5 kişinin bulunduğu bir odada masanın üzerinde duran kırmızı tabağın kırmızı tabak olması hepimizin kabulüne bağlıdır. Eğer çoğunluk bu tabağın kırmızı olduğunu söylerken 1 kişi bu tabağın turuncu olduğunu iddia ederse o kişide bir sorun olduğunu, onun yanıldığını düşünürüz. Asıl sorun tabağın kırmızı olduğunu iddia eden tek kişi bizken diğer 4 kişi tabağın turuncu olduğunu iddia ettiğinde başlar. 

Eğer bir ülkede çoğunluk nasyonel sosyalizmin doğru rejim olduğunu savunurken azınlık demokrasiyi savunuyorsa, sonuç Naziler olur. Çoğunluğun haklı olduğu fikri doğru olmadığı gibi objektif, nesnel gerçeklik olarak tanımlanan gerçek de mutlak, nesnel gerçek değil yalnızca koşullu, koşullara ve zamana bağlı gerçekliktir.

Ego ya da ben de bir gerçeklik değil, kabule dayalı bir fikirdir yalnızca. Bu fikir üzerinde bir odadaki 5 kişi de aynı görüşte ise benim ya da egomun ne olduğu konusunda aklım karışmaz. Tıpkı tabağın kırmızı olduğu konusunda hemfikir olduğumuz gibi benim, egomun kim ya da ne olduğu konusunda da hemfikirizdir. Ancak, odadaki kişilerden biri ya da ikisi benim ya da egomun ne olduğu konusunda benden farklı bir fikire sahipse işte o zaman sorun çıkar. Bana göre BEN ya da EGOM herkes tarafından “aynı” algılanması gereken nesnel bir gerçekliktir. Eğer ben, herkes tarafından üzerinde anlaşılmış bir tanıma sahip değilsem o zaman kim olduğum kişiden kişiye değişecektir. Bir insan beni iyi bir insan olarak algılarken bir başkası kötü bir insan olarak algılayacaktır. Bu insanların benimle ilgili algısı “BEN”i, “EGO”yu, “TANIMIMI” yarattığı için olduğumu sandığım “ŞEY”*** herkes tarafından aynı ve mümkünse benim algıladığım şekilde algılanmalı ve tanımlanmalıdır. Mesele asla benim kendime ne dediğim, ne tür bir onaylama yaptığım, kendimi nasıl kabul ettiğim değildir. Asıl mesele nasıl görüldüğüm, nasıl onaylandığım, nasıl kabul edildiğimdir. Kendi evimin kapısını yalnızca komşumun penceresinden görebileceğim için, bana kim olduğumu karşımdaki gözler söyleyecektir. İşte bu sebeple, sokakta ya da sosyal medyada tanımadığım, muhtemelen fikirlerine önem vermeyeceğim, hayatım boyunca bir daha görmeyeceğim bir insanın benimle ilgili yargıları sebebiyle (şerefsiz, kafir, kötü, ahlaksız, saygısız vs vs) onunla kavgaya tutuşabilirim. Hatta bazı uç örneklerde A kişisi, B kişisi ile ilgili bir yargıda bulunduğunda, bu yargı B kişisinin kendisi ile ilgili tanımıyla çatışıyorsa (korkak kabul edilmek, değersiz görülmek vs) bu durum B kişisinin kan dökmesine bile sebep olabilir.

İşte bu sebeple ister bir ülkenin lideri, ister düz vatandaş olalım hepimiz diğerlerinin gözündeki tanımımız için çalışır, bu tanımın bizim nesnel kişiliğimiz, BEN’imiz, EGO’muz olduğunu sanırız. Kendimiz ile ilgili tanımımızı kabul etmeyen, bizimle ilgili başka bir tanıma sahip olan herkes bizim düşmanımız, potansiyel katilimizdir; çünkü tanımımızı, egomuzu, benliğimizi yok etme girişiminde bulunuyordur.

Ben ya da Ego’nun bir gerçek değil, koşullara ve kişilere bağlı bir fikir, bir tanım olduğunu anlamadığımız sürece gerçek özgürlüğe, huzura ve mutluluğa ulaşmamız olanaksızdır. Bizler gerçek olmak yerine bir tanıma uygun davranmaya çalışan roller olduğumuz sürece özgürlük de bir fikirden, bir rolden başka bir şey olamaz. 

Daha da acısı, gerçekte ne olduğumuzu bilemediğimizden kendimizle ilgili herkesin hemfikir olduğu bir rolü oynadığımız için başımıza 2 büyük bela musallat olur: Birinci bela, oynadığımız rol ne kadar sorunlu olsa da, bu rolden ne kadar yakınsak da bu rolü bırakamamaktır. Rolü bırakamayız çünkü bunu yapabilmek için bütün gerçekliğimizi bir başka rol, bir başka tanım için yeniden tasarlamalı ve herkesi de bu yeni BEN’e ikna etmeliyiz. Bu da hemen hemen imkansızdır çünkü başımızda ikinci bela vardır. İkinci bela, kendimizi olmadığımız bir şeyi oynamak zorunda hissetmemizden kaynaklanır. Bu rolün gerçekçi ve kendi içinde tutarlı olması için her an dikkatimizin %90’ından fazlasını rolün gereklerini yerine getirmek için kullanmak zorundayızdır. Rolün gerçekçi olması, değişken olmaması, koşullardan etkilenmemesi, değiştirilememesi için o karakter ile ilgili bir geçmişi anımsamalı ve o karakter ile ilgili bir gelecek hayal etmeliyiz. Her an kim olduğumuzla ilgili bir fikri korumalıyız. Kazara bu fikrin yitirilmesi en hafif durumlarda depresyonla, panik atakla ve anksiyete krizleriyle sonuçlanır. Meditasyonlar sırasında kişinin egosu, kendisi ile ilgili tanımları çözülüp de öğrenci kendini tanımlamakta zorlanmaya başladığında bu duruma tedirginlik ile, bazense şiddetli korku ile tepki verebilir. Tuhaftır ama bir insanın kendisi ile ilgili tanımını değişime zorlayan her şey ona ölüm tehlikesi ile aynı görünür ve bu değişime ölüme verdiği tepkiye benzer tepkiler verir. İşte bu sebeple bırakın kişinin kendisi ile ilgili tanımı bırakmayı, onu her saniye anımsamak için neredeyse enerjisinin tamamını kullanır. Hatta yaptığımız, söylediğimiz, inandığımız ve çevremizi inandırmaya çalıştığımız her şey bu rolü pekiştirmeye, gerçekleştirmeye, ortak kanı yaratmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.

Eğer kendimizi, tanımımızı bir parça unutursak, %90’ını verdiğimiz dikkatimizin bir kısmını serbest bırakabilirsek, o zaman gerçekte kim ya da ne olduğumuzu bulma fırsatı yakalayabiliriz. O zaman farkındalığımız, tanımımızın kontrolünden kurtulur. Farkındalığımız bir kez rolümüzün kontrolünden çıktığında artık rolümüzü kendi içine alabilir. Bundan sonra artık BEN dediğimiz şeyin bir gerçek olmadığını, yalnızca bir tanım olduğunu bilebiliriz. Bu sebeple de ilk olarak dikkati ve farkındalığı tanımın zulmünden ve kontrolünden kurtarmalıyız. Dikkat ve farkındalık yansız, tanımsız ve tarafsız olduğunda, yansız, tanımsız ve tarafsız olan gerçek beni de görebilir.

Özgürlüğe ulaştıran ilk cesur adım budur. Bu adımı atmak için mutlaka yardım isteyin. Yürümek için şüphesiz ki ellerimiz serbest olmalıdır ama bazı adımlar vardır ki birisinin elimizden tutması gerekir. İşte bu engeli aşarken bir yere tutunmak en güvenli yoldur.

Hepinize dostluk duygularımla…

*** (Şey: X’in, yani bilinmeyenin Arapça söylenişi. İlk defa Hayyam tarafından bir matematik terimi olarak kullanılmıştır)

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.