İnsan bencil midir?

Sık sorulan bu soruyu öznel yargılarımızla yanıtlamadan, yani kestirip atmadan önce biraz irdelemek, gerçek anlamıyla irdeleyebilmek içinse konuya olabildiğince nesnel bakmak gerekiyor.

Aslında hayatımızı hep ‘eksik yaşıyoruz’; bunun nedeni farklı ‘oluşumlar’ın, ‘boyutlar’ın, ‘nedenselliğin’, karşılıklı ‘bağlılığın’, ‘birbirine bağlı oluşum’un ve ‘tekâmül’ün yeterince farkına varamayışımızdır. Edindiğimiz bilgilerle belki bir yandan kendimizi donatıyoruz ama öte yandan da koşullanıp duruyoruz.

İnsanlar her türden hikayelere meraklılar; onları sever ve onlarsız yapamazlar. Dinler de, tarih boyunca insanlara anlatılmış, bir kısmı gerçek ama önemli bir bölümü bilinemez’e dayalı, yorumlarla zenginleştirilmiş, sürekli tekrarlarla ve korkuyla bir bakıma zorla benimsetilerek inandırılmış, zihinlere adeta nakşedilmiş; itaatin ödüllendirme vaadleriyle güçlendirildiği en yaygın hikâyelerdir. Ama bir kere dinsel olunduktan sonra, insanlığın bölünüp parçalanmış olmasının, o dinin dinadamları ve fanatikleri için hiç mi hiç önemi kalmamıştır.

Örneğin açık yürekle ve aydınlık bir zihinle bakarsak, savaşlar tanrının değil insanın eseridir; tanrının adı kullanılarak yapılmış (cihad) olsalar bile… Her türden sömürü, açlık, insan hakları ihlâlleri, doğanın sorumsuzca tahribi ve onun bize sunduğu canlıların (bitkiler, hayvanlar, insanlar ve onların yaşayabileceği ortamlar dahil) yok edilmesi… bütün bunlar güya ‘özgür insan davranışları’ adına ve insanın ‘aklı’ ve ‘iradesi’ni kullanması sonucunda meydana geliyor. Peki böylesine sorumsuzluk, sevgisizlik ve merhametsizlik insanın gerçek doğası olabilir mi? Şimdi, ne kadar okumuş, eğitim almış olursak olalım, böyle davranan bizler mi haklıyız mistikler mi; ya da bizler mi suçluyuz karıncayı bile incitmeyen sufîler mi? Kabahat gelişmiş ülkelerin yöneticilerinde mi, zendo’da meditasyona oturan keşişte mi; Çinli yöneticiler mi suçlu Dalai Lama mı, Uygur soydaşlarımız mı? İnsan doğasına aykırı ve onurunu hiçe sayan faşizan ve din esaslı totaliter rejim yandaşları ile, çeşitli kamuflajlarla (dinsellik, şoven milliyetçilik, ırkçılık, ideolojiler…) sapık yönetimlerini sürdüren yobaz siyasetçiler ve bencil devlet adamları mı suçlu, aç kalmamak için ekmek çalmak zorunda kalan yoksullar mı? Peki acaba bu kitlesel bencillik ve sorumsuzluklar, bu tür davranışları sürdürenleri mutlu edebiliyor, onlara huzur verebiliyor mu? Oysa ki adının başına ‘gelişmiş’ sıfatı eklenen sanayi toplumlarındaki huzursuzluklar, madde bağımlılığı, ruhsal hastalık ve gerilimler, çevre kirliliği ve doğanın tahribi, ‘geri kalmış’ denilen toplumlarla kıyaslanamayacak kadar fazladır. Öyleyse bu ne tür bir ‘gelişmişlik’ ve nasıl bir ‘refah toplumu yaratma’dır?

Çözüm, insanlığın bütününün hayrına ve yararına işler yapabilmektedir. Ama bu her türden haksızlığın ve sömürünün sonu demek olurdu ki, askerî, finansal ve teknolojik güçleri ile dünyayı titreten devletler ve onların her gün alkışladığımız, sermayenin neferi haline gelmiş yöneticileri, kendi egoları uğruna buna müsaade etmeyecek; bahane olarak da her zaman olduğu gibi karşımıza hemen ‘ulusal çıkarlar’ı, ‘dinsel amaçlar’ı, bulundukları coğrafyaya ‘hakim olma’ isteklerini, daha çok ‘silahlanma gereği’ni, şoven milliyetçiliği, tanrı buyruğu olduğu iddia edilen ve kutsallık izafe edilen bir takım söylemleri çıkartacaklardır. ‘Ulusal çıkarlar’ kavramı, ardından kaçınılmaz olarak bölgesel, kentsel, ailevî, derken kişisel çıkarları ve her ne pahasına olursa olsun bu çıkarların her koşulda gözetilmesinin gerekli ve haklı olduğu anlayışını da beraberinde getirecektir. Bu da kaçınılmaz bir biçimde başkalarına ‘rağmen’ ve onlara ‘karşı’ olarak, sürekli bir yarışma ve rekabet içerisinde ‘büyüme’ ve ‘öne geçme’ hırsını yaratacaktır. Böylesine bir anlayışa sahip, tatminsiz insan topluluklarının şefkatli ve merhametli olmasını bekleyebilir misiniz? Tüm bunların, tam aksine bencilliği artırıp insanın gerçek-kendi’sine yabancılaşması sonucunu doğurmaları kaçınılmaz değil midir? Peki kim değiştirecek? Öyle görünüyor ki daha uzunca bir süre kendi oluşturduğumuz sistemlerin tutsağı olmaya ve kendi kendimizi dejenere etmeye devam edeceğiz.

Unutmamak gerekir ki kitlesel bencillik, kitlesel mutsuzluğun başlıca nedenidir.

Kendimizi ‘gerçek öylesi’liğiyle görüp idrak edebilirsek, doğayı ve dünyayı da görebilecek duruma geleceğiz, ama kim bilir ne zaman? Bunun için önce ‘doğru bakış’, sonra ‘doğru görüş’, daha sonra da ‘doğru bilme’ ve algılama gereklidir… Tüm varoluşun nedeni ve temeli olan, sonsuz şefkati ve engin hoşgörüsü ile yaratılan her şeyi koruyup gözeten Yüce Birlik, Tükenmeyen Sevgi ve Merhamet, Büyük Adalet… bilinçten yoksun kalmamamız için uygun koşulları hazırlamıştır. Ancak böylesi bir farkındalık için akıl ve zekâ yeterli olamıyor. İşe açık bir zihinle başlamalıyız. ‘Açık’ bir zihin iyilik, doğruluk ve güzellik için gerekli, hattâ zorunludur. Açık zihin bozulmamış zihindir; kirden, tozdan, her türlü yanıltıcı unsurdan arınmış, yani egodan ve bencillikten sıyrılarak bilince yönelmiş bir zihindir.

Sadece nesnelerin ve salt fiziksel gerçekliklerle dar çevremizin bilgisi, olguları, olayları, bizi çepeçevre saran boyutları doğru ve yeterince algılayabilmemiz için yeterli olmaz. Bu nedenle eşyanın bilgisi yanında, onu bütünleyecek olan ezoterik bilgiye de ihtiyacımız vardır. Aksi halde sürekli eksik kalırız ve yeterli farkındalığa erişemez, tek gerçeklik kabul ettiğimiz fiziksel-maddesel bilgi ve gerçekliklere, dolayısıyle de maddi dünyaya saplanıp kalırız. Sevgisiz, hoşgörüsüz olmanın, her türden bencilliğin, çok şey bildiğini sanma yanılgısının, doyumsuzlukların ve mutsuzluğun nedeni de budur. O nedenledir ki önemli olan zihnimize neyin hakim olduğudur.

‘Kendi bedenini ışıkla doldurma’ potansiyeline doğuştan sahip olanların, bundan vazgeçip de, veya henüz kendini ‘yeterince bilmeksizin’ kalkıp ‘ışık bedenliler’in peşine düşmelerinin yararı var mıdır? Sende ışık yoksa onları nasıl fark edebilirsin ki. Bir defa ruhsal, astral ve bilinçsel frekanslarınız uyum sağlayamaz. O ışık fiziksel midir ki, onu gücü ve kapasitesi sınırlı olan gözlerinizle görebilesiniz… Yani önce sen ışıkla dolacak, ya da en azından o kapıyı aralayacak, sonra şuurlu enerjinin otoprodüktörü olarak kendi ışığını üretip yayabilir hâle geleceksin ki, yani etrafını aydınlatacaksın ki daha üst boyutlara ait veya daha nitelikli enerjileri fark edebilesin. O ışık, kendin karanlıklarda iken fark edebileceğin türde bir ışık değildir. Yani fiziksel anlamdaki ışık’tan farklı bir şeydir; kısacası bir ölçüde aydınlanmaksızın fark edilemeyecek türden bir ‘aydınlık’tır.

Istıraplarımızın büyük bölümünün nedeni ego’yu gerçek benliğimiz sanmak ve ona sıkıca bağlanmış olmaktır. Kimileri için durum daha da vahimdir, çünkü onlar için bu yapay benlik hem yaşamının hedefi hem de güçlendirildiği ölçüde yönlendiricisi haline gelmiştir. O nedenledir ki Doğu geleneklerinde insanın kurtuluşunun cehalet’ten (avidya) kurtulmakla ve onun neden olduğu bağımlılıklardan sıyrılabilmekle mümkün olabileceği anlatılır. Zihin arındırılmadıkça akıl da özgürleşemiyor, akıl özgür olmadıkça ne içsel gözlem ne de dışarısı için ‘doğru bakış-doğru görüş’ sağlanabiliyor. Sahte benlik yaşamın amacı ve yönlendiricisi olduğu sürece gerçekliklere erişebilmek de mümkün olamıyor. Çünkü özgürlük ve şiddetsizlik (ahimsa) derinlerdeki bozulmamış gerçek doğamızdadır. Ego ise cehalete, gerilime ve şiddete yol açtığından gerçek doğamıza erişebilmedeki en güçlü engel…

Hepimiz ‘Sonsuz Hayat’ın ürünleri, çocuklarıyız. Bizi yanıltan ‘zihin’ ve ‘doğrusal zaman’ kavramımızdır. ‘Zihin’ de, ölçülebilir hâle getirdiğimizi kabul ettiğimiz ‘zaman’ da bizim tasarımlarımız, bizim yanılgılarımızdır. Sonsuz Hayat’ın sürekliliği, her defasında çok kısa bir süre konakladığımız dünya yaşamıyla sınırlı olabilir mi? Ya da öylesi bir sonsuzlukla, yanılıp kısıtlayarak adına ‘hayat’ denilen, burada geçireceğimiz ‘süre’ ne kadar kıyaslanabilir? Kendimize fırsat buldukça ‘neden buradayız?’, ‘nereye gidiyoruz?’ ve ‘yaşam amacımız nedir?’ sorularını sorabilmeliyiz. O zaman tüm yanılgılarımızın ve ‘yapay-ben’liğimizin nedeni ve kaynağı olan zihni aşabiliriz. Kendisi ve kapasitesi sınırlı olan hiçbir şey, hele bir de kendi kendini kıstlamışsa, sınırsız olanı doğru algılayamaz; dolayısıyla, edilgen unsurlar taşıyan, kendi sınırlı bileşenlerinden etkilenen ruh, bazılarının (ruhçular ve parapsikologların) iddia ettiği gibi öylesine sınırsız ve kusursuz bir farkındalığa sahip olamaz. Bu ancak tanrısal ve aynı zamanda yaratıcı olan bilincin, o da kendisine ulaşılabildiği oranda üstesinden gelebileceği bir şeydir. Bu süreçte, adına ruh denilen ve aslî unsur sanılarak abartılı bir biçimde yüceltilmeye çalışılan o sınırlı bileşen dahi ancak izleyici ve yönlendirilen olabilir.

Yani sınırsız farkındalık için, ruhun da ötesinde, ‘sınırsız’dan gelen, daha saf bir şey gereklidir ki bu da öz varlığımız olan şuur (bilinç)’dur.

İnsanlığın kitlesel acılarının, ıstıraplarının ardında büyük oranda din ve inanç farklılıkları yer almaktadır. Hattâ kimi zaman aynı ülkenin vatandaşları arasındaki önemsiz inanç farklılıkları dahi saldırganlıklara, yıkımlara neden olabilmektedir.

Dinler, hayatları sığ, anlamını bulamamış; amaçsız, coşkusuz ve sevgisiz kalmış insanların önce ebedî bir yaşama inanıp sonra da ona bir dolu korku motifinin arasında uygun güvenceler aramasından doğmuştur. Sürekli varolabilme arzusu, sonsuz olma bencilliğine neden olmuştur. Ama düşündükleri ebedî yaşam, bu dünyanın kişisel özlemlerini gerçekleştirmede yetersiz kalmaları nedeniyle gittikçe güçlenen bir tutkuya dönüşmüş ve ortaya kutsal kitapların cennet tasvirleri çıkmıştır. Yani ölümden sonrasına, oradaki cennet ve cehenneme ilişkin olup da sözde maneviyata ya da ruhaniyete temellendirilmiş görünen koşullanmalar dahi aslına bakılırsa özünde materyalistik ve çıkarcıdır; çünkü bu dünyanın kişisel özlemleri maddeselleştirilmiş olarak ve tatmin edileceğine dair vaadlerle yine karşımızda durmaktadırlar… Bakınız birisi üçbin küsur, diğeri ikibin, bir başkası bindörtyüz yıldır insanlığın önemli bir kesimine hükmettikleri halde kitlesel kıyımları, terörü ve şiddeti durduramadılar…

Daha çok yayılma, daha çok insana, toprağa ve ülkeye egemen olma, yani ‘cihad’ özünde materyalistik değil midir? Haçlı Seferleri de tamamen materyalistik değil miydi? İsa’nın böyle bir emri var mıdır? Bugün de ‘spiritüalistik’ konularla uğraşanların amaçları nedir, uğraşıları gerçekte ne kadar ‘ruhsal’dır? Ama bir kez öyle inanılmıştır ya, gerisi önemli değildir. Kimse sonucuna bakmaz olur. Dinlerde de insanlar önce temel ilkelere inanmaya koşullandırılır, ardından korku destekli bir biçimde din ve dindarlık adına ne söylenirse ona inanmaya hazır hâle getirilir; sonrası zaten çok kolaydır.

Organize dinler genellikle bitip tükenmez tekrarlardan oluşan o tekdüze ve sıkıcı, biçimsel ibadetleri ile zihni donuklaştırıp, yaşamı bir dolu yasaklar ve yapay kurallarla monotonlaştırarak inananlarını kendince suç ve günahtan alıkoymaya çalışmakta; ama bunu yaparken yandaş ve izdeşlerinin özgür bilinçlerini gölgelemekte ve karartmaktadırlar. Öylesine sık tekrarlanan sözde ibadetler insandaki yaratıcılığı ve özgür akıl yürütme gücünü köreltip, onun yerine ‘tâbi olmayı’ ve ‘koşulsuz itaati’ tesis etmektedirler. Sürekli dinadamlarının rehberliğine, yönlendirmesine ve dinsel yorumlarına muhtaç durumda bulundurularak tinsellikten uzaklaştırılan dinsel izdeşler, bir dolu şekil şartı ile kuşatılmış olarak zihinsel ahenkleri ve farkındalıkları yok edilmiş olduğu için ezoterizmi bir türlü algılayamayacak hâle getirilmişlerdir. Sonuçta bu durum da insanın bencilliğine ve bilinçten uzaklaşmasına neden olan aslî ve önemli bir faktör olup çıkmaktadır.

Böylelikle insanın zaten sosyal, kültürel, çevresel ve ahlakî nedenlerle daraltılmış olan vizyonu bir de tutucu dinsel kurallar ve kısıtlamalarla iyice etkisizleştirilmekte, adetâ yok edilmeye çalışılmaktadır. O nedenledir ki dinsel taassup ve koşullandırma, cehaletten daha kötüdür. Cahil olduğunu fark edebilen onu aşabilir; yani sınırlı zihninin ve eksik bilgisinin ötesine geçmeyi arzulayabilir; ama dinsel taassup öyle bir şeydir ki eğitim durumunuz ne olursa olsun, farkındalığınızı gölgeleyip bilincinizi kararttığından, ondan tümüyle kurtulmadıkça hiçbir olumlu adımı atamazsınız. Çünkü aklınız ve zihniniz doğruluğunu, gerçekliğini ve geçerliliklerini bir türlü sorgulayamayacağınız dogmalarla çepeçevre sarılmış; bu sarıp sarmalama da bilincinizi adeta izole edilmiş bir durumda bırakmıştır. Halbuki daha yüksek bilinç hallerine erişmedikçe insan olarak tekâmülümüzü sürdürebilmemiz imkânsızdır. Her sıkıştığında kutsal sayılan dinsel metinlere, dinkoyucuların binyıllar önceki sözlerine işine geldiği gibi sığınmak, her konuda onları rehber edinmeye çalışmak gerçekte aklın ve bilincin yolundan gittikçe uzaklaşmaktan başka bir şey değildir.

İnsan maalesef bütün bu çağdışılıklarla bilincini karartmakta, kendi kendisini karanlığa mahkûm etmektedir. O zaman da sadece dar çevresiyle yetinme, olaylarla olguları o dar çerçeveden gözlemleme ve çok sınırlı biçimde görebildiklerini de ancak yüzeysel ve koşullu bir vizyonla değerlendirme zorunda kalmaktadır. Tabii gerçekte bu cehaletin bir başka tanımıdır. Yani aslında Sonsuz Varoluş her yerde olduğu gibi kuşkusuz ona da kendisini göstermiş ama o bunun farkına varamamıştır. Esasında bu bir bakıma sonsuz olanın kendisini sonlu olanda yansıtması, ama idrakini geliştirememiş olan sonlunun bu durumun farkına varamamış olmasıdır.

İnsan aydınlanamadığı sürece ne yazık ki karanlıkta, tutsak ve bencil olarak kalacaktır.

Fiziksel algılama organlarımızın gelişimi ve kapasiteleri nasıl bir takım araçlarla artırılabilirse (mercekler, algı artırıcı ses cihazları… gibi) ve benzer biçimde kas-kemik-tendon sisteminin gücünün ve dayanıklılığının yine birtakım egzersizler ve özel beslenme programlarıyla artırılması mümkünse, aynı şey içsel yapımız için de söz konusudur. Yani bir takım özel çalışmalar ve ciddi bir ezoterik eğitimle ruhsal, astral, eterik… kapasitelerimizin ve algılarımızın artırılabilmesi de mümkündür. Bu tür içsel algı organ ve olanaklarımız zaten mevcuttur; esasında olmayan ya da olamayacak bir şeyi yaratamaz, ancak mevcut olan bir potansiyeli geliştirebilir veya gücünü ve etkisini artırabiliriz.

Edindiğimiz yeni bilgi ve deneyimler nasıl akıl, zihin ve zekâ kapasitemizi; fiziksel gelişim programları bedensel ve duyusal kapasitemizi artırabiliyorsa; ezoterik gelişim programları da doğru uygulanabildikleri takdirde içsel gelişimimizi ve buna bağlı algılarımızı artıracaktır. O zaman nasıl göremediklerimizi, işitemediklerimizi yok sayma cehaletinden kurtulabiliyorsak burada da fiziksel duyuların ötesindeki şeylerin bir başka erişilebilirlik düzeyinde duyumsanması ve idraki söz konusu olacak ve ezoterik eğitimimizdeki gelişim oranında farkındalığımız da artacaktır. Ama bütün bunlar, adına ibadet denilen basmakalıp sıkıcı tekrarlar ve sıradan koşullanmalarla, yani bir bakıma kendi kendini hipnozla olabilecek şeyler değillerdir. Böylesi bir gelişim, doğası itibarıyle sonsuz ve sınırsız olduğundan, gelişiminin herhangi bir aşamasında olduğunu bilinçle fark eden ezoterik yolcunun, alçakgönüllü, hoşgörülü ve merhametli olmasına da şaşmamak gerekir.

Tıpkı evrimleşemeyen, gelişerek değişemeyen bir zihne olduğu gibi, kalıcılık izafe edilen şeylere de güvenilemez; en azından kolaylıkla eskidikleri ve gelişmelere uyum sağlayamadıkları, yeni gereksinimleri yanıtlayamadıkları için… O nedenledir ki yaşamımızda bilim ve bilinç tüm diğerlerinden daha fazla önceliğe sahip olmalıdır. Zaten gelişmemizi sağlayan iki temel unsur bunlardır; sonra da, eğer gerçeği özgürce arama ve araştırma yoluna girebilmiş iseler, akıl ile birlikte bilince yönelmiş zihin gelir. Sıradan insanın sınırlarını aşarak şuurlu insan olabilmenin yolu burada başlar. Aksi halde hep sıradan, hep mekanik, hep ezilmiş ve ikinci el olarak kalınmış olunur. Özgür ve farkında olmayı başarabilirsek, yaşamımıza da böylesi anlayış ve nitelikler yön verebilirse buradaki yaşam da bundan sonrası da gizem olmaktan çıkar ve ‘deneyimlenebilir’ hâle gelir ki gerçek aydınlanma da, Varlık’la bir olma da bu demektir.

Merkezinde ‘insan’ın yer almadığı inançlar ona hiçbir şey veremeyeceği gibi üstelik onu iradesi sakatlanmış, özgürlüğü elinden alınarak bir takım dogmalar, törenler, seremoniler ve önyargılarla kuşatılmış zavallı bir ‘tebâ’ haline getirirler. Ve dikkat ediniz, merkezine insanı almayan dinler ve inanç sistemleri ezoterik de olamaz, olsa olsa şekilci ve ‘yapay’ olurlar. Çünkü onlar insanın yaşarken, yani bu dünyada iken gerçek anlamda yüceltilmesiyle hiç uğraşmazlar. Hep birilerine ve biryerlere, hiçbir şey bilmeden sözde sonsuz sadakati; mutlak doğru, değişmez ve kutsal kabul edilen bazı metinlere ise sınırsız itaati esas alırlar. Onlara göre, kutsal sayılan metinler, kendi istedikleri gibi yorumlanacak, gelmiş ve gelecek tüm insanların ihtiyaçlarına cevap vererek onların bütün yaşamlarına ebediyen hükmedecektir.

Dinsellikte herkesle yarış halindesinizdir. Ne için? Sevap hânenize daha çok puan toplamak, cehennem ateşinden kurtulup cennetin daha üst katlarına yerleşerek orada sonsuz bir tatmin halinde kalabilmek için… Peki böyle bir tanrısallık olabilir mi, böylelikle olsa olsa bencilliğiniz körüklenmiş olmaz mı?

Şurasını unutmamalıyız ki, herhangi bir nedenle bilincimize, yani gerçek-kendi’mize erişemiyorsak bu bilincin kusuru ya da yanlışı değildir. Ona erişimdeki engelleri ortadan kaldıramıyor ya da onları aşamıyorsak nedeni ne olursa olsun (ego, yanlış veya yetersiz eğitim, şuursuz inançlar…vb.) bizim noksanımız ya da eksikliğimizden, henüz yeterince olgunlaşamamış ve aydınlanamamış olmamızdan kaynaklanan farkındalığımızdaki eksiklik nedeniyledir. Yani bir bakıma sorunun kaynağı, koşullanmışlığımızın neden olduğu zihin-bilinç uyumsuzluğundadır.

Bunun belirli bir reçetesi yoktur, ama ancak Varoluş’a şükran duyabilirseniz tanrısallığı da idrak etmeye başlayabilirsiniz. Oysa ki kendisini ateist olarak tanımlayan, şimdiki ânı layıkıyla algılayamaz; çünkü kendisi kabul etmese de içinde biryerlerde hep ‘hiçlik korkusu’nu taşır. Ona göre yaşamının değeri ve amacı yoktur; ‘sonrası’ ise zaten hiç olmayacaktır. Halbuki varoluş kutsanmadan ve tanrısallığın kısmen de olsa idrakine erişilmeden gerçek mutluluk söz konusu olamaz. Çünkü evrenle, varoluşla bir olmanın o muhteşem ‘aşk hâli’ başka türlü yaşanamaz; ya da yaşandığı sanılan şey aşk değildir, olsa olsa ‘sıradan bir tatmin hâli’dir… Ve öylesi bir ruh hâli, ardından hep başka arzuları, tutkuları ve doyumsuzlukları sürükler durur. Aşk ilişkisi ancak meditatif olmayla kıyaslanabilir; gerçek meditasyonsa aslında bir ilişki değil, ondan da sonraki bir aşama olarak ‘bir olma hâli’dir. Bazen ilişkinin öteki tarafındaki süje, örneğin bir sembol veya sevgili, tanrısallığa giden yoldaki önemli bir etken haline gelebilir. Her sevgi sağanağı aslında kendimizi bulabilmemiz, bilebilmemiz ve gerçek-kendi’mizi daha yakından tanıyabilmemiz için bir fırsattır; henüz değilse de öyle olmalıdır. Eğer bir süje evrensel olanla temasınızı sağlayabiliyorsa (cisim, müzik, eylem, renk, koku…) ne mutlu size. Aksi halde koskoca bir yaşam tam bir illüzyon olarak gelir, geçer, gider… Nihayetinde dünya yaşamı hakkındaki değerlendirmelerimiz ve amaçlarımız zihinsel değer yargılarımızın toplamından başka bir şey değildir.

Kendileriyle düşünsel bir yakınlaşma içerisinde olamadığımız bazı ateistlerin sıklıkla sorduğu iki soru vardır: 1) “Peki ama tanrıyı kim yarattı?”; ya da, 2) “Tanrıdan önce yine bir tanrı mı vardı; veya ondan da önce?” Oysa ki bir ateist, tanrının varlığından böylesine ihtimalen dahi sözettiğinde düşünsel planda zafiyete düşmeye başlamış demektir. Dikkat edilirse burada sorulan soru mantıken de yanlıştır ve gerçek bir ateist tarafından sorulamaz. Nedeni, hiçbir biçimde benimseyemeyeceğimiz ve tıpkı dinsellerinki gibi ‘kişileştirilmiş’ bir tanrı kavramının söz konusu edilmesidir. Her iki taraf da konuyu orta dereceli okul münazarasına çevirdiklerinde işin içine her türlü gereksiz, mantık dışı ve saptırıcı unsurun karışması kaçınılmaz oluyor. Bunun yerine belki Russell gibi “Yeterli kanıt yok” demek daha doğru olabilirdi. Hattâ agnostiklerin temel önermesi dahi bundan daha dürüst ve mantıklı sayılabilirdi: “Tanrının varlığı bilinemez”.

Sevgisiz bir insanın yaşamı sevebilmesi mümkün müdür? Aslında sadece adına, yanılarak ‘yaşam’ dediğimiz burada ve bu biçimdeki hayatiyet süremizi değil, buradan öncesini ve buradan sonrasını da kısmen algılayabilmemiz mümkün olabilir. Nasıl veya ne zaman derseniz; bilinenin ve bilinemeyenin bütünlüğünü zihinle değil de (ki zihinle bilebilme gerçekte zaten imkansızdır) bilinçle bilmeye başladığımız zaman…

Yine de unutmamak gerekir ki ‘sınırlı’ ve ‘doğrusal’ dünya zamanı ile bağımlı ve bağlantılı olan her şey, her görüntü ve algılayış geçici ve yanıltıcıdır. Geçici ve yanıltıcı olansa gerçek olamaz; olsa olsa mutlak gerçekliğin o kişinin zihninde ve belleğindeki yansıması, gücü ve kapasitesi sınırlı olan duyularıyla sınırlandırılmış göreceli bir algılaması olabilir.

Çok önemli bir husus da şudur: Sonsuz ve bölünemez olan Birliğin bu yaşamdaki fark edilebilir yansıması ‘şimdi’dir. O nedenledir ki kimi üstadlar “sonsuz da ‘şimdi’dedir” demek istiyor, ama nedendir bilinmez, bir adım daha ileri gidip bu şekilde açıklamıyorlar.

Herkesin dünyası kendi zihnindeki değil midir; yani ister özgür isterse koşullu olsun kendi duygu ve düşünceleri, kendi sorunları, kendi kabul ve gerçeklikleri, kendi amaçları, kendi değer yargıları, kurguları, imgeleri ve nihayetinde kendi idraki ile bağımlı ve bu bağımlılıklara göre şekillenmiş inançlar, özlemler, tutkular, anlık ya da kısa süreli değerlendirmeler… işte hepsi o kadardır.

Upanişadlar’da aslında ruhun ölümsüzlüğünden değil de, daha ziyade onun “insanı ölümsüz varlığa taşıyacak bir köprü” olduğundan; ve sıkça da ruhların içindeki (kimi zamansa ötesindeki) ‘gerçek öz’den sözedilir. Tagore bunu şöyle açıklar: “Yüce Birliğin içimizdeki cevherinin gerçek doğası, o Birliği coşkuyla aramaktır. Ruh bu ışığa sahip değilse, dolambaçlı yolları aşarak hedefine ulaşamaz.” Nobel kazanmış bir düşün adamından dilimize aktarmaya çalıştığımız bu incelikli anlatım, bizim yıllardır söylediğimiz, ancak bilince yönelmiş ruhların ‘yüce’ olduğu, yoksa her ruhun tanrısallıktan nasibini almış sayılamayacağı; iyi bilinç-kötü bilinç ayrımı yapılamayacağı ama iyi ruh-kötü ruh olabileceği, ya da daha doğru bir deyişle gelişmemiş-az gelişmiş-gelişmiş ruhlar olduğu gerçeğini tümüyle destekler mahiyettedir. Yani ruh; akıl, bilgi, irade ve bilinçle değişebilir-gelişebilir olan unsurdur; böyle olduğu içindir ki gerçek tanrısal-öz değildir, olamaz.

Ruh kavramını gereksiz ve abartılı şekilde yücelten; ondan gelen her şeyi, her esini, her yorumu kutsayan; onu büyük bir yanılgıyla insanın en önemli ve tanrısal olan unsuru sayıp yaşamdaki her şeyin önüne geçiren; bu yolla yaşamın birliğini ve bütünselliğini de göz ardı edip adetâ küçümseyerek kendilerini ‘bedensiz varlıklar’a kaptıran sayın ruhçulara bir kez daha duyurulur!

Yani ‘ruh dostu’ olmak, kendini kaptırmama koşuluyla iyidir de, gerçekleri olanca doğallığı ile görebilmeye, ya da bir başka deyişle ‘bilinçli olma’ya engel teşkil etmemelidir. Ama görüyoruz ki bizim ruhçular benliklerine hapsolurcasına, tam bir teslimiyetle orada takılıp kalmışlar; o nedenle de başarısız, tekrarcı, hoşnutsuz, ışıksız, kasvetli, kibirli, bıkkın, kaygılı hattâ endişeli olmaları kaçınılmaz olmuştur. Oysa ki bütün bu sayılanların gerçek nedeni gizli kalmış bencillik, kaynağı ise sahte benliğimiz olan ego’yu bir türlü aşamamış olmaktır.

Son kez hatırlatmak gerekirse; bizleri gerçeğe, aydınlığa, sonsuzluğun yoluna ulaştıracak şey, tanrısal cevherin içimizdeki yansıması olan ‘bilinç’tir. Görevimiz bilinci zihne, ruha, akla ışık yapabilmektir. Yoksa karanlık odalarda, loş seanslarda, uyuşturucu bağımlıları gibi tutkuyla peşlerinden koştuğunuz o size hoş gelecek, bol yaldızlı ama sürekli birbirini tekrarlayan ve bu nedenle de hepsi birbirine benzeyen, içleri boş, hiçbir pratik değeri olmayan basmakalıp tebliğlerin umuduyla ömür tüketir, sürekli kendinize yabancılaşır; yıllar sonra boşa geçmiş zamana bomboş ellerle hayıflanır durur; sonunda kendinizi çaresizce ya bir psikoloğun, psikiyatristin, ya da tarikatlerden birinin kapısında bulursunuz.

Ancak zihnin sürekli arındırılmasıyla, ki tekâmül de zaten bu demektir, onca sisin, tozun, kirin ve yanılsamaların ardından ortaya çıkacak olan gerçek varlığımıza (swarupa) ulaşabildiğimizde gerçek sevgi, şefkat ve mutluluğa da erişilmiş olunacaktır. Zaman zaman ona erişebildiğimiz anlar olmuştur. Ama bütün bir yaşamda kim bilir kaç kez ve ne kadar süreyle… Unutmamak gerekir ki gerçekte huzursuz olan, kalıcılığı olmayan zihindir.

Nisargadatta Maharaj diyor ki: “Huzuru ancak onu bozmayanlar hak eder” ve ekliyor; “Cehaletten doğan duygusal tepkiler sizi arzularınıza ve korkularınıza tutsak eder, zihninizin berraklığını gölgeler ve kalbinizin temizliğine engel olurlar. Kalıcı huzur için asıl ihtiyaç duyduğunuz şey, sükûnet içindeki uyanıklıkla gerçek doğanızı araştırmaktır.” Başka söze gerek yok.

Sadece Batılı olanlar değil kimi Doğulu mistikler de, Osho dahil, egonun yok edilmesinden uzun uzadıya sözetmişlerdir. Oysa ki yıllar içinde ve onca birikimle oluşmuş ve şekillenmiş bir şey öyle bir çırpıda yok edilemez. Bunun kolayca gerçekleşebileceğini sanmak büyük bir yanılgı olur. Yokettiğinizi, ya da yok edebileceğinizi sanırken bir takım yanlış uygulamalarla onu güçlendirebilirsiniz de. Nitekim son dönem konuşmalarında o da bu gerçeğin altını çizmiştir. Bize göre iki aşamalı yöntem çok daha güvenlidir. Birinci aşama görünüşte radikaldir, zor ve sancılıdır ama tıpkı yılanın deri değiştirmesi gibi önce egonun maddi unsurlarından sıyrılıp ayrışırsınız; bu işin şekilsel tarafıdır. Sonra da onun tinsel unsurlarının ‘dönüştürülmesi’ aşamasına geçilir ve ikisi birlikte yürütülür. Ama bu kesinlikle yok edilmesi anlamında bir çaba değildir. Burada en büyük yardımcınız yoga ve meditasyon olacaktır. Tıpkı acı’ya ‘dokunur’ gibi, ego’ya da dokunmak, anlamak, nedenlerini belirlemek ve nihayetine onu dönüştürmek. Buda’nın, Zen’in, İsa’nın ve her inançtan sufîlerin yöntemi özetle budur; zaman alıcı, ama güvenlidir…

Bencillikten kurtulup gerçek öz’e yönelebilmek için yapılabilecek çok şey vardır. Aklı olan ve normal bir zekâya sahip herkes öncelikle şunların idrakine varabilmelidir:

. İnsan evrenin bir parçası olduğuna göre, evren varoldukça şu veya bu şekilde insan da varolacaktır.

. Evren değişerek gelişir, insan da öyledir.

. Evrendeki her şey birbirine bağlı ve bağımlıdır. O halde insan da dünyadaki ve evrendeki şeylere bağlı ve onlarla bağımlıdır.

. Evrendeki tüm unsur ve bileşenler ad ve biçim değiştirirler; insan da değiştirir.

. İnsan kendini de evreni de Yüce Varoluş’un koşulları ve iradesi dışında yok edemez.

. Bu prensiplere aykırı olan bütün telakki ve faraziyeler, bugünkü bilgilerimize göre eksik, yanlış veya yanıltıcıdır.

. Bugüne kadar burada veya başka bir yerde hep varolduk; belki adımız, biçimimiz değişti ama biz hep vardık ve herhangi bir ad altında, herhangi bir biçimde hep varolacağız.

. Üzerimizde ve içimizde, hem geçmişten getirdiklerimizi hem de burada edindiklerimizi taşımaktayız. Ayrıca doğamızın hem ölümlü dediğimiz (geçici) hem de ölümsüz (kalıcı) unsurları mevcuttur. Ama her ikisi de yapısal olarak değişkendir. Değişken olmayan tanrısallık unsurumuzdur; işte bizler de aslında hep ona ulaşabilme çabasındayız.

. Buradaki fiziksel (maddî) âlemin sağladığı olanaklarla yapmamız gereken ve yapabileceğimiz çok şeyler var, tâ ki buradaki işlerimiz bitene kadar… Görevlerimiz tamamlanana kadar gidip geleceğiz…, bize kucağını açan, hep öğretmenimiz olan bu orta yaşını geçmiş ama güzel dünyamız da varolmaya, dönmeye ve yol almaya devam edecek; çünkü onun da henüz görevi bitmedi.

. Ölümsüzlüğün tohumları da, tanrısallığın cevheri de bu ölümlü dünyadadır. Çünkü o her yerdedir. Bakmasını bilenler arayabiliyor, doğru aramayı bilenlerse ‘bulabileceği kadarı’nı mutlaka buluyorlar. Yanımızda götürebileceğimiz tek şey odur. Buna ‘iman’ demeniz yetersiz ve yanıltıcı olur. Üstelik sonunda neyi bulduğunuz, nereye eriştiğiniz, onun adının ne olduğundan çok daha önemlidir.

. Geçmiş, ‘şimdi’ ile sona erer; ama şimdi hep ‘var’dır. Gelecek de şimdi’ye bağlıdır. O halde bunların en önemlisi, hattâ tek gerçek olanı şimdi’dir. Ne yapacaksak şimdi ve burada yapacağız. Hattâ gittiğimiz yerdeki şimdi’de ve onun ‘burada’sında da.

. Yanlışlardan sakınmak ve kusurlardan arınmak geçmişin de konusu değildir, geleceğin de. O sadece ve sadece ‘sonsuz şimdi’nin konusudur ve her şey sadece ‘şimdi’de gerçekleşebilir.

. Doğmaya hazırdık ki doğduk; yanılarak adına ölüm dediğimiz ad ve biçim değişikliğine de hazır olmalıyız… “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi sonrası için çalışmak” bu demektir; ve bu Zen ile ‘erken islam’ın ortak anlayışıdır.

. Tek bir şey, salt kendi başına hiçbir şeyin nedeni değildir. Çünkü kendi başına herhangi bir şeyin sonucu da değildir. O şey de başka şeylerin ve onların belirli koşullar altındaki ve farklı etkenlerin karşılıklı ilişkilerinin oluşumudur.

. Sadece girişilen ilişkiler değil, ilişkide bulunulan ortamın koşulları da sonuç üzerinde etkilidir. Konu fiziksel bir süreç veya işlem ise fiziksel ortam, psişik bir ilişki ise psikolojik ortam sonucun belirlenmesinde etken olacaktır.

Kesin olansa her şeyin geçici olduğudur.

. Sadece enerji vardır, o her şeydir; görünen ve görünmeyen her şey enerjinin formlarıdır. Enerjinin fiziksel ortamdaki saf hali ‘ışık’, psişik ortamdaki saf haliyse ‘bilinç’tir.

. Neden-sonuç ilişkisi fiziksel evrende olduğu gibi ruhsal-eterik-astral… evrenlerde de geçerlidir. Fiziksel dünya ve ortam gibi, psişik dünyalar ve ortamlar da zamanla değişebilir, gelişebilir. Değişmeyen sadece her şeyin bağlı olduğu evrensel yasalardır…

İşte bütün bunları fark edebilen, o Sonsuz Varoluş karşısında hiçbir değeri olmayan bencillikten kurtulabileceğini de fark edebilecektir.

Unutmamak gerekir ki, bencil birinin özgür olabilmesi kadar, mutlu olabilmesi de imkânsızdır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, insanın bencil olmasına neden olan o kadar çok şey var ki. Bunlardan birkaçını bir çırpıda şöylece özetleyebiliriz: Toplumsal çevre, koşullu eğitim, dinsel inanç ve onun neden olduğu korkular, iş yaşamındaki sürekli rekabet ve yarışma ortamı, çıkar hesapları, toplum tarafından dayatılan aşırı hırs, çoğu kez geleceği şekillendirecek olan yeterlik ve yarışma sınavları, aşırı ve lüks tüketim tutkusu, iyi bir psikolojik ve içsel eğitim alınamamış olması… ve tüm diğer aşırı materyalistik yaşam özentileri… gibi.

Bütün bu saplantıların kaynağına inilip bilinçle irdelendiklerinde, tıpkı acılarımıza dokunduğumuzda nasıl dönüştürülebiliyorlarsa, bunların da zamanla çözüldüklerini fark ederiz. Öyle ki, bazı şeylerin elde edilebilmesi için verilen uğraşlar sırasında hırs ve tutkular zihinsel yapımızı nasıl bozuyorlarsa, bu kez elde edilmiş olanların yitirilmesi olasılığı ve endişesinin de ruhsal yapımızı aynı şekilde olumsuz etkilemekte olduğunu fark ederiz. Ve nihayetinde bütün bunların aslında birer mutsuzluk kaynağı oldukları anlaşılır.

Doğu felsefelerinin tümünde ortak olan bir anlayış vardır: İnsanın gerçek kurtuluşu, cehaletten (avidya) kurtulmasıyla mümkündür. Bu cehalet yaygın eğitim veya mesleki eğitimin eksikliği değil, içsel eğitimin yetersizliği yani ‘kendini bilme’de noksanlık anlamındaki cehalettir. Bir bakıma sahte benliğimiz olan ego’yu gerçek sanma cehaletidir. O zaman ‘dharma’dan (yol, hakikat) gittikçe uzaklaşır, üstelik böylesi bir durumda gerçek doğamıza da yabancılaşmış oluruz. Sıkı sıkıya tutunduğumuzu sandığımız gelip geçici şeylerle birlikte, onlara sahip olduğumuzu sanırken gerçekte onların bağımlısı, hattâ tutsağı olduğumuzu fark edemeden geçip gideriz. Yine hapishanedeyizdir; bir farkla ki, belki bedenen bizi biraz daha rahat ettirmişlerdir, ancak bu kendimizi kurban ya da feda ettiğimiz gerçeğini değiştirmez. Çünkü gerçek-kendi’mizi bir kez yitirmişizdir.

İnsanın kendini bütünüyle ve doğru görebilmesi hiç de kolay bir şey değildir. Bazen görebilir, ama bilemez; nadiren bilebilir, ama o zaman da anlayamaz. Yani kimi zaman görebilmiş, nadiren de bilebilmiş olmak yetmez. Günümüzde artık bilgiye ulaşma çok kolaylaşmış durumda; ama hâlâ insanların kişisel olarak gelişme, olgunlaşma, bilgelik ve aydınlanma yolunda geri kalmış durumda olmaları sadece bilmenin yeterli olmadığının çok açık bir kanıtıdır. Çünkü görüyorlar, biliyorlar da, ama büyük çoğunluğumuz hâlâ anlayamıyor… Yani herkes bilebilir, ama anlamak farklı bir şey; o, anlayabilecek varlıktaki içsel gelişimin derecesine, aşamasına ve anlayabilme kapasitesine bağlı bir şeydir. Bilgiyi biriktirir, depolayabilirsiniz; bunu bilgisayarların anabellekleri de, dosya ve arşiv depoları da yapabiliyor, hem de kusursuzca ve artık çok büyük çaplarda. Ama anlamak çok farklı. Anlayabilmek için bilinç gerekiyor. Yaşlanmış ama gerçekte bir türlü yaşayamamış kişiler bu değerlendirmeye dahil olanlardır.

Bencil birisi gerçekte yaşama sevincini de yitirmiştir. Ama sorulursa, teslim olduğu hırsları ve tutkularını yanılarak yaşama sevinci sandığı, yaşama dört elle sarılma dediği şeyin de gerçekte bağımlılıkları olduğu görülecektir. Ve bu tür kişiler hiçbir zaman ‘şimdi’de yaşayamazlar. Kendi yarattığımız ya da tümüyle dışsal etkenlerin yapay bir ürünü olan egonun bizi yönetmesi, ruhsal bakımdan da kendi merkezimize ulaşmamızı engeller; sürekli çeperde dolaşıp dururuz. Öyle ki o sahte kürenin sanal çapı ne kadar büyürse gerçek merkezimizden o kadar uzaklaşırız; ve tabii yanıltıcı yüzey de o kadar büyümüş, genişlemiş; arzular, tutkular ve hırslar o kadar yayılmış olur. Uyuşturucuların başlangıçta iyi geldikleri, aldatıcı bir rahatlık ve geçici tatmin duygusu verdikleri sanılır. Egomuz da tıpkı böyle çeşitli teşviklerle artırılmış, abartılmış, beslenip büyütülmüş ve kalkıp bir de yüceltilmiştir.

Bir hususu daha sorgulamalıyız. Kendimiz için mi, başkalarının gözünde daha üstün, güçlü ya da saygın görünmek için mi yaşıyoruz? Gerçek ruhsallık ve içsellikten yoksun kalmamıza neden olan, ego’nun şekillendirdiği bu deli gömleğinden sıyrılabilmek o kadar zordur ki… Bir başka bakımdansa böylesi bir durum gerçekte erdemden yoksunluktur. Çünkü varlığımızın amacı, hattâ varoluşumuzun gerçek nedeni kalın bir sis perdesinin ardında gizlenmiş durumdadır. O sisi dağıtacak tek şey bilinç’tir, onun aydınlığı, ışığıdır. Özgürlüğünü yitirmek, her birinin tatmin duygusu kısa süre sonra yok olan alışkanlık ve bağımlılıkların tutsağı olmak, yaşamının gerçek değeri ve önemini göz ardı ederek gündelik arzu, hırs ve heyecanların peşinde koşan birisi olmak, ancak şuurdan uzaklaşmakla mümkündür. Ve başkaları tarafından nasıl göründüğünün önemsenmesi giderek daha çok ve daha büyük tutkulara ve yapay hedeflere yönelmeyi doğurur. Bu durum belki kendisine bir takım beceri, yetenek ve geçici avantajlar (daha çok maddi değer kazanma, daha çok yönetme, toplumda itibar…) kazandırabilir ama düşünme-hissetme-algılama fonksiyonlarıyla olanca potansiyeli, gerçek-kendi’sini anlama ve bilme yeteneğini kazanamamış olduğundan, amaçsızca heba edilir gider.

İnsanlık yeni bir algılama çağına girmektedir. Buna dahil olabilmek için önce yeni oluşumu fark edebilmek gerekir Bu da özgür, tek başına, egosunu aşabilmiş kişilerin başarabileceği bir şeydir. Bugüne kadar insanlığa hep ‘farklılaşmış‘ kişiler yön vermiştir. Sanal toplumculuk için hep övgü dolu sözler söylenir durur; ama o tür toplumculuk söylemleriyle yola çıkan siyasal oluşumlar ve iktidarlar hep ihmal ettikleri ‘insan’ nedeniyle toplumlara da bilerek veya bilmeyerek zarar vermiş, acı çektirmiş; vaadlerinin aksine toplumda merkezî planlama adına özgürsüzlük hakim olmuş; ‘birey olma’nın yerine geçen ‘kitle olma’ aldatmacası ve sözde kolektivizm insan yaratıcılığını tıpkı dinler gibi körelterek onları sınırlandırıp kısıtlamış, insanların her birini siyasal ideolojinin ve sistemin basit birer vidası haline getirmiştir.

Tagore şöyle diyordu: “Bilge kişi, kendi memnuniyetini hedef alan istekleriyle toplumun çıkarına yönelik isteklerini uzlaştırmaya çalışır ve ancak bu şekilde daha yüce benliğini kavrayabilir” İşte bunun için de özgür bir kişi, yani ‘birey’ olmak icabeder.

Sağlıklı bir bedensel yaşam, fiziksel doğamız için; erdemli bir yaşam, gerçek anlamda toplumsal olabilmemiz için; sevgi ve şefkate dayalı bir yaşamsa ego’yu aşarak gerçek benliğimize erişebilmemiz için gereklidir. Her aklın tanrısallığı anlama ve algılama çabası kaçınılmaz olarak kendi kapasitesi ile sınırlıdır. Gelişimin geri kaldığı durumlarda, ipotek altına alınmış ve özgürsüzleştirilmiş olan iradenin bencilliği desteklemesi kaçınılmazdır. Oysa ki tanrısal öz’ün yansıması olan gerçek-benlik’le varolan ve onunla yaşayan kişinin bencil olması söz konusu edilemez. Yani bu anlamda bencillik, tanrısallığa giden yolun dışına çıkmak ve dolayısıyla tanrısallıktan ayrı düşmek demektir. Doğa yasaları evrendeki fiziksel-maddesel düzeni sağlar, bir bakıma insanın özgürlük sınırlarını belirler. İnsan, bilgisinin gelişimi ölçüsünde onları algılar, anlar ve zekâsını da kullanarak yeni sonuçlara ve çıkarımlamalara ulaşır. Yani doğada keyfîliğin de bencilliğin de yeri yoktur. Karşı koymada ısrar karşılıksız kalmaz, yanlışlarsa kısa ömürlüdür; yani fiziksel evrenin yasalarına uzun süre karşı konulamaz. Aynı şekilde ezoterizmin de yasaları vardır. Bunlara sebatla, tek başına, özgürce, şuurlu inançla erişilebilir. Ama bağımlı iseniz, bilinçsiz ve bencil (egoist) iseniz, hangi inancı, riti veya yöntemi izlerseniz izleyin bir arpa boyu dahi ilerleyebilmeniz söz konusu olamaz. Çünkü farkındalığınız hasar görmüştür, işlemez; o nedenle de bir türlü aydınlanamazsınız.

Şekilsel ve sanal olan, sanal olduğu için de yapaylaşmış, törenselliğe bağlanmış sözde tanrı sevgisini gösterme uygulamaları maalesef özünde tanrısal olan başlangıç zihnini bulandırmış, bilinci gölgelemiş ve insanı kolayca erişebileceği tanrısallıktan bu tür yapaylıklar nedeniyle uzaklaştırmış, ayrı düşürmüştür. Aynı şekilde, doğal olan gerçek-benliğin yerine, yapay olan sahte-benliğin ikame edilmiş ve bunun da bir hayli önemsenerek benimsenmiş olması bencillik denilen insanın o gerçek doğasına aykırılığa ve gittikçe yapaylaşarak sonsuz kaynaktan uzaklaşmasına neden olmuştur. Nasıl olmasın ki; birinde gerçeklik, diğerinde yanılgılar; birinde evrensellik, diğerinde öznellik; birinde birlik, diğerinde ayrımcılık; birinde özgürlük içerisinde sürekli tazelenme, diğerindeyse bağımlılık ve doğaya aykırı durağanlık vardır.

İnsanın mutsuzluğunun ve gerilim içerisinde olmasının temel nedeni, yapay biçimde oluşturulan bencilliğinin sürekli rekabet ve yarışma ortamı içerisinde körüklenmekte olmasıdır. Bencil insanın özgür olabilmesinin mümkün olmadığına yukarıda değinmiştik; çünkü o gerçek-kendi’nden uzaklaşmış, bu ayrışma ve yabancılaşma oranında zihninin elinde oyuncak olmuştur. Zaten sahte benliğin güçlenmesi, kaçınılmaz olarak gerçek anlamda özgürlük alanının daralması sonucunu doğuracaktır.

Bizim olmayan dünyaya sahip olma arzusuna da aynı benlik duygusu neden olur. Bölünmelerin, ayrışmaların ve her türden çatışmaların nedeni de odur. Farklılıklar elbette ki çeşitlilik, güzellik ve akıl yürütme nedenidir; hoşgörüyle paylaşılabilmelidir de. Gelişmenin itici gücü de olabilirler. Ama maalesef farklılıklarımız, çatışmaların nedeni, daha doğrusu bahanesi yapılmaktadır. Aslında sorun olan farklılıklar değil, onlarla özdeşleşmiş olmaktır; ve zaten o nedenle çatışmaların önemli bir bölümünün yaratıcısı olup çıkarlar. Farklılıkların tadına ve zenginlik olmasının farkına varmak, onları düşünceyi geliştirme aracı olarak kullanmak varken… Oysa zihinsel, ulusal, inançsal, hattâ ırksal bakımdan homojen hâle getirilmeye çalışılan toplumlarda da herkes bireysel ve işlevsel olarak farklı değil midir? Herkes ve her farklılık insanlığın bütünleyicisidir. Ve bilincimizden başka hiçbir şey bizim değildir, bize ait de değildir. Tüm koşullanmışlıklarımız yapaydır.

Çok uzun bir zaman süreci içinde, çok çeşitli etkenlerle oluşmuş koşullanmışlıklardan bir çırpıda sıyrılmak kuşkusuz ki zordur. Ama çaba göstermek gerekir ve başka bir çözümü de yoktur. Hâlâ fark edememiş olabiliriz, ama bakınız Dünya da Güneş gibi hepimizindir… Ve ıstırabımız da tıpkı hazzımız, neşemiz, mutluluğumuz gibi ortaktır.

Kişisel bilinç, bir parçası olduğu insanlık bilinciyle ortaklaşılmaya başlandığında tüm sorunlar üstelik adaletli bir biçimde çözülebilir hâle gelecektir.

Batılı anlamda ‘iyi eğitimli’ olmak genellikle bilince ulaşabilmenin önüne gerçekte hiç de doğal olmayan bir dizi ‘sözde akılcılaştırılmış engeller’ çıkarmıştır. Bu tür eğitim kendi doğrularını, değer yargılarını, katı inançlarını ve kurumlarını durmaksızın insanlarına dayatır, varolduklarını düzen adına ve uğruna her an hissettirir; ve kişilerin daha esnek, daha özgür düşünebilmelerini engeller. Onları kalıplara sokar; temelde aynı biçimde tasarlanmış, bazen sadece renkleri ve hattâ tonları farklı üniformalarla dolaşmalarını ister. Önemsiz farklılıklar demokrasi ve insan hakları adına başlangıçta sözde hoş görülür. Oysa ki bu büyük bir aldatmacadır. Hele bir kurulu düzeni değiştirmeye kalkın…, nelerle karşılaşacağınızı, yerleşik kurumlarla onların kurulu düzenden maaşlı-ücretli görevlileri ve onlardan nemalanan sözde gönüllü yandaşlarının ne gibi insanlık dışı tepkilerine ve komplolarına maruz kalacağınızı tanrı bilir…

Batı demokrasileri sanıldığı kadar özgür veya özgürlükçü değildir. Öyle sanmaksa ciddi bir yanılgıdır.

Bugün insanların çoğunluğu diğerlerini neredeyse sadece beden, makam veya güç olarak görüyor ve öyle kabul ediyorlarsa, doğal olarak kendilerini de öyle görüp, o değerlerle tartıp, o şekilde kıyaslayarak kabulleniyor veya reddediyorlardır. Sorun da zaten buradan başlıyor. Oysa ki bu durum şeyleri, olayları ve kişileri kendi doğallıkları, nedenleri ve sonuçlarıyla doğru görebilmekten çok farklıdır; hattâ gerçekte görememek demektir. Ama zaten bu anlayıştaki bir kimse henüz ‘kendisi olamamış’tır. O vakit başkalarını da değersiz bulabilir, çok kolay kırıp incitebilir; üstelik bunu hiç de önemsemez. Ancak bir insanın içsel dünyasına saygı duyan ve değer verebilen ona bütünüyle ve gerçek anlamda saygı duyuyor demektir.

Fizyolojik gelişimi ve ekonomik bağımsızlığı hangi düzeyde olursa olsun ruhsal ve bilinçsel bakımdan yeterince gelişmemiş insan giderek bencilleşir ve o nedenle de hoşgörüsüz ve acımasızdır. Organize dinler olanca statükoculukları, despotluk, ayrımcılık ve gerçekdışılıklarıyla insanı kendine yabancılaştırmış, bu yabancılaşmışlık da kaçınılmaz olarak bencilleşme ile sonlanmıştır. Oysa ki gerçek dindarlık hayatın anlamına varabilmiş olmaktır.

Koşullanmamız ölçüsünde ego’muzu ve ‘kendini bilme’deki cahilliğimizi fark edemez oluruz. Örneğin küçük tesellileri ve basit doyumları mutluluk sanma bunlardan birisidir. Ego varken ‘egosuzluk’ görülemez, çünkü gözlemlenemez; bilinçsizken bilinç fark edilemez; merhametsiz olunduğunda sevgi, şefkat ve merhamet anlaşılamaz; tıpkı bilgisizken bilginin, sevgisizken sevginin kıymetinin bilinememesi, hattâ fark edilememesi gibi…

Sonuç olarak, tüm koşullanmışlıklarımız yapaydır, zihnin oyunlarıdır ve bilincimizden başka hiçbir şey bizim değildir. Kişisel bilinç, bir parçası olduğu insanlık bilinciyle ortaklaşılmaya başlandığında evrensel bilinçten de nasibini almaya başlayacak; o zaman tüm sorunlar, üstelik adaletli bir biçimde çözülebilir hâle gelecektir.

Sevgi ve farkındalıkla kalınız.

A. Kerim Soley