Uzun yıllar önce Atina’ya yaptığım bir gezide görmüştüm Delfi Tapınağı’nı. O güne kadar çeşitli vesilelerle karşıma çıkan ve tam olarak ne demek istendiğini pek kavrayamadığım “Kendini Tanı!”uyarısı bu kez bir yazıt olarak çıkmıştı önüme o görkemli tapınakta.

Antik çağda büyük kehanetlere merkez olan ve tanrı Apollon’a adanarak yapılan Delfi Tapınağı’nın kapılarına nakşedilecek kadar önemli bulunan bu mesajı vermeye çalışanların insanın kendini tanımasıyla ciddi bir derdi vardı anlaşılan. 

“İnan”, “tapın”, dua et” değil de “Kendini Tanı!” direktifi neden kazınırdı bir tapınağın kapısına?

Daha sonraları tüm ruhbilimin kaynağı olduğunu düşünmeye başladığım bu gizemli emirle, hemen hemen her din ve kültürde insanlara, “varlığın yapısını” idrak etmenin önemi hakkında üstü sırlı telkinler ve tekrarlayan ipuçları verildiğini kavramaya başladım.

İnsan varlığını tanıma sorunu dindeki “tanrıyı tanıma” sorunuyla eşdeğer gibiydi; çok önemli bir veri eksik olduğu için denklem hep sonuçsuz kalıyordu.

Tanrıyı tanıma gayreti, geleneksel batı din ilminde, düşünce yoluyla tanrı hakkında önermeler ileri sürerek oluşturuluyor ve tanrıyı düşüncenin izin verdiği ölçüde tanıyabileceğimiz öngörülüyordu.

Tek tanrılı dinlerin içinden boy veren “gizemcilik”te ise tanrıyı düşünce yoluyla kavrama uğraşı bir yana bırakılarak tanrıyla bütünleşme eylemine geçilmişti.

Bu eylemler düşünceyi de sözcükleri de aşan çok özel deneyimler içeriyordu.

İnsan varlığını tanıma gayretinde de benzer bir durum vardı.

Düşünce yoluyla elde edilen zengin bilgiler beden üzerine yapılmış keşiflerle sınırlı kaldığı için, “eksik” veriden dolayı varlığın gerçeğine yaklaşamama sıkıntısı burada da yaşanıyordu.

Bilinçli ya da bilinçsiz, içsel bir yönelişle her daim peşinde olduğumuz aydınlanma ve tamamlanma arzusunun itici gücüyle ilerlerken, varlığımızda belki de kasıtlı olarak eksik bırakılmış parçayı aramak dünya sahnesinde nice işler yaptırıyordu bize.

İşi, gücü, ilimi, kilimi, buluşları, keşifleri, aşık oluşları, sekse yönelişleri gerçekleştirirken, aslında her eylemimizle kendimize ve “öteki”ne bir adım daha yaklaşma deneyimleri yaşayan kaşifler gibiydik.

Biz Adem’le Havva’nın çocukları, sınırsız bilinç okyanusundan bir tas daha su alarak ruhumuzdan bir türlü söküp atamadığımız susuzluğu gidermenin, eksik kalan yanımızı doyurmanın yollarını arayıp duruyorduk sanki.

Zıtlıkların tutuşturduğu nice aşklar birleşerek tamlanma ve sonsuz yaratıma katılma isteğini durmadan ateşliyorlar, doğanın her veçhesinde.

“Her şey zıddıyla kaimdir” e zincirlenmiş geceyle gündüz, iyiyle kötü, karanlıkla aydınlık, maddeyle ruh, kadınla erkek bu ilahi arayış sevdasının sürdürülüşüne yazgılı gibi.

Birbirine düşman gibi gözüken gündüz ve gece, koyunlarından birbirlerini çıkarıp çıkarıp koyuyorlar yeryüzüne; bıkıp usanmadan.

Her şafakta ve gün batımında, doğuma ve ölüme yatıyorlar kainat yatağında, ortak amaçlarını hiç unutmadan.

“Gece olmazsa, gündüz harcayacak bir şey bulamazdı bedeninde” diyen Rumi daha nice sözler etmiş bu dualiteyi anlatan.

“Eril-Dişil” zıtlaşmasının çekim aşkından beslenen nehirler kabararak su taşıyor “derya”ya.

Şimşeklerini, yağmurlarını toprağa bırakan “Gök” ve ona her daim müteşekkir “Yer” nasıl da akılla hizmet ediyor birbirlerine.

Yer sıcaklığını yitirip ortalık kuruya kaldı mı, gök ısıtıvermeye, yeşertmeye başlıyor onu, usul usul.

Gönderiyor yağmurlarını, nemini ve tazeliğini tam yitirmek üzereyken, kadim aşkına.

Flörtöz çiçekler, meyveler açılmaya başlıyor yeryüzünde, göğe doğru aşk dolu teşekkürle; oksijenler üretiliyor yapraklarda harıl harıl, gönderilmek için gökyüzüne.
Devinimler, değişimler, dönüşümler, mucizeler başlıyor bu eşleşmelerden. 

Kendindeki eksik parçaya uzanan taraflar, yaratım sarhoşluğuna kapılıyor, coşkuyla aşıp taşarak.

Hücre belleğine kodlanmışcasına, her varlık sema edip duruyor, can suyu verecek “öteki” yarısının etrafında.

Doğadaki tüm tezatlı güçler ve onların binlerce yıldır sonsuzluğa akıp giden ilahi dansı döndürüyor sanki şu koskocaman yuvarlağı.

Bu zıt enerjilerin tutkulu tangosu açıyor başımıza bütün bu Leyla ile Mecnun hikayelerini.

Eril- dişil kutuplar ve şahane tezatlar arasında ezel ebed devam eden kozmik dans kadın erkek arasında da farklı figürlerle perde açıyor.

Üremeye hizmet eden, yalnızlığı gideren, hazza doyuran biyolojik birleşmeden ötelere geçip bir esrimeye dönüşebiliyor yin ve yang dansı.

Varlığımızın en zirve noktalarıyla tanışarak coşkulu genişleme tezahürlerine teslim oluyoruz.

Bedenlerimiz, ruhlarımız aracılığıyla başka bedenlere, ruhlara köprüler kurarak eksik parçamızı bulma koşularına çıkıyoruz soluksuz.

Tüpsüz dalışlarla indiğimiz esrarlı derinliklerde gönüllü vurgun yeme deneyimlerine talip oluyoruz.

Fora ederek baraj kapaklarını, yüksek debili sularımızı bırakıyoruz “öteki”nin üstüne; fark ediyoruz coşkuyla içinde balık olduğumuz o kocaman deryayı.

Biz kadın ve erkek; doğanın en gizemli zıt kutbu, ararken kayıp parçayı, sevişiyoruz.

Başlangıçta cinslerin tek olduğunu ve kutsal bölünmeyi anlatan söylencelere kulak verirsek.

Önceleri bir bütün olan kadınla erkeğin kainat yasalarına hizmet için ikiye bölündüğünü ve kutuplaşmanın kutsal işlevlerini anlatır bazıları.

Tekrar tamlanmak, varlığımıza uzanmak için verdiğimiz mücadeleyi çeşitli mesellerle betimlerler.

Mitte anlatılmak istenen şey apaçıktır; bir ilahi düzenek olan bu kutuplaşma çok özel deneyimlere iter bizi.

İç içe olma, bütünleşme isteği yaratır; maddede, ruhta.

Tanrı Eros’un attığı ok tetikler yükselmeyi, gelişimi, kurnazca.

İnsan kendisini “ötekiyle” tamamlayıcı bir kaynaşma içine sokabilen, tüm yaratılışı sevme duygusunu yücelten bu deneyimde, varlığının yeryüzü şartları nedeniyle giyindiği o kısıtlayıcı benlik sınırlarından
azade olur.

Günlük şuurla fark edemediği zengin cevherine dokunur.

Tıpkı gizemcilerin, “tanrıyı bütünleşerek kavrama” yollarında olduğu gibi; akıl, mantık ve bilgiyle ulaşılan noktalardan farklı bütünleşme noktalarına ulaşır varlık.

Varlığın kapsama alanının epey geniş olduğunun idrak edilmeye başlandığı noktaya.

Huşu içinde birbirlerine kenetlenen iki farklı kutup, bir zamanlar evrenin de kozmik şehvetle döllendiği rahmin dipsiz uzayına doğru yuvarlanırlar.

Seksüel birleşme ilahi yaradılışa öykünür, taklit eder.

Yaradılışın en yüksek enerjisi kendisini “bir” olmuş iki beden aracılığıyla tezahür ettirmiştir.

Düşünce, şüphe, arayışın olmadığı noktada, iki kayıp parça delice hasret giderirler.

Kal-u beladan beri aslında tek olduklarını idrak edip parlatırlar cevherlerini.

Yerçekimine inat yukarılara yükselerek kadeh kaldırırlar dorukta çekilen ziyafete.

Daha ince titreşimlerin olduğu bir boyutta yaratıma katılırlar.
Bu senaryo doğruysa eğer.

“Seks ruhsaldır, beden ve ruhun bir olma deneyimidir, her orgazmda Tanrı mevcuttur” diyen Deepak Chopra haklıysa.

Ruhani boyutu idrak edilerek yaşanan cinsellik varlığımıza ayna tutarak bizi aşkınlaştırabilir.

Kendimize ve “ötekine” uyanmamıza yol açabilir.

Ruhtan koparak ilkel bir dürtü halinde yaşanan cinselliğin bizi çikolatanın damağa ettiği haz oyunundan öteye götüremediğini kavrarız.

Leyla’ya ulaşmaya çabaladığımız maskeli baloda Mevla’yla tanışarak çırılçıplak kalabiliriz.

Bazen çikolata yiyerek, bazen “Leyla Bir Özgecandır”ı söyleyip dinleyerek kam alsak da dünyadan.

Bazen içinden kopup geldiğimiz şahane hologramı özleriz.

Yukarıdaki sandığımızda unuttuğumuz çiçek dürbünün içindeki gökkuşağına hasret çekeriz.

İçinde daraldığımız bu bedenden firar etmek, yerçekimsiz semalarda özgür olmak isteriz.

Sevişiriz.

Jale Eğitim Önder