Ana ruhun ezgileriöyKü“Ben, Kim?” Dedi Bilge…

“Ben, Kim?” Dedi Bilge…

Yazar: Sevalinka

Dünyanın denizlerinden birinde, başka denizlere hiç benzemeyen bir deniz varmış. İçinde rengârenk balıklar, kabuklarının içinde güvenle dolaşan ıstakoz, yengeç ve karidesler, incisinin parlaklığını kendine saklayan iri istiridyeler, denizin dalgası ile eş kollarını zarafetle dans ettiren kafadan bacaklılar, midyeler, yosunlar, kum, kaya, kök derken okyanusun o eşsiz ormanı ve daha birçoğu…

Rengârenkmiş sular; hiç fırtına çıkmayacak, hiç yırtıcı gelmeyecek, hiç deprem olmayacak velhasıl ölüm hiç gelmeyecek gibi yaşıyordu hepsi. “Denizin telaşı” diyordu bilge balıklar; öyle ya, avlanılacak avlar, doğurulup büyütülecek yavrular, kurulacak yuvalar vardı, olması gerekenler, olmaması için çaba istenenler, dünler, yarınlar vardı; alınacaklar, bırakılacaklar, gidilecekler, dönülecekler… Ezcümle koyu bir telaş vardı bu denizde. “Denizin telaşı” diyorlardı buna.

O rengârenk büyülü sularda, o rengârenk resifte bir de Bilge vardı; telaşın yanına hiç uğramadığı, dün ve yarını bilmeyen, sakince ve gülümseyerek olduğu anı yaşayan, sadece o anı bilen bir Bilge. Yaşını ne o biliyordu ne de resiftekiler. Sanki hep orada, o sulardaydı. Sanki o okyanus, okyanus da oydu. O kadar tam ve bütün ve bir… Çok saygı görürdü Bilge, korkulurdu da biraz. Hele yeni doğanlar göz göze gelmeye bile çekinirlerdi çoğu kez. Bilge bunu fark ettikçe hafiften gülümserdi: “Ah güzel küçük gözler, ah derin maviye açılan minik gözler, ne çabuk unutuyorsunuz geldiğiniz yeri ve kudretinizi…” derdi. Onlara demezdi Bilge, çünkü o kelimelerinin o kulaklara uygun olmadığını bilirdi. Henüz değildi… O Bilge’nin adı Asanh’dı.

Asanh bazen uzun konuşmalar yapardı. Çoğu mahlûk toplanır onu dinlerdi; dinlerken her sözü anlar, oradan ayrılınca unuturlardı. Unutarak yaşamak daha kolaydı çünkü; aksi hâlde yaşamlarının, yaşamdaki her karar ve sonucun sorumluluğunu da almak zorundaydılar.

Bir gün yine güneş ışınları durgun maviyi yarıp geçercesine resife ulaştığında, Asanh her zamanki kayasına oturmuş konuşmasına hazırlanıyordu. Ne güzel bir kayaydı o; tek kollu bir koltuk gibiydi, ayakları olmayan sırtlığı ve tek kolu olan bir koltuk… Asanh kollarından birkaçını serbest bırakmıştı, birkaçı ise koltuğa yayılmıştı. O kayanın üzerindeki azametine hayranlıkla baktı o anın mahlûkatı.

Asanh sessizce izledi tüm gelenleri, her birinin gözlerine baktı tek tek… Uzun bir sessizlikti… Ve birden: “BEN diyen sesinizi duymak istiyorum” dedi. Mahlukat önce birbirine baktı, pek anlamamışlardı; “ben” demek de neyin nesiydi? Bir kez daha duydular Bilge’nin sesini: “BEN diyen sesinizi duymak istiyorum” dedi. Bir iki cılız “ben” duyuldu; küçük küçücük harflerle söylermiş gibi “ben ben ben”… Söylemiş olmak için söylenen birkaç “ben ben ben”…

Asanh “BEN” dedi güçlüce; sonra bir daha, bir daha… Ondan güç alan diğerleri de seslenmeye başladı kendilerine ve kalabalığa “BEN” diyerek.

“Kızdığında nasıl ‘ben’ dersin?” haykır dedi Bilge. Sesler sertleşti “ben” derken. “Peki ya üzgünken?” dedi; başlar öne düştü, sesler daha küçüldü “ben” derken. “Haklı ‘ben’ kim?” dedi Bilge; omuzlar dikleşti, gözler keskinleşti “ben” derken. “Peki ya pişman?” dedi; başlar yine düştü, ağızlar mutsuz bir hâl aldı “ben” derken. “Heyecan duyan ‘ben’ nasıl ‘ben’?” dedi; coşkuyla patladı okyanusta “ben” sesleri. “Âşık ‘ben’ kimdir?” dedi Bilge; yüzgeçler, kuyruklar, ağızlar birbirine karıştı “ben ben ben” derken ve gülmeleri suda çınlarken…

Bilge Ahtapot yeniden uzun uzun baktı yol arkadaşlarına. Sessizlik hâkim oldu tüm resife. Herkes dikkatle Bilge’ye bakıyordu ne diyecek diye. Onlarca, belki yüzlerce “BEN” denizin maviliklerinde salınıp duruyordu ahenkle. O “BEN”ler mahlûkata, mahlûkat “BEN”lere bakıyordu. “Kendinizi” dedi Bilge, “hangi BEN ile tanımlarsınız? Sen hangi BEN’sin?” dedi. Kalabalıktan biri “Hepsi” dedi. “Doğru” dedi Bilge “ve biraz eksik. Sen hepsi ve hiçbirisin. Çünkü tüm BEN’leri kendinde toplarken aslında sen o değilsin; o sadece senin bu okyanustaki bir yansıman, seslenişin. Tamamı sen değilsin. Sen öfkelisin ama sadece öfken yok, şefkatin de var. Sen vefalısın evet ama unuttukların da var. Sen üzgünsün; diğer yandan sevinçsin de. Sen karanlıksın ve aydınlık. Sen mahcûpsun ve gururlu. Biri diğerinden daha iyi veya kötü değildir. Bu okyanusta tamamlarken hayatlarınızı hepsini yaşayacaksınız, hepsini hissedeceksiniz. Ve yaşarken o BEN’i tek BEN sanacaksınız; sonra geçecek, başka bir olay, başka bir hâl ve duygu ve başka bir BEN’e kadar.” Kollarından birini havaya kaldırdı Asanh ve bir yuvarlak çizdi suya: “Bakın” dedi “sizin hayatlarınızın resmi bu: birçok BEN’in olduğu siz.” Mahlukat o yuvarlakta kendi BEN’lerini gördü. Her birinin resmi diğerinden farklıydı: kalın, ince, silik, belirgin, renkli, kara… Ne çok BEN vardı… “Artık biliyorsunuz” dedi Bilge “hangisini çoğaltıp hangisini azaltacağınızı; hangisi gerçek, hangisi değil biliyor, hissediyorsun; hangisine ihtiyacın var, hangisine yok farkındasın…”

“Ve siz artık kendinizi kendi gözlerinizden görüyorsunuz.” Sustu Bilge. Yeniden hepsinin gözlerine baktı; kendi BEN’i ile bağ kurabilen kimilerinin gözlerinin ıslandığını görüyordu. Sessizlikti hâkim olan. Derin bir nefes aldı Asanh ve başını öne doğru uzatıp daha kısık bir sesle: “Beğendin mi gördüğün resmi, sevdin mi?” diye sordu kalabalığa… Biri ağzını açacak oldu; “Hayır” dedi Bilge “bana değil kendine vereceksin bu cevabı. Unutma, senin senden beklediği tek şey dürüst ve samimi olman” dedi.

Topluluk bu sözleri düşünürken Asanh yine o zarif kollarıyla usulca kalktı ve süzülürcesine mavilikte kayboldu.

Yazı hakkında düşünceniz nedir?

Share your reaction or leave a quick response — we’d love to hear what you think!

Yorum Yap

Benzer Yazılar