90’lı yılların tenis yıldızlarını bir hatırlayın… O yıllarda tabii bir internet çılgınlığı yok, televizyon deseniz taş çatlasa birkaç kanaldan ibaret ve tenis sporunun da bugüne göre fazlasıyla rağbet gördüğü yıllar. Gerçi bu, bana öyle geliyor da olabilir zira futbol deyince ilk aklıma gelen isimlerin Prekazi, Schumacher, Semih ve Feyyaz olduğunu düşünürsek, tenise ülkemizde hala sıkı bir rağbet vardır ve ben olayın dışında kalmış da olabilirim. Neyse, ‘eskide kalma’yı seviyorum diyelim. 90’lı yıllarda da tenis maçlarını hiç kaçırmadan seyreder, birgün Wimbledon’da olmayı (seyirci olarak) hayal ederdim. Kimler yoktu ki kortlarda; Martina Navrotilova, Pete Sampras, Monica Seles, Steffi Graf, Yevgeny Kafelnikov, Michael Chang, Jim Courier, Arantxa Sanchez, Boris Becker, Gabriela Sabatini, Carlos Moya ve tabii adamım Andre Agassi… Kimileri emekliliğine hazırlanıyor, kimilerinin yıldızı yeni yeni parlıyor ama TRT’nin canlı yayınlarında bütün maçlar nefes kesiyordu.
Favorim, yukarıdaki satırlarda sona saklamamdan anlaşılacağı üzere, Andre Agassi’ydi. Hem sempatik, hem farklı, hem de uzun saçlı… Ne de olsa 80’li yılların başında pek çok minik kız gibi Erol Evgin’e aşık olan ben, saçının peruk olduğunu öğrendiğimde tek kelimeyle ‘yıkılmıştım’ (ki o anı bile çok net hatırlıyorum; anneannemlerdeyiz, babam gazetedeki Erol Evgin haberini okuduktan sonra bombayı patlatıyor. Bayağı tramvatik bir durum!), dolayısıyla 90’lı yılların başındaki idolümü, daha gür saçlı biri olarak seçmem doğaldı. Yıllar sonra, Andreciğimin kortlarda savurduğu uzun sarı saçlarının da aslında postiş olduğunu öğrendiğimde aynı hüsranı yaşayacağımı nerden bilebilirdim ki! Peki bu gerçeği nereden öğrendim? Sekiz grand slam, bir olimpiyat şampiyonluğu bulunan efsanevi tenis oyuncusu Andre Agassi’nin otobiyografisi ‘Open’dan… Evet, tüm zamanların en popüler tenis yıldızlarından biri olan, İran asıllı bir baba ve Amerikalı bir annenin 4. çocuğu olarak 1970 yılında Las Vegas’ta doğan bu sıradışı sporcu, geçtiğimiz yılın Kasım ayında otobiyografisini yayınladı ve kitap çok kısa bir süre içinde A.B.D.’de ‘en çok satanlar’ listesinin en üst sırasına yerleşmeyi başardı. Ben de merak ettim, kitabın orijinalini aldım ve ‘373. sayfaya gelmek nasip olur mu acaba’ diye düşünerek okumaya başladım.
Öncelikle şunu söyleyeyeyim, İngilizce kitap okumaktan oldum olası nefret etmişimdir ama iş otobiyografilere gelince, o kişiyle direkt olarak konuşuyormuş gibi bir hissiyata kapıldığımdan mıdır bilmiyorum, İngilizce’yi tercih ediyorum. Ve, ‘Open: An Autobiography’ adlı kitabı okumaya başladım, dört gün içinde de bitirdim. Hemen söyleyeyim, hayatımda okuduğum en sürükleyici, en ilgi çekici, en renkli ilk 10 kitap içinde kesin yer alır. O kadar sevdim… Bunda tabii kitabın ‘Jerry Maguirevari’ bir film formatında yazılmış olmasının da büyük katkısı var. Bir başarı öyküsüne, inişleri-çıkışları, alt olay örgüleri ve çatışma noktalarıyla tanık oluyorsunuz. İlk olarak inanamıyorsunuz tabii, Andre Agassi bunu nasıl yazmış, nasıl bir yetenek, bu nasıl bağlantılar diye… Ancak sonradan öğrendim ki Andre, kitabı masa başına geçip kendi kendine yazmamış. Gazeteci-yazar J.R. Moehringer, Andre’yle yaptığı konuşmalar ve uzun seanslardan sonra bu kitabı ortaya çıkarmış. Ancak ortada belli ki bir anlaşma var (gerçi yazar bunu kendisinin istediğini söylüyor ama ben emin olamadım), kitabın hiçbir yerinde Moehringer’inyazarın adı geçmiyor.
İçeriğe gelince… Bugünden kısa bir giriş yapıyor ve hemen Andre’nin çocukluğuna dönüyoruz. Andre Kirk Agassi’nin babası eski bir atlet, tenis tutkusu da içinde kalmış ve çocuklarından birini profesyonel tenisçi ve hatta –daha iddialı konuşuyor- dünyanın bir numaralı seribaşı yapmak en büyük hedefi. Büyük çocuklarında yeterli pırıltıyı göremeyince de kafayı Andre’ye takıyor ve inanılmaz bir disiplin içinde, hergün saatler süren antremanlarla ve kendi icadı olan ejderha şeklindeki top atıcı alet yardımıyla küçük Andre’nin canına okuyor. Bu kitaptaki hikaye de, aslında Andre’nin bir itirafıyla başlıyor: “Tenisten nefret ediyorum, hep ettim…” Sayfalar ilerledikçe itirafların yenileriyle karşılaşıyorsunuz; saçları döküldüğü için postiş takmak zorunda olduğunu ve önemli bir maçta ‘ya saç düşerse de rezil olursam’ diye bir türlü oyuna konsantre olamadığını, henüz ciddi başarılara imza atamadığı yıllarda; ‘sadece bir imajdan ibaret olduğu’ yönündeki eleştirilerin onu ne kadar kızdırdığını, Barbra Streisand’la olan kısa süreli ilişkisini, Brooke Shields’la evliliğindeki sorunları, yaşadığı bunalımlı günlerde uyuşturucu kullanmasını ve bunun testlerde çıkmasına rağmen yalan bir dilekçeyle duruma itiraz etmesini ilk kez bu kitapta açıklıyor Agassi. Sadece bunlar da değil; Boris Becker’e karşı duyduğu nefret ve ona sürekli ‘BB Sokrates’ olarak hitap etmesi, Sampras’la olan arkadaşlığı, Steffi Graf’ın peşinden uzun süre koşması, onu bir ilişkiye ikna etme çabaları ve dibe vurup tekrar zirveye çıkma serüveninde gittikçe olgunlaşarak gerçek Andre’yi bulması… Bu arada kitapta, belki bazılarını kendinizin de izlediği tenis dünyasının önemli maçlarının hikayeleriyle de karşılaşacaksınız. Ünlü raketler, Agassi’yle ilişkileri, kortlardaki ruh halleri ve şampiyonluk anlarında hissedilenler o kadar güzel yansıtılmış ki, kendinizi kaybedebilir ve tenis dünyasının içine girip ufak çaplı bir nostalji yaşayabilirsiniz. Tabii tenise hiçbir ilgi duymuyorsanız, Andre’nin başından geçen maceralar size belki biraz uzak gelebilir, yine de kitapta anlatılan yaşam öyküsünün insani yanları çok fazla, sizi mutlaka bir yerinden yakalayacaktır.
‘Open’, tüm açıklığı ve samimiyetiyle (Amerikanvari bir kurgusu da olsa), bir tenis yıldızının, pek çok yerinde empati kurabileceğiniz renkli yaşam öyküsünün başarılı bir aktarımı. Özellikle, Andre Agassi’nin geç gelen uyuşturucu itirafı ve Brooke Shields’le ilişkisindeki gizli noktaları açıklamasıyla Amerika’nın gündeminde tartışmalar yaratan bu kitap, bakalım piyasaya sürüldüğünde bizim okuyucu üzerinde de aynı etkiyi yaratabilecek mi?