Henüz bir çocukken, yazlık sinemalar adı altında açık hava sinemaları çok yaygındı. Bu sinemalar, henüz televizyonun yaygınlaşmadığı, yaygınlaşmaya başlasa da henüz siyah beyaz yayın yapan tek kanalın bulunduğu ülkemizde, bir zamanlar Antik Yunan’da ya da Roma’da tiyatrolar ne ifade ediyorsa hemen hemen aynı şeyi ifade ederdi bizim için.

Gişedeki görevliyi tanıyan şanslılarımız, para ödemeden içeriye girip film izlerdik. Bazıları, açık hava sinemasının hemen karşısında bulunan yüksek bir ağacı keşfeder ve üzerine tüneyip izlerdi filmleri. En şanslı olanlarımız ise, sinemanın perdesini gören bir evi ya da balkonu olanlardı. Sanırım misafirlik ya da arkadaşlık ilişkileri en gelişmiş olan kişiler bu kişilerdi. İnsanlar sık sık bu evleri ziyarete gider ve aile fertleriyle birlikte film izlerlerdi. Bugün, bir açık hava sinemasının hemen önünde bir evde oturmak tercih edilen bir şey olmasa da bir zamanlar bu evler büyük ihtimalle, hemen yakınında ama sinema perdesini görmeyen evlere oranla daha yüksek bir aylık ile kiraya verilirlerdi.

Açık hava sinemalarının kendine özgü bir adabı bulunurdu. İnsanlar, her ne kadar bir operaya gider gibi giyinmeseler de, yanlarında tahta sandalyenin üzerine oturmak için evlerinden yastık getirir, varlıklı olanlar ise yastığı sinemadan kiralardı. Zaman zaman gözünüzü sinema perdesinden çekip başınızı yukarı kaldırır, şimdikine oranla daha az ışık kirliliği olan gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızları seyrederdiniz. İlk sigara içme deneyimleri burada yaşanır, Bruçli (Bruce Lee) filmlerini izledikten sonra birbirinize burada tekme tokat girişirdiniz. Yine de burada edepsiz bir durum kolay kolay yaşanmazdı.

Seks filmleri kapalı kapılar ardında, “kışlık” sinemalarda gösterilir, yeni yetme arkadaşlarınıza uyup da okulu kırıp gittiğiniz bu sinemada edebiyat öğretmeninizle “sözsüz anlaşmanızı” burada yapardınız. Her ikiniz de orada bulunma sebebinizin Alman dilinin “derinliklerini” incelemek olduğunu varsayardınız. Bu sinemalarda kimse kimseyi görmez, görmezden gelirdi. Burada birbirinizi görmemek kışlık sinema adabına uygundu. Nitekim yaşınız biraz ilerlediğinizde, kız arkadaşınızla ilk günahınızın ön denemelerine bu tür mekanlarda girişirdiniz. Yazlık sinemalar bu anlamda daha naif ve daha sosyal ortamlardı. Buraya grup olarak gidilir, yan tarafta Fazıl bey amcalara selam verilirdi. Burada birbirinizi görmezden gelmek ayıptı.

Filmin sesi azaldığında, tüm izleyiciler filme beğenilerini alkışlayarak değil ortalığı kaplayan çekirdek çıtırtılarıyla gösterirlerdi. Ara verildiğinde ise sinemada bulunma deneyiminin sesi, gazoz şişelerine vurulan açacak şıngırtısı olurdu. Henüz Amerikan etkisi çok baskın olmadığından, yazlık sinemaların yiyeceği bile patlamış mısır değil, Ege’de “kumru” olarak adlandırılan ve simit ekmeği içine konan domates, birer, beyaz peynir ve yanında yine Bursa’da imal edilen gazoz olurdu.

Seksenli yılların öncesinde, ülkemizi yeni yeni etkileyen bir akım yavaş yavaş sinema sektörümüzü de ele geçirmeye başlamıştı. Bu akımın öncüleri Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses gibi isimlerdi. Bundan önceki akım, son derece Anadolulu’ydu; Münir Özkulların, Adile Naşitlerin, Tarık Akanların, Emel Sayınların aktif rol aldıkları bu akım; parasız ama onurlu, hayatın tadını çıkaran ve bol bol kahkaha atan bir aile yapısını anlatırdı bize. Bu insanların etkisiyle geçer akçenin onur olduğunu, gurur olduğunu, sevgi olduğunu, neşe olduğunu öğrenirdik. Bu insanların müziği bile farklıydı. Berbere gittiğinizde, evinizde, sokakta hep bu müzikle, bu ruhla yaşardınız. Türk sanat musikisinin gevşetici namelerini bir çocuk olarak “uyutucu” diye algılasak da “mavi boncuk”, “dünya dönüyor”, “neşeli gençleriz biz” gibi parçalarla kendimizden geçerdik. Bu dönem, sokakta koşturduğumuz, komşunun evine gidip “Müzeyyen teyze bana salçalı ekmek verir misin?” diyebildiğimiz, geceleri yan komşuya şaka yaptığımız zamanlardı. Babam bir gece eve sarhoş gelip, tüm mahallelinin kapısını yumruklayıp herkesi dışarı çıkarmış ve herkesi hizaya soktuktan sonra elinde bir sopayla bizi “Daaaağ başını duuuuman aaaaalmış…” diye marş söyletip mahalle turuna attırmıştı ki o anı hala yüzümde gülümsemeyle hatırlarım. Tüm komşular gecenin saat onikisinde (ki o zamanlar bu saat oldukça geç bir saatti) bir yandan marş söylerken, bir yandan da gülmekten yerlere yatıyorlardı. Babam bir anda Minür Özkul oluvermişti. Bizler, yazlık sinemalarda gördüğümüz o filmlerin içinde yaşayan insanlardık. Neşeli, parasız, parasızlığa çok aldırmayan, onurlu ve bir şekilde mutlu olmayı başarabilen insanlar.

Derken yavaş yavaş adına “arabesk” denilen bir akım yayılmaya başladı bu mutlu insanların arasına. Bu akım, adeta bir gül bahçesinde büyüyen zararlı ot gibiydi. Hafif hüzünlerin neşe ile dengelendiği filmler yerine bittiğinde herkesin salya sümük ağladığı, üzerine fil oturmuş gibi olduğu filmler gündeme gelmeye başladı. Bu filmler o kadar ağır olurdu ki insanda yaşama umudu bırakmazdı adeta.

Peşpeşe iki film gösterilen yazlık sinemalarda, ilk film mutlaka arabesk bir film olurdu. Sanırım sinemayı yönetenler eğer ikinci filmi arabesk yaparlarsa kimsenin iki film için bilet almayacağını bilirlerdi. Bu nedenle ikinci filmi izlemenin hatırına arabeske tahammül ederdiniz.

Yazlık sinemalara ablam ve arkadaşlarıyla gittiğimizde durup durup ablama “Eeee? N’olacak ki yani? Kız adamı istemiyorsa o da başka bir kız bulsun. Niçin bu kadar dert ediyor ki kendine?” diye sorduğumda, ablam “Sen anlamazsın,” derdi. Ben ise durumda anlaşılmayacak bir şey olmadığını, durumun kendisinin düpedüz aptallık olduğunu söylediğimde genellikle etimin bir yanı ablam tarafından itina ise “cimcirilip” susturulurdum. O an itibariyle bu arabeskin bir şekilde insanın içindeki şiddeti harekete geçirdiğini anlamaya başlamıştım.

Seksenli yıllara yaklaşırken “Arabesk” etkisi de bir tür fenomen olarak tüm ülkeyi sarmaya başladı. Fakat, pop denilen akımın da aslında bir tür arabesk olarak gündeme gelmesi için seksenleri ve doksanları beklemek zorunda kalacaktık.

Arabeskin kendisi mi toplumu arabeskleştirdi yoksa toplum arabeskleştiği için mi bu akım bize ihraç edildi bunun yanıtını vermek belki benim üzerime vazife değildir ama nedense ben ilkine inanma eğilimindeyim. Tıpkı Selçuklu döneminin bir aşamasında “Türk” kültürünün Arap kültürünün etkisi ile Araplaşması gibi, çocukluğumun o mutlu insanları, arabesk kültürü ile hüzünlü, acılı ve mutsuz bir halka dönüşmeye başladılar. İnsanların hüznü arttıkça mutsuzlukları da arttı. Buna karşın son derece ironik bir şekilde, bir zamanlar duygular, acı, mutsuzluk gibi konularda son derece hassas olan, birbirini kırmamak için azami dikkat gösteren, başkasının acısını kendi acısı gibi hissetmeye eğilimli olan halkım bir anda artık bu tür duyguları hissetmeyi bıraktı. Adeta arabeskin yoğun duygusal bombardımanın etkisiyle duyguları uyuştu ve artık empati kuramaz hale geldiler. Eskiden küçük duygularla etkilenen bu insanlar, etkilenmek için büyük ve abartılı duygulara ihtiyaç duyar hale geldiler.

Tıpkı yakın bir zamanda korku sinemasının gençleri etkilemesi ve bir zamanlar böh deseler korkan insanların artık akıl almaz canilikleri, son derece gerçekçi bir şekilde film sahnesinde izlerken bundan etkilenmemeleri gibi bir durum yaşandı duygu düzeyinde. Acılı filmler, acılı müzikler, acı ve hüzün kültürü son hızla ilerlerken, insanlar kolay hüzünlenemez, kolay empati kuramaz hale geldiler. Tıpkı uyuşturucu bağımlısının aynı hazzı alması için dozu artırması gerektiği gibi halkım da bir takım duyguları ancak abartılı olursa hissedebilir hale geldi.

Fakat buna karşın bir duygu akıl almaz bir hızla gelişti. Bu duygunun adı öfkeydi! Hüzün arttıkça öfke de onunla doğru orantılı olarak artıyordu. Bir zamanların ılımlı insanları bir anda öfkelenmeye, akıl almaz şeyler yapmaya başladı. Daha sonraki yıllarda Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelere gittiğimde bu duruma sık sık tanık oldum. Aynı coğrafyada, aynı iklim kuşağında bulunan, insanları birbirine inanılmaz benzeyen ama biri müslüman, diğeri budist olan iki ülkenin insanları arasındaki fark inanılmazdı. Budist ülkenin insanları genellikle ılımlı ve mutluyken, müslüman ülkenin insanları genellikle saldırgan, hüzünlü ve öfkeliydi. İki ülkede de yoğun trafik olmasına karşın birinde insanlar göreceli olarak sakin dururken, müslüman olan diğer ülkede, trafikten insanlar birbirlerini öldürmenin eşiğine geliyorlardı.

İlk başlarda bunun İslamiyetin bir etkisi olduğunu düşünmeden edemedim ve açıkçası bu duruma çok üzüldüm. Hoşgörüden bahseden bir dinin insanları nasıl oluyor da bu kadar öfkeli ve saldırgan olabiliyorlardı? Zaman geçip de durumu biraz daha tarafsız bir gözle izlemeye başladığımda, meselenin arkasında İslamiyetin olmadığını fark ettiğimde açıkcası bir hayli rahatladım. İşin arkasında Arap kültürü, arabesk anlayışı vardı. Bu anlayış tuhaf bir şekilde insanın duygularını aşırı sömüren, içinin hüzünle ve acıyla dolmasını sağlayan bir kültürdü.

Peki ama hüzün nasıl oluyordu da insanların bu kadar öfkeli yaratıklara dönüşmelerine ve bir şekilde duyguları hissedememelerine neden olabiliyordu? İnsanların elinden empati kurma yeteneklerini nasıl alabiliyordu?

Yıllardır Çin tıbbını ve Taocu tıbbı inceleyen bir insan olarak aslında bunun yanıtını vermem çok zor olmadı. Çin tıbbına göre her organ bir olumlu bir de olumsuz duygunun kontrolü altındadır. Olumsuz duygu, ilişkili olduğu organa zarar verirken, zarar gören organ da bir olumsuz duygu yaratır. Üstelik organlar arasında yaratma ve yok etme döngüsü olarak adlandırdığımız bir döngü bulunur.  Bu döngüye göre, bir organda belli bir aşırılık olduğunda, bu aşırılık belli bir organa zarar verir ve ondan bir başka aşırı duyguyu açığa çıkarır.

Hüzün duygusu, akciğerlere zarar veren duygudur. Hüzün akciğerlere zarar verdiğinde, yok etme döngüsüne göre, akciğerde artan olumsuz duygu bu kez karaciğere zarar vermeye başlar. Karaciğerin olumsuz duygusu öfkedir. Karaciğer zarar görmeye başladığında öfke kontrolsüzce artmaya başlarken bir yandan da sinir sistemimiz tahrip olur.

Beden kendi kontrol mekanizmaları uyarınca akciğerde artan hüznü ve karaciğerde artan öfkeyi kontrol altına almak için kalbi devreye sokar. Fakat kalp, bu kadar aşırı artan bir olumsuz duygu yükünü kontrol altına almaya çalışırken tükenir ve derken kendisi de bozulmaya başlar. Bunun sonucunda aşırı eleştiricilik, acelecilik, telaş, kibir ve acımasızlık gibi duyguları açığa çıkarır. Oysa akciğer aşırı hüzün yükü ile boğuşmadığında, olumlu bir duygu olan cesareti açığa çıkarır. Artan cesaret, karaciğerin olumlu duygusu olan erdemin ve şefkatin ve kalbin olumlu duygusu olan sevginin açığa çıkmasını sağlar.

Eğer, hüzün kültürünün baskın olduğu toplumlarda Çin tıbbının kuramını temel alan bir araştırma yapılsa büyük olasılıkla, hüzün, öfke ve acımasızlığın ilişkilendirildiği organlar ile ilgili rahatsızlıkların çok yaygın olduğu görülebilir. Elbette böyle bir araştırma yok ve bu yalnızca benim varsayımım.

Elbette, eski günlerdeki durumumuzu yeniden yaratmamız mümkün değil. Heraklitus’un önermesi uyarınca, “Hiç kimse aynı nehre iki kez giremez.” Bu nedenle yapmamız gereken şey eski kültürümüzü yeniden canlandırmaya çalışmak olmamalı. Kaldı ki pek çok naifliğine ve güzelliğine karşın o kültürün de eleştirilebileceği pek çok şey bulmak mümkün. Bunun yerine yapmamız gereken en önemli şeylerden bir tanesinin kendimizi bir an önce arabesk kültürü olarak adlandırılan bu hüzün anlayışından kurtarmak olmalı. Yerine ne koyacağımız çok önemli değil. İçinde bulunduğumuz durum aynı anda hem kolu kırılmış hem de kalbi durmuş bir adamın durumu gibi. Bu durumda, bu kültürün yerine ne koyacağımız sorusu bizi kalbi çalıştırmak yerine kırık kola uğraşmaya hapseder. Oysa ilk olarak durmuş olan kalbin çalıştırılması gerekiyor.

Lütfen bir an önce kalbimizi çalıştırmayı deneyelim. Çevremizi hüzün kültürünün neden olduğu bu karanlıktan kurtaralım.

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.