Fyodor Mikhailoviç Dostoyevski’ nin (1821-1881) o meşhur eserini bilirsiniz; “Suç ve Ceza”

Gerçek yaşamda, suç ve suçlu söz konusu olduğunda hukukçuların bu kitaptaki gibi uzun uzadıya derin psikolojik tahliller yapmaya pek vakitleri yoktur. Bu yüzden yazarlar, düşünürler ve araştırmacılar bu işi kendilerine görev edinmişlerdir. Malum, seçmiş oldukları yaşam tarzları itibariyle uzun uzun düşünmek ve bu düşündüklerini kağıda aktarmak için -gerçi günümüzde artık bilgisayarlar var, herşey daha hızlı ve rahat ama düşünmek için bol vakte ihtiyaç na-mütenahi sürmekte- bol bol vakitleri vardır.

Oysa ki Hukuk sisteminin uzun uzadıya tahliller yapmak yerine sadece gerçeği bilmeye ihtiyacı vardır, o suça uygun cezayı uygulayabilmek bakımından. Suçu oluşturan faktörlerin ne ve neden olduğu ya da suçluyu o suça iten sebepler de genelde ayrıntı olmaktan ileri gidemez.

Hukuk sistemleri çoğu kişi tarafından acımasızca yargılanmaktadır; buna sistemin asal bir parçası olan ben de çoğu zaman dahil olmaktan kendini alamayanlardanım.

Herhangi bir kanun maddesine aykırı bir fiilde bulunduğunuzda ya da bu fiilden muzdarip olan tarafındaysanız eğer, soluğu derhal gene sistemin asal bir parçası olan kişi ya da kişilerin huzurunda alırsınız, bazen hep beraber, bazen tek tek, bazen de sadece tek. Sisteme bulaştığınız an da bundan kaçış yoktur, ya hür iredenizle ya da metazori sistemin karşısında dikilmek durumundasınız. O an farkedersiniz ki anlatacak ne çok şeyiniz vardır… Bir dinleyen olsa…

“Ama bir sorun neden yaptım… Kimse durduk yere suç işlemez ki… İşlemez mi..? İşler mi..?”

“Bana ne zararlar verdi, nasıl da canımı yaktı… Gereği yapılsın. Cezalandırılmasını istiyorum.”

O halde sistem karar versin.

İlginçtir ki bir spiritüel de, bir suçlu gibi nedense çoğu zaman aynı dertten muzdariptir.

“Ben kimim? Bu dünyada ki varlığımın amacı nedir? Bütün bunları neden yaşıyorum? Seçmeli miyim, yoksa doğal akışa mı bırakmalıyım?”

“Ayak uyduramıyorsun ve bu yüzden düzeni bozuyorsun. Cezalandırılmalısın!”

O halde evrene soralım. Yol göstersin.

Aklınızda binlerce düşünce ve binlerce açıklama gider gelir. Beklediğiniz ve beklemediğiniz tüm olasılıkları, böyle zora girdiğiniz zamanlarda, bir bilgisayardan bile daha çabuk işlem yapabilen bir beyine sahip olmanız dolayısıyla, inanılmaz hızlı bir şekilde kurgularsınız. Zaman zaman araya hikayeyi derinleştirecek, saptıracak yalanların serpiştirilmesi de muhtemeldir çoğu zaman. Süsleme de bir sanattır. Kim kimi yerse…Yerse…
İnsan, kendini dahi kandırabilme potansiyeline sahip, herhalde tek varlıktır ve herkes daima ilk önce kendini düşünür.
Sistem de daima ilk önce kendini düşünür.

Sistem bir birey değildir ve bir beyni yoktur ama bir sinerjisi vardır. Ve bu sinerji de daima kendini dinamik tutmak zorundadır.
Suçlunun ise bir enerjisi vardır ve bu enerji de daima kendini düşünür ve o da kendini kurtarmaya çalışır, kurtaramasa da durumdan en az cezayla yırtmaya çalışır. Zarar görenin enerjisi de daima kendini düşünmek yönünde çalışır ve herşeyden önce kendisine verilen zararın bedelini her ne pahasına olursa olsun ödetmeye çalışır.
Hepsi kendi dilinden konuşur ve herkes işine geleni anlar.

Bu üçlü birbirine bulaştığı an da, gerek şahsi enerjilerin ve gerekse sistemin sinerjisinin birleşmesiyle hepsinin üzerinde ortak bir enerji alanı oluşur, her ne kadar üzerlerinde oluşsa da, bu enerji aşağı doğru çalışır. Durmadan ve gittikçe derinleşen, hepsini içine alarak yutan ve bu şekilde sürekli kök salarak büyüyen ve bütün enerjiler gibi zaman zaman da kontrolden çıkabilme yeteneğine sahip bir enerjidir bu. Çoğu zaman hem sistemin, hem de onunla kader birliğine isteyerek ya da istemeyerek giren herkesin gittikçe artan memnuniyetsizliklerini ve şikayetlerini de üzerine hızla çekerek iyice karmaşıklaşan bu enerji harekete geçtiğinde, süreç kimin kimi tuş edeceği yönünde gelişir.

Tıpkı kundalini enerjisinin uyanışı gibi…

Dokunmazsanız, bulaşmazsanız kimseye zararı olmaz ve kendi halinde uyumaya devam eder, siz de huzur içinde yaşamınızı sürdürürsünüz ama onu uyandırdığınızda sorunlar başlar. Kundalini enerjisi uyandığında insan ile kendisi arasında bir savaş başlamıştır ve kim kimi tuş ederse, kazanan o olur. Evrende kendiyle savaşan başka bir varlık var mıdır bilinmez ama insanın kendiyle savaşabilme yönünde gösterdiği üstün başarı yüzünden, bir diğer insanla yaptığı savaş da şaşırtıcı değildir aslında. Kendine karşı kazanılan zafer haneye artı olarak eklenir ve kişi kendini kendi hizmetine koşullandırmayı becererek, o koşullandırmadan bir kazanç elde etmeye uğraşır durur; maddi ya da manevi.
Ve insan doğası kazançlar üzerinde yükselir.
Kazananın belli olmadığı, güçlerin eşit olduğu durumlarda denge mefhumu devreye girer ve eşitlik sağlanır, bunun da bir faydası olur mu, o da ayrıca tartışılır. Çünkü insan faktörü her zaman devrededir -yegane amacı da, zaten o devreden mümkün mertebe çıkmamaktır- ve sırf bu yüzden bu denge durumunun bile bir süre sonra bir sorun haline gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü insanın dürtüklediği her şey, bir süre sonra bir sorun yumağı haline dönüşür. Zaten insan doğduğu an da, dünyaya sorun yaratabilme kapasitesi ile gelir. Uygun şartlar oluştuğunda bu kapasiteyi kullanmaya başlar.
Kiminde de bu kapasite her an kullanıma hazır bir şekildedir ve şartların oluşmasını beklemeden, hemen ve her koşulda devreye girme becerisine sahiptir.
İnsan zaten becerikli bir varlıktır ve her durumdan bir sorun üretmeye ve sonra da o sorunu çözmeye uğraşarak kendini geliştirme gibi ilginç bir özelliğe daha sahiptir -tıpkı kendini kendi hizmetine koşullandırması gibi- ve ayrıca bilmediği ama tesadüfen ulaştığı bir araçla sorunu çözerken dahi bundan yeni sorunlar üretebilecek kadar da yaratıcıdır. Çünkü çözüm bulabilmek için önce bir sorun üretmesi gerekir, bunun için de var gücüyle çalışmak durumundadır. Bu bir kaos mudur, kaostur ama zaten yaşam da bir kaostan doğmuştur ve onun bir parçası olan insanın da ondan özellikler taşıması doğaldır. İnsan her ne yaparsa yapsın özüne ihanet edemez. Ve bu şekilde genişler durur.

Sistemin sinerjisine bulaşıp ortak enerjiyi uyandırdığınızda ya da kundaliniyi uyandırdığınızda eğer gerekli donanınımız yoksa ve o an ki kapasiteniz de buna yeterince uyumlu değilse, tıpkı üzerine aşırı yük bindirilmiş bir bilgisayar gibi önce önemli dosyalarınıza zarar verip, kendinizi kurtarmaya bile vakit bulamadan çökersiniz, hem de en hazırlıksız zamanınızda; yakayı paçayı kaptırır gidersiniz.

Bu yüzden suçlunun hukuk sitemiyle beklenen buluşması ile kendini arayan bir insanın spiritüalizmle muhakkak bir yerde beklenmesi gereken buluşması arasında pek bir fark yoktur.

Öyle üzerinde uzun uzadıya derin psikolojik tahliller yapmaya da pek gerek yoktur aslında, böyle durumlarda. Çünkü suçlular gibi spiritüellerinde çoğu doğuştan tuş olmuş vaziyette dünyaya gelmiş insanlardır. Sistemlerse böyle durumlarda sadece kategorize etmek, düzenlemek ve ayıklamak için vardır. Olan olup, biten bitmiş olduktan sonra gerisi sadece laftır.
Sırt üstü yere uzanıkken ısrarla sağ omzunun havada olduğunu ve yere değmediğini iddia etmekse sadece insana has bir gülünçlüktür.

Aylin Yabanoğlu

21.10.1966 yılında Trabzon da dünyaya geldim. Çocukluğumda sanata çok fazla meyli ve yeteneği olan biriyken okumaya olan düşkünlüğüm ve gelişmiş bir adalet anlayışına sahip olmam sonucu Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdim. Yüksek öğrenimimi 1989 yılında tamamladım. Meslek olarak avukatlığı seçmem sonucu oldukça maceralı bir avukatlık hayatım oldu. Ara verdiğim dönemlerde kendi çapımda şiirlerim, denemelerim, kısa öykülerim ve bazen de resim çalışmalarım oldu. Bu süreçte de manevi dünyayı ve kendimi tanıma arzum yüzünden çıktığım yolculukta astroloji, psikoloji, felsefe derken en sonunda spiritüalizme kadar varan noktada her anım oldukça renkli olaylara sahne oldu.