediyor ki kendini insan, sanki eroin kaçakçısı ya da terörist zanlısı, yanımızda da masum süsü vermek için bir çocuk, onlar arkada biz önde bir odaya götürülüyoruz. Arap Emirlikleri ve İngiltere’nin çocuklu insana öncelik felsefesi burada içi boş bir balon neredeyse. Çocuk da neymiş canım?!

Şimdi düşünüyorum, hadi ben Türk’üm, öyle fiziksel olarak bariz Türk tipi de değilim, yani ilk aşamada anlamaları mümkün değil ve direkt turistlere de Türkçe bir yön gösterme halleri yaşanıyor.

Neyse…İçeri girerken (İyi ki ne denildiğini anlıyorum ve bu başıma atıyorum, mesela bambaşka bir dil konuşulan, kelalaka bir memlekette gelmiyor.) Kız, gayet kaba;

“Türkçe konuşmuyor mu bu?!” diyor, kocamı gösterip. Ben de içimden; “Konuşmak zorunda mı? Sen Uluslararası bir yerde çalışıyorsun ve İngilizce konuşamıyorsun, o biraz tuhaf değil mi?!” diyecek olsam da olayları yokuş aşağı sürmek istemediğim için “O Türk değil.” diyorum.

Tek tek çantalarımızı açıyoruz. Bir kısmında paketli eşyalar, hediyeler… “Bunlar ne?!” diyorlar, anlatıyorum işte; “Anneme ev telefonu, babama el mikseri…” “ Hıııı!” Baş memur durmadan benim yüzümdeki mimikleri inceliyor. Tepemizde bir aydınlatmalar eksik. En son bavula gelinince “Bunda ne var?” diyor kız sert sert. “Bilmem hatırlamıyorum ama birkaç hediye de oradadır.” “Kaç tane cep telefonu var çantada?” “ Ha, evet! Eski olan bir tanesini anneme götürüyorum ama eşimin ve benim şarj aletleri var, bir de giden telefonun tabi ama başka bir şey yok.” Adam hala suratımdan test etmeye çalışıyor ve “Emin misiniz?” diye ciddi gözlemli bir sorudan ve benim biraz da “Eminim!” dememden, son bavulu açtırtmaktan vazgeçiyor. Kız, çok kızgın; “Açalım amirim!” dese de, o aşamayı da atlatıyoruz.

Dönerken, bizler gibi birsürü insanın aynı kalabalıkla (en az dört polis memuru şeklinde) o odaya götürüldüğünü, bazılarının suratındaki soru dolu ifadeyi ve anlayamama hallerini görüyoruz.

Sonradan, gelip de bekleme salonunda oturunca bizi bir gülme alıyor. Neden? Çünkü muhtemelen benim bel çalıştırma aletim bır bır bırım, onun ve üç telefonun şarj aleti, Lara’nın elektronik köpeği için gereken pil şarj aleti v.s…. bütün acayip kablolu, değişik görünüşlü zamazingo o bavuldaydı. Esas onları işkillendiren de muhtemelen benim bel yağlarını eriten vibrasyon aracıydı, çünkü komik ama kendini imha eden bomba sistemi görüntüsünde. Bir anda onu unutup da saf saf “ Vallahi bir şey yok çantada!” demek (tamam, zaten bir şey yok da onların X ray cihazından gördükleri canlarını sıkmış olmalı, haklı olarak) komiğimize gitti.

Bütün bunlar işin komik yanları olsa da bu memleketimin bağrından kopmuş, iyi niyetli, canayakın ama terslenince de tam terslenen, İngilizceden bihaber polis memuru profili acaba, hakikaten yabancı uyruklu gerçek bir sorunla karşılaşsa, O’na nasıl bir tavır takınacak? Hadi, bana bu soruları sordu, işte bavulunu aç, içindekiler nedir, şudur budur, konuşmamdan ya da verdiği cevaplarımdan dürüst olduğuma kanaat getirdi de, İngilizce komutlar vermesi gereken yerlerde, aynı soruları yabancı dilde sorması gerektiğinde, adam “ Ne oluyor?” “Neden buradayım?” yaptığında ya da farklı bir tepki gösterdiğinde nasıl dert anlatılacak?Ya da ne bileyim canım, sağlık sorunu olur. Daha farklı atak bir durumla karşılaşılır, yere yat! denmesi gerekir, komutlarla uyarılması gereken nokta olur…Yaşanır da yaşanır.

Uluslararası mekanların gerektirdiği standartları yerine getirmedikçe, bu sorunlarla hatta gerçek anlamda bir olay yaşandığında çok daha büyük problemlerle karşılaşmaya hazırlıklı olunmalıdır. Bir havaalanında çalışan her elemanın işini en iyi şekilde yapması, İngilizceye her konuda hakim olması, polisinin her önüne gelene eroin kaçakçısı ya da ailesini başka ülkeye götüren bomba uzmanı muammelesi yapmaması…Tamam, havaalanlarında herkes elele kolkola dolaşmaz, Avrupalı tarafında da geçişler çok canayakın, samimi pozlar yaratmaz ama sertliğin ya da şüpheciliğin bile bir formasyonu vardır.

En önemli noktalardan biri, havaalanlarımız Türkiye’nin dışarıya bakan yüzüdür, her memleket için geçerlidir bu ve o noktalarda da memleketimden manzaralar, kadın ve erkek tiplemeleri gördükçe, bunların görevli olduğunu gözlemledikçe yok diyorum, daha hazır değiliz biz.

Derken bir anons duyuluyor; “Yurt dışından gelip yurt dışına gitmekte olan Türk Vatandaşları oy verebilirler, sandıklarımız açılmıştır.” Bunu televizyonlarda da duymuştuk. Burada, kızımın bale dersinde tanıştığım Türk bayanla da konuşmuştuk da “ Evet, oyumuzu bu şekilde kullanabiliriz, çok iyi oldu, yalnızca bir kimlik yeterli olacakmış bu yıl.” safsatasına kendimizi inandırmıştık. Aslında, içten içe inancım yok. Şimdiye kadar presedürün bu kadar rahat işlediği ya da verilen oyların şu dinazor çağındaki Çakmaktaş ailesinden farklı olarak bilgisayar ortamında gerçekleştirildiği görülmüş mü? Zamanımızda, düşünün milyarlarca dolarlar internet denilen, şifre sistemine dayanan mekanizmayla havale ediliyor, bankalar işlemleri müşterisi ofise gelmeden hallediyor.

Bir yerde de bir Türkiye gerçeği var. Okumuşluk ortalaması 3.5 yıla denk gelecek bir düzey. Gerçi bakıyorsun, herkesin ellerinde bir cep telefonu, her türlü ücra köşede internet cafeler açılmış durumda, memleketimin evlatları canhıraş bilgisayar oyunlarında yarış halinde. Böyle de bir değişik oluşum…Ne yaparlar, ne ederler bilemem de nasıl köylünün, cahilin, okumuşun, okumamışın cebine kredi kartlarını beşer onar sokuşturdularsa gelecek beş yıl içinde yani 2010’a kalmadan, millet uzayda yaşamaya falan başlamadan önce bilgisayar ortamında seçim sistemini getirirler.

Hemen oturduğumuz yerden açılmış sandık bölümüne seyirttim. “Oy verebiliyormuşuz sanırım.” dedim “Evet, buyrun.” dediler. O noktaya kadar herşey sakin. “Kimliğinizi alalım, bir bakalım kaydınız var mı?”… “ Üzgünüz bayan veremezsiniz.” “Neden? Gerçi tahmin etmiştim bu kadar kolay olamaz diye de…” “ Çünkü kaydınız şurada şurada gözüküyor da ondan” “Haydaaa! Ben orada oturmayalı bilmem kaç sene olmuş durumda, ondan sonra Türkiye’de Tarabya’daydım da, kayıtlarımı da oraya almıştım, bir hata olmasın?” “Hayır efendim hata yok, maalesef oraya geri döneceksiniz, bir sorun değil ki, kimliğinizi gösterin verin hemen” “ İyi de demişsiniz ki yurt dışından gelen…” “ Tamam ama sizin kaydınız hala Türkiye’de” Başlarındaki seçim görevlisi bir kıyak daha yapıp şöyle diyor “ Oğlum, bak bakayım ver sandık numarasını da Reyhan hanıma!”…

Ellerim bomboş!!! Her zamanki gibi. Tam bir açıklama almış değilim. Neden, ikemetgahımı taşıdığım yerde değilim de ondan üç şehir öncesinde, ta ilk evlendiğimdeki yerdeyim? Allah’ım ya!

Hızımı alamayıp bir sürü polisle de konuştum. Hiçbirinin durumdan haberi olmadığı gibi, bana kendi memleket hikayelerini bile anlattılar. “ Abla, sen bilmiyorsun bizim bu kişinin kaydı ta bebeklikten beridir gidip görmediği memleketinde çıkmış, aynı sorun bizde de var.” Zaten, diyorum ya başınıza bir şey geldi mi bul ki birisi çözüm üretsin, herkes aynı dertten muzdariptir, hatta seninki sinek vızıltısıdır, onunkinin hemşerisinin kayıtları Mars gezegeninde çıkmıştır. Döndüm…Uyumaya çalışmaktan başka yapılacak bir şey yok.

Yanıma aldığım çoraplar, ufaklık için O’nun çantasına koyduğum battaniye, kendimize ilk aşama için yine bulundurduğum ceketler… Aferin bana!

Sabaha karşı, uzaktan uzaktan yoğun bir sigara dumanı gelmeye başlıyor. Bakıyorum, hemen biraz uzağımızda bir yazı “ 4207 sayılı kanun uyarınca tütün ve tütün mamullerinin içilmesi yasaktır. İçenin cezası şu kadardır.” İnsanların çoğu oraya buraya kıvrılmış uyuyor.

Peki, nereden geliyor bu koku?! Buram buram yayılan bu zehir, ben istemesem de benim çocuğumun ciğerlerine doluyor. Sürekli çevreme bakınıyorum. A ha! Oturduğumuz yerin hemen yanında bir cafe var ve bu cafe bizlerle aynı kapalı alanı paylaşmasına karşın, kendi kendine böyle bir karar almış. Yer değiştirip farklı bir mekana geçmek mi? İmkansız. Oturma birimlerinin hepsi bu cafenin yanındaki mekana toplanmış durumda.

Bizim ülkede böyledir, gider o adamlara hönkürülür onlar da sana “ He He!” der, muhtemelen arkandan dalga geçerler. Peki, bu yazıyı oraya koyup da uygulamayı aklının köşesinden bile geçirmeyen, sigara içme hakkını böyle kendinde gören insanlara dur demeyen zihniyet nerededir? Bul bulabilirsen! Onlar aslında isimsiz olarak heryerdedir de somut olarak sen sistemin küçücük bir kısmını dikkate alırsın, orası da zaten işlemez! Çünkü o düşünce sistemi sigarayı başta kendisi içmektedir ki, “Ne gereği var şimdi bunların?”cıdır. Milletvekillerini gördük televizyonda, onu bırakın kendi öğrencilerine; “ Sigara içmeyin çocuğum, zararlıdır.” diyip, öğretmenler odasına girildiğinde boğulma tehlikesi atlatılan okullar da gördüm ben, hem de çoookkk! Hoşgeldim vatanıma!

Üstelik, yolculuğa çıktığımız havaalanı zenginlerin kullandığı bir havaalanı da değildi belirtmiştim. O kadar oturduk bekledik, bir insan da sigara yakmadı. Arap Emirlikleri ve İngiltere’de sigara içen insan görmek zordur. Ama Türkiye’nin imzalarından birini Red Kit yapmalılar. O kokuyla birlikte geliyor artık Türkiye’nin kokusu bana. Ağır bir izmarit ve baş ağrıtan bir duman altı. Dalga geçenler, umursamayanlar, tüttürenler, kanunu öylecene yazı şeklinde koyup işine gelince uygulamayanların ülkesi. Acı ama gerçek bu. Bunları değiştirmenin zamanı gelmedi mi?

Sabah bir kahve, ufaklığa bir süt alalım bari diye cafeye oturmaya karar veriyoruz. Sıkı durun şimdi. Daha çayı demlemeye koymamış kız. Hemen, aynı servis yapan kıza söylüyorum “ Burada, hani şu köşede yazmıyor mu sigara içmek yasaktır diye? Hani nerede uygulanıyor sizde bu kural?” “ Efendim, bu tarafta sigara içme izni var.” “ A öyle demek, peki bu izni kim verdi ve sizde içilen sigara dumanının içmeyen kısma ne kadar gittiğini engelleyen hangi mekanizmanız var?” Kızın kafası basmadı şimdi bir şaşkınlık…Kalakaldı… “ Eyvahhh, ben de şimdi içmiştim de…” Gülüyor. Valla bana mı yoksa kendi yaptığına mı? Sorumdaki gerçeklik payına mı? “ Sen yırtın kızım, biz ne istersek onu yaparız sana da üfleriz, çocuğuna da…saçını başını kokuturuz.” tarzı bir zafer gülüşümü? Hiç bilmiyorum. Baktım hala gülüyor, hemen ekliyorum “ Bu dünyanın hiçbir yerinde yok biliyor musunuz? İngiltere’de açık havada bile içilmesi yasaklandı bu meretin!” diyorum.

Gittik, en köşeye O’nun yol göstericiliğinde oturduk. Güya, oraya kimse gelmeyecekmiş, o köşede içilmiyormuş…Ne alaka?! Daha iki dakika geçmedi bir adam almış eline gazetesini, yanına bir çay, başladı tüttürmeye…Eşim; “ Sakin ol!” dedi J Zaten, kendimi yeldeğirmenleriyle savaşan Don Kişot gibi hissediyorum Türkiye’de. Burada da trafikte… Aynı durumları geçen sene deniz otobüsü iskelesinde beklerken, Yeşilköy Havalimanına iner inmez, yani Türkiye’yle dakika bir gol bir karşılaşmalarının hepsinde yaşadık.

Fiyatlara baktık haliyle, bir tane iğrenç kahve, acayip demlenmemiş semsik gibi bir çay ve küçük bir kutu süte, sıkı durun, 16 milyon ödedik!!!!

Burada, olay verilen para da değil, insanların alnının ortasında yazıyor ya enayi, “ Ben de sana nasıl geçirdim, kazığı nasıl da attım, sen de yedin, he he heeeee!” olarak algılıyorum ben bu durumu. E, artık demek ki termosun içine çay yapıp götüreceğiz. Bir bu eksikti!

Bu fiyatları kontrol eden kim peki? Ne polisimiz, ne görevlimiz, ne ortamlarımız uluslararası şartlara uygun hale gelemiyor da bir tek fiyatlarımız Avrupa standartlarında mı uygulanıyor? Üstüne üstlük hadi çayını da yaptın diyelim, güvenlik sebebiyle içeriye su sokmak bile yasak olan geçişler v ar. O ne olacak? Diğer ders, suya talim. Enayi yerine konma, zorla mı kardeşim?! Serbest Piyasa Ekonomisi, “Yol yol kazın tüyünü” ekonomisine dönmüş gibi.

Bavullarımızı teslim etmeden tuvalet ziyaretleri yapılıyor tabi. Bir diğer Türkiye gerçeği, ilginçtir, en iyi otomatik mekanizmayla donat ki, sifon kendinden çalışıyordu, yine de temizlik yooookkkk! Yerler ne menem hep ıslaktır, ayakta işesen “ Be kadın ortalayamıyorsun!” diyeceğim de, bizimkiler totosunu koyamaz ya pis diye (!), e ne oluyor kendi kıçını kurtaracak diye başkasına güzel hoşluklar bırakarak çıkıyor tuvaletten. Ne önemi var ki, o kişisel hijyenini gerçekleştirdi zaten, gerisi boş! Otomatik olmasa sifonu da çekmez bu sefer de elleri kirlenir diye sidikli, boklu tuvalet bırakır arkada. Bunların da değişmesi için zaman gelmedi mi hala? Red Kit’i tuvalette düşündüm şimdi.

Bavullarımızı verdik içeri gireceğiz kapıda görevli pasaport kontrolü yapıyor. E haliyle yapacak da, yine ilginçtir biz Arap Emirlikler’inde kalıyoruz, benim pasaportun içinde İngilizce olarak memleketin orası olduğu ve belli bir tarih yazıyor. Hani latince rakkamlarla, bizim kullandığımız 2008 mesela. Yok, adam onu her seferinde şöyle yorumlar “ Siz, pul parası ödeyeceksiniz şimdi” “ Neden?” “ Başka ülkeye gidiyorsunuz da ondan” “ E ben orada yaşıyorum” “ Nerede?” O sırada sayfalar belki on kere falan karıştırılıp bakılıyor ama ne nereye bakacağını biliyor ne de baktığının ne anlama geldiğini…Sonra gösteriyoruz işte, “ Şu, şu anlama geliyor, bu bu anlama, bakın burada da tarih!” “ Ne heyecanlandınız ki canım pul parası dediğin 10 YTL!” İyi tamam da, sen her geçenden pul parası alsan o 10 lirayla kalmıyor herhalde, sonra benim o pul paralarım ne oluyor? Neden bu pul parasını ödüyorum ki?

İngiltere’den Türkiye’ye dönüşlerde ise yaşananlar şöyle özetlenebilir; sıranın başını sonunu algılayamamak, aralardan kaynama yapmaya çalışıp, ince uzun bir kuyruğu üç ya da dört başlı bir yılana benzetmek, küfürlü ve bağırarak konuşmak, Türkçe’nin anlaşılmadığını sanarak o ülke, insanları vesairesi konusunda ileri geri yorumlar ve sulu espriler yapmak, uçak koltuğunu otobüs koltuklarıyla karıştırıp, basılacak tüm düğmelere basarak kalkıştan önce koltuğu dibine kadar arkaya yatırmak, kültür deformasyonuna uğramış gençlerin çok değişik giyim biçimleri ve ağızda ciklet saplantısı, kendi halinde olanların pardesüye eşlik eden başörtüsü ikilemesi…Alt kimlik üst kimlik tartışmaları bir kenara, işte size düzeltilmesi acilen gereken ve Türk’ü temsil eden (!) lerin kısaca bir toplamı.

Ve uçak Türkiye’ye inmeye başlarken…Gece sorun yok ama gündüz dikkat edilen, bu kadar yeşillik bir memleketin nasıl da çekirge sürüleri gibi yokedildiği… Bizler gibi çölden yeşillik yaratmak için çırpınan bir ülkeden gelen birileri için, yukardan bakıldığında insanın içini cız ettiren bir diğer en önemli gözlem.. İngiltere’ye iniş?Tam tersi, yemyeşil alanlar karşılıyor sizi. Birbirinden ayrılmış geniş otlakları, içlerine yerleştirilmiş evleri gözlemliyorsunuz.

Bu yazımda aklımdaki karşılaştırmaları sizlere de yansıttım. Ülke dışında yaşayan bir Türk olarak ülkemi ve ülkemin insanlarını görmek istediğim yerde bulamamaktan dem vurdum. Bunlar gidip gelen, deneyimleyen, düşünen herkes için geçerli gözlemler aslında. Ve umarım bir gün, kişisel özgürlükleri birbirinin boğazına basmak olarak algılamaktan, demokrasiyi, yapılan magandalıklarımıza alet olan bir tanımlama olmaktan çıkartır, işin özünde olanı yakalamaya çalışırız. Otokontrol geliştirebiliriz. Dünyadaki her bireyin arkasına bir polis takılması imkansız olduğuna göre, dönüp bir de memleketimizin en alttan en üste kadar yaşanan ve yaşatılan bu eğitimsiz yüzüne ışık tutmaya çalışırız.

Reyhan Bull