21 Aralık 2012’nin sessiz sedasız geçmesi ile birlikte insanlık bir kıyamet “tehdidi”ni daha atlatmış oldu ve hep birlikte mutlu mesut gündelik yaşantımıza devam ettik. Bir kısmımız Mayalar’la dalga geçtik, bir kısmımız kıyamet kavramıyla, bir kısmımız da hayal kırıklığına uğradı; çünkü bir “değişim” bekliyorlardı. Ama beklenen “değişim”lerin hiçbirisi olmadı… mı acaba?

Öncelikle “Uzaylılar” Konusu…

Siz “değişim” olarak, “uzaylılar inecekler de bizleri kurtaracak”ı bekliyorsanız, elbette ki göklere bakar durursunuz da göreceğiniz yıldızlı bir gökyüzünden öte bir şeyler olmaz. Bu, uzaylıların var olmadığıyla ilgili bir durum değildir esasında; sadece onlar, bizlere böyle bir müdahale etmezler. Özellikle de böyle bir müdahaleyi “ileri” düzeyde uygarlıklardan bekliyorsanız. Çünkü “ileri” kavramı, evrende “ruhsal gelişim” açısından “ileri” kavramını anlatır. Fakat “ileri” denildiğinde biz, yaşadığımız anlamda teknolojik olarak ileri, ama ruhsal gelişim olarak geri olanları anlarız. İkisinin arasındaki fark şudur: Ruhsal gelişim olarak ileri uygarlıklar, kişinin gelişimine müdahale etmezler. Kozasından çıkan kelebeği izleyen adam gibidirler. Kelebek kolayca çıksın diye kozadaki deliği genişletirlerse, kelebeğin kanatlarının gelişemeyeceğini bilirler. Bu yüzden izlerler, yürekten desteklerler ve öneriler de bulunabilirler; ama gelip sizin yerinize o işi yapmazlar.

 Teknolojik olarak ileri olanların derdi ise şimdiki ruhsal bilinç düzeyindeki insanlık gibidir: Sahiplenmek ve istila. Onlar müdahale etmekle kalmazlar, ele geçirmeye çalışırlar. Tıpkı insanlık olarak UFOları geliştirsek ilk yapacağımız işin gidip başka gezegenleri parsellemek olacağı gibi. Onlar kelebeğin kozasından çıkmasına yardım etmezler, kozayı alır, kelebeği haşlar, kozadan ipeği elde eder ve üstlerine giyip gezerler. (Bilmem tanıdık geldi mi?) Çünkü onlara göre koza bir yaşam aracı değil, kendilerine hak olarak tanınmış bir üründür. İşte inerse göklerden aşağıya bu yapıdaki uygarlıklar iner. Dünya’da yeterince bu tarz medeniyet varken, bir de uzaylısıyla uğraşmak pek de hoş olmaz hani. Neyse ki birileri ya da bir şeyler blokaj koyuyor da dünyamıza böyle bir müdahale henüz olmadı. Olmasın da zaten… (Bizim bilmediğimiz geçmişimiz de böyle müdahalelerin olduğu söyleniyor orası ayrı konu. Bkz. Annunakiler.)

Peki ya Kıyamet?

Bir diğer beklenti ise kıyametin binlerce yıldır dinler aracılığıyla anlatıldığı şekliyle kopmasıydı. Dünyadaki hemen her öğretide benzer kavramlar var kıyamet konusunda da ben bizim en iyi bildiğimiz şekliyle olan üzerinden hareket etmek istiyorum. Yani Başmelek İsrafil’in Sur’a üflemesiyle başlayan süreci. Ben eminim o gün Sur’un sesini bekleyen çok oldu da Sur’u şehirlerimizde çalan sirenler gibi bir şey zannediyorlardı herhalde. Gülmeyin! Bu ülkede “İçinizdeki trafik canavarını durdurun” kampanyası neden yapıldı biliyor musunuz? Yapılan araştırmalarda insanların cidden bir “trafik canavarı”nın var olduğuna inandıkları için, tıpkı “enflasyon canavarı” gibi. Çocukça geliyor değil mi? Bir bakıma evet, çünkü insanların bedensel, zihinsel olduğu kadar ruhsal bilinçlerinin de gelişimi söz konusudur ve bedenleri büyük, zihinleri de iyi laf yapacak kadar gelişmiş olsa bile ruhsal gelişimi çocuk ve ergen düzeyinde kalmış milyarlarca insan vardır bu gezegende.

Bir insanın ruhsal bilinç seviyesini anlamanın yolu hani çok da zor değildir aslında: Yaşadıkları konusunda hep kendinden öte belirsiz bir varlığı sorumlu tutuyorsa “Anne, ben değil komşunun çocuğu yaptı;  bir canavar, şeytan, cin, melek yaptı” gibilerinden bu ruh, bilinç olarak henüz çocukluk seviyesindedir diye düşünürüm ben. “Sen suçlusun” diye tüm sorumluluğu karşısındakinde bulanlar ise hani çocukluğu geçmiş de artık ergenlik seviyesindedir. Olgunlaşmış bilinçteki ruhlar ise yaptıklarının sorumluluğunu alırlar. Kendilerinden başkasını suçlamazlar; -afedersiniz yanlış söyledim- suçlama diye bir kavram da olmaz bu bilinç boyutunda zaten. Suç ve ceza, daha az gelişmiş ruhsal bilinç boyutunda var olan kavramlardır: “Bak yaramazlık yaparsan, seni cıss yaparım”ın farklı seviyelerde geliştirilmiş versiyonlarıdır aslında. Olgun bilinç seviyesinde ise ruh, attığı her adımın evrende yankı bulduğunu ve o yankıların etkilerinden sorumlu olduğunu bilir.

Sorumluluk Nedir?

“Sorumlu” kelimesi de biraz negatif anlamda algılanabilir, en azından ben bu kelimeyi duyunca çok irrite olurum. Çünkü sürekli olarak “yaptıklarından sen sorumlusun” diyen öfkeli ve suçlayan bir yüz aklıma gelir. Bu da benim içimdeki bir yazılım problemi sanırsam, ama belki de çoğumuzun aklına bu geldiği için “sorumluluklar” denildiğinde tüylerimiz diken diken olur. Bir diğer irrite eden kullanımı da “sorumlu” kavramının “yapmak istemediğin halde, yapmaya zorunlu bırakıldığın durumlardır”. Mesela okuldayken ödevler verilir ve sen 6 yaşında bir çocuk olarak evine geldiğinde oynamak istersin, fakat sana dağ gibi ödev yığılmıştır. Bu senin “sorumluluğu”ndur çünkü. Hatta ben eminim ki birçoğumuzun gizli tembelliğinin arkasında okullardaki ödevler var. Mesela gider Reiki öğrenirsiniz ve Reiki birinci seviyenin 21 günlük temel bir çalışması vardır. Benim konuştuğum her on kişiden dokuzu bunu yapmamıştır, hatta ben de yapmadım zamanında. Niye? Çünkü bilinçaltımızda doğrudan ödev kavramını çağrıştırır, bu yüzden de zamanımızı Facebook ya da TV başında geçirmeyi tercih ederiz, bunu yapmaktansa. Bu nedenle de aslında bize çok faydası olabilecek nice şeyi de kaçırırız. Burada “tembeliz arkadaşlar” demenin bir faydası olacağına da inanmıyorum, olsa zaten Facebook’ta her gün neleri yapmadığımıza, nelere duyarsız kaldığımıza, neleri kaçırdığımıza dair sayısız mesaj okuyoruz; verdiğimiz tepki “beğen” ve “paylaş” tuşlarına tıklamaktan öte oluyor mu? Kıçımızı kaldırtıyor mu bize? Hayır! Çünkü gelen sözler bizlere “sorumluluklarını yerine getirmiyorsun, neden yapmadın ödevini” diye bağıran öğretmen sesi gibi geliyor. O zamanlar tepki gösteremezdik bu sese, ama şimdi gösteriyoruz ve kollarımızı kavuşturup oturuyoruz.

Bir kişiyi harekete geçirmenin yolu onu zorlamak, ittirmek, suçlamak vs. değildir. Kişi ancak kendisi isterse hareket edebilir. “Atı zorla suyun kenarına götürebilirsiniz ama zorla su içiremezsiniz” derdi bir hocam bize. Siz o kişinin neden harekete geçmediğini kendisinin görmesine yardımcı olabilecek şeyleri söyleyebilirsiniz, ama görecek yine kendisidir: Kendinizdir. Siz neden harekete geçmediğinizin temelinde yatanı görebilirseniz, işte o zaman tıkanıklık ortadan kalkar ve otomatikman hareket başlar. Nasıl mı yapacaksınız bunu? İşte az önce benim yaptığım gibi. Ben de bu satırları yazarken birden keşfettim neden hareketsiz kaldığımı birçok durumda.

“Sorumluluk”, attığı her adımın çıkaracağı sesin farkında olmaktır ruhlar için. Her adım bir etki yaratır evrende ve ruh bunun kendinden kaynaklandığını bilir. Karşısına çıkan her güzellik de onun attığı adımların yansımasıdır, her “zorluk” da evrenin ona yansıttığı kendisinde olan tıkanıklıkların gösteriminden başka bir şey değildir. Çevresinde kızdığı ve tepki gösterdiği her şeyin kendi içinde bir uzantısı olduğunun farkındadır olgun ruh. Aldığı ipuçlarını kendi içinde takip eder ve kendisinde kızgınlık tepkisi yaratan şeyin kökenini yakalar. Onu izler ve gözler. Zaten bu izleyiş, onu kabullenmek, ona sarılmak anlamına gelir ve artık o içsel yara şifalanmaya başlar. Bir süre sonra da aynı davranışa hiç tepki göstermediğini fark eder, olgun ruh bilinci. Artık o kendisiyle ilgili bir sorun değildir, karşısındakinin kendi içinde yüzleşmesi gereken bir durumdur. Fakat yine de karşısına çıkmıştır ki bu, bir nevi doktora kontrole gitmek gibidir. Artık acıtmadığını, tepki göstermediğini, içteki o bölümün şifalandığını gösterir o ruh ona. Sonrasında da o davranış bir daha zaten yansımayacaktır kendisine. Çünkü artık şifalanmıştır…

Sur Borusu Ne Oldu?

Sur borusunun sesinin, mahalle sirenlerine benzemediği ama çoğunun böyle zannettiği cümlesinden bir girdim, nerelere daldım. Fakat bahsettiğim kavramlar ileride bize çokça lazım olacak. Çünkü İsrafil Sur borusuna üfledi ve kıyamet süreci başladı. Peki ya bundan sonrası mı?..

(Yazının ikinci bölümü için lütfen buraya tıklayın.)

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...