“Sadece iş için geldim, ancak gelmişken sana da uğramamak katiyen olmaz sevgili evrensel insan. İyi ki buradayım!” dedim kendi kendime konuşurken. Derken aniden içimden bir ses bana “gözlerini aç ve aşağıya bak” dedi. Uçakta derin bir iç çekişle uyandım. Bir an nerede olduğumu da unutmuş bir halde şaşkınlık içinde etrafıma bakınmaya başladım. Uçak Konya ovasına doğru alçalırken ben de aşağıyı izlemeye başladım. Dağlar tüm güzelliği ile adeta selam verirken birden onlardaki dişi figürleri fark ettim. Karşımda sanki dağlar yoktu da boylu boyunca uzanmış, dişi vücutlar uzanıyordu. Bu düşünceler içindeyken uçak havaalanına indi ve az sonra beni karşılayacak kişiyle buluştum.

Mevlana’nın Türbesinde…

Saatler sabahın 8’ini gösteriyordu. Hava aydınlıktı ama yarı karanlığa bürünmüştü; soğuk insanı titretiyordu. Yanımdaki arkadaşım bana dönerek “çok kasvetli bu şehir” dedi. Onunla aynı fikirdeydim. Konya dişi enerjiyi taşıdığı halde, erili tarafından baskılanmış olabilir miydi? Mevlana ve Şems, Aşk’ın ötesine eril-dişil dengesi ile geçtiği halde, bu enerjinin ne kadarı şehre nüfuz edebilmiş ve sevgi ile hoşgörü sembolü haline gelebilmişti acaba?

Öğlene doğru Mevlana’nın türbesine gitmeye karar verdik. Yıllar boyunca aldığım tasavvuf eğitimi esnasında sevgili hocam türbeler hakkında bana hep, “farkındalığımız; onların gömülü haline değil, bizlere arkalarında bıraktıkları eşsiz deneyimlerini anlamaya yönelik olmalıdır,” derdi. Dolayısı ile ben bu ziyaretime büyük anlamlar yüklemiyordum. Nitekim içeriye girdiğimde de öyle büyüleyici, olağanüstü bir durumla karşılaşmadım; zaten de beklemiyordum da. Her zaman olduğu gibi türbeye ellerini sürerek medet umanlar mevcuttu ve görevliler, onları türbeden uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.

Yavaşça türbeye doğru yanaştım. Birden kalp çakramda inanılmaz bir enerjisel hareket hissetmeye başladım. İlk başta çok aldırmadım ama ancak enerji akışı gittikçe daha da hızlanıyordu. Sanki bana bir şey anlatmaya çalışıyor gibiydi, fakat ben -türbelere de özel anlamlar yüklemediğimden olacak- algılayamıyordum. Kalbim yerinden kopacakmışçasına atıyordu ve bir anda birşeyler açıldı. Etrafıma şaşkınlıkla bakmaya başladım. Türbe gözüme bir başka görünüyordu, sanki dünya değiştirmiş gibiydim. Sonradan bunun Mevlana enerjisi olduğunu idrak edecektim. Bu insana bedenlendiğinde onu vorteks gibi içine çeken çok güçlü bir aşk enerjisiydi. Aniden uçakta yarı uyku yarı uyanık haldeyken duyduğum cümle tekrarlandı: “Gözlerini aç ve aşağıya bak…”

Yavaş yavaş türbenin derinliklerindeki enerji alanına girmeye başladım. Bu, çok farklı, derin duygusal bir An’dı. Durdum, sadece durdum… Nefesime iyice odaklandım. Sanki bir ses bana sesleniyor gibiydi. Kendimi iyice açtım ve bilgiler bana akmaya başladı…

O Ses…

“Bilinmeyen nedir biliyor musun?” dedi. “İnanmadığımız alanımız. İnançlar bilinmeyeni örter. Tıpkı türbe gibi. Beni türbede sanıyorlar, ama ben oraya hiç girmedim. Buraya gelenlerin çoğu, senin az önce hissettiğin enerjiyi hissederler; ancak farkına varamadıkları nokta, kendilerinin bu enerji ile uyumlandıkları An’dır. Ben buraya gelen her kişinin, enerjiyi yenileyebilecek frekansa uyumlanmasını görmek isterim. Yenilenme çağı türbede yatanlarla değil, insanın kendi türbesini fark etmesi ile olacaktır.”

İnsanın kendi türbesi ne demektir ki? diye içimden sorduğum anda yanıtı gelmeye başladı: “Şu anda milyonlarca insan üç boyutlu evrende, türbenin içine sıkışmış durumda. Tüm enerjinin Tanrısal insana ibadet ettiğini hatırlayanlar, kendi türbelerinin, aslında kendi bilinç alanları olduğunu fark ederler. Kendi merkezinde kalanlar, tüm yaşamları boyunca yarattıkları eylemlerinin enerjileri ile kadim bir çalışma başlatırlar. Hareket ve eylemler, insanın özü sürece katılmadığı için dünyevi insan iradesi ile yaratılmışlardır. Bunun sonucunda da Tanrısal alanın eylemi ile birleşememişlerdir. Dünyevi bilinçle yaratılan eylemlere çağrıda bulunmak ve onların özlerine, evlerine dönmelerini sağlamak; bizleri Tanrısal tarafımızla birleştirir ve tanımsız alana götürür. Böylelikle de bir döngü başlar. Hadi gel, seninle birlikte bir çağrı yapalım. Daha sonra sana bunun derin manasını sana açıklayacağım: Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel, bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.”

Tanrısal Yanımız

Peki bu öz, bu ev gerçekte nedir? diye sordum. “İnsanın kendi gerçek varlığını yani Tanrısallığını yaşadığı yerdir, yuva. Aslında oradan hiç ayrılmadığını fark etmesidir. Sözüm burada “kafir”leredir. “Kafir”in esas anlamı; “gerçeği örten” demektir. Buna Tanrısallığı insani kimliğinle örtmek de diyebilirsin. İnsan, kendini Tanrısal’dan ayrı zannederek yaşarken, bu ayrılık yanılsaması bilinçaltında kendini affetmemene ve bu da suçluluk duyan bilinçaltı çocukları yaratmana neden olur. Bu çocuklara kısaca veçhe de diyebiliriz. Bu bilinçaltı çocukları, ortada öyle bilinçsizce dolaşırlar ama tek amaçları vardır: Evlerine, yani tekrar sana kavuşmak çünkü onlar ayrılık enerjisine dayanamazlar. Senin tarafından kucaklanmak, kabullenilmek, oyunlarını oynayarak özgürleşmek ve tekrar yüzlerini Tanrı’ya dönmek arzusu içindelerdir. Bizler ayrı değiliz, bizler senin yarattığın parçalarınız, bizler sen’iz diyorlardır. Sen onları görmezden geldikçe de, onlar senin dikkatini çeşitli oyunlarla çekmeye çalışırlar. Ancak senin zihnin halen yanılsama dünyasında, bir de üstüne sürekli yargılayıcı bir konumda olduğu için, onların yuvaya dönmeleri imkansızlaşır. Bu böyle asırlarca sürebilir.

Yargının panzehiri, şefkattir. Affetmek ise insanın eylemleri ile Tanrısal’ın eylemleri arasındaki farkı kaldırmandır. Bu da senin, yaratıcılığını örterek; (kafir olduğuna inandığından ötürü) günahkar diyerek özgürleştiremediğin, yargıladığın, nefret ettiğin, bağışlamadığın, korktuğun, endişe duyduğun, sevgisiz bıraktığın, hatalı zannettiğin ya da kendinde yaratıcılık hakkını göremediğin tüm bilinçaltı çocuklarını yuvaya toplar. Tanrısal’ı tanımlamak; ona sadece tek bir kimlik vererek tapınmak insan için en kolayıdır. Oysa onu diğer kimliklerinden-veçhelerinden tanımak tekamülün gerekliliğidir. Ancak bunun tek şartı vardır unutma; onlar, sana geldiğinde senin evde olman gerekiyor.”

O an aklıma tasavvuf öğretisinden “Kafir taptığı putun hakikatini bilse mümin olurdu,” sözü geldi. Putlarımı (veçhelerimi), örtmeden fark ettikçe, dolayısı ile onları görünür kıldıkça kendime deneyim alanı yaratmış oluyorum. Böylelikle onlar, özgürleşiyorlar. Bana göre, hakikatini (özünü) veçheleri aracılığı ile fark edip genişleyebilenler; kendilerinin hem karanlığını, hem de aydınlığını kucaklayarak; cesaretle dünya oyunun da biz de varız diyebilenlerdir, dedim.

Veçheleri Fark Etmek…

“Elbette” diye yanıtladı ses. “Bu veçhelerin ille de yaramaz çocuklar olmaları gerekmiyor. Bazen lider, yönetici, ressam, bestekar, şair gibi gizli kalmış yönlerimiz de özgürleşmek isterler ve sen bu veçhelerinden birini ya da birçoğunu fark edebilirsen, saklı yeteneklerinin de ortaya çıkmalarına izin vermiş olursun. Bu sayede de bütünleşme yolculuğunu acısız ve kolaylıkla gerçekleştirebilirsin. Hadi bakalım, sen de kendi parçalarına neşe dolu bir çağrıda bulun ve onları şimdi özgürleştirmeye başla. Nefesin gücünü kullan ve onları şefkatle içeriye solu.”

Aslında başladığımı düşünüyordum. Ben de uzun yıllardan beri adının “veçhe” olduğunu bilmeden bütünleştiğim kendi parçalarımı nasıl şefkatle kucakladığımı ve onlar gelmeye devam ettikçe de kucaklamaya devam edeceğimi biliyordum. Bu yargısızlık, kendimi her halimle  sevmemi sağlıyordu. Bunun en güzel örneğinin de şifacı veçhemle bütünleştiğim an olduğunu söyleyebilirim. Kendime inanmasaydım ve bana sezgisel olarak gelen bu yönümü kucaklamasaydım; şu an çalıştığım birçok kişinin de kendi şifacılığını öğrenmesine vesile olamazdım. Şimdi iyice anlamaya başlamıştım. Veçhelerimiz, fark edilmeyi ve hizmet etmeyi bekleyen aydınlanma araçlarımızdı aynı zamanda.

Şems ile Mevlana…

İlişkilerimiz de bizim veçhelerimizi temsil ediyor mu? diye düşünürken aklıma Şems acaba Mevlana’nın bir veçhesi olabilir miydi? sorusu takıldı. Tam da o anda içimden kocaman bir kahkaha atmak geldi. Mevlana, Şems için, Şems de Mevlana için bir veçheydi. Eğer öyle olmasaydı bu kadar bütünleşemezler ve böylesi evrensel bir aşkı nesilden nesle aktaramazlardı. Şems, Mevlana’nın dişil (öğretici-üstat), Mevlana’da Şemsin eril (uygulayan-öğrenci) veçhesiydi. Onların birleşimi ile Aşk kendini gösterebilmişti. Yargılanmadan kabul edilen veçhelerin evrensel düzeye taşınmasının ne güzel bir örneğiydi bu. Böylesi bir aşkın aktardığı enerji öylesine güçlü ve öylesine etkileyiciydi ki; kısıtlı zihnin etkisinde olan ve hoşgörüyü kabullenemeyen insan veçhesi henüz bunu algılayamazdı. Derin bir nefes aldım. Bir tek kişinin farkındalığının dahi evren için çok önemli olduğunu bildiğimden; canım ülkemden tüm dünyaya yayılan bu Aşk’ı selamladım ve onurlandırdım.

Veçhelerimizle hem içeride, hem dışarıda bütünleştiğimiz zaman ortaya saf bilinç-özümüzden başka ne çıkabilir ki? Eril ve dişil dengesini kurabildiğimizde, hep birlikte uyanışa geçtiğimiz dünyayı da yaratmış olmaz mıyız? Hadi gelin tekrar Mevlana’nın bize bıraktığı “evrensel çağrı”yı bu kez veçheler için uyarladığım versiyonuyla birlikte okuyup, onlara çağrıda bulunalım…

Mevlana’nın Evrensel Çağrısı

Gel veçhem gel, ne olursan ol yine gel;
İster kafir zannet kendini, ister puta tapmış ol (ister öfkeli, ister kızgın, ister korkak, ister, yazar, öğretmen, aşçı, ressam,  başbakan, politikacı, aşık, gay, erkek, kadın, din adamı, ateist, hasta, sabırsız, çok sabreden, tahammülsüz, değersiz hisseden, ölümden korkan, özgür, özgürleşemeyen, yalnız, yetersiz, suçlu, şüpheci, terk edilen, aldatan, aldatılan, mutlu, mutsuz, oyuncu, rekabetçi, işbirlikçi, uyumlu, uyumsuz, vefakar, nankör, vurdumduymaz, üzüntülü, intikamcı, fakir, zengin, yoksunluk hisseden, dramda olan, neşeli, kavgacı, anne,  baba, yaşlı, çocuk…) yine gel…

Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değil, kabullenme, sevgi ve şefkat dergahıdır.
Yüz kere tövbeni (bütünleşemediğin için) bozmuş olsan da yine gel.

Sen Ben’sin; Ben de Sen… Her ne olursan ol, yine gel…

Esra Ö. Erdoğan