Bir şeyler yazma dürtüsüyle klavye başına oturduğumda, iç terazimde bu gün nelerin ağır çekeceğini tam olarak bilmiyordum…

Arayış sancılarımı bazen uyuşturarak rahatlatan, bazen de tedavi eden kadim dostlarım bana bakıyorlardı, karşımda duran kitaplıktan.

Hepsiyle ayrı ayrı hak hukukumuzun olduğu dostlar arasında gezinirken, yıllardan beri beni çok silkelemiş, kendimi kandırırken kullandığım tevil mekanizmalarımı acımadan yüzüme çarpan, her daim tepemde demoklesin kılıcı gibi duran, ama “dost acı söyler”in en sağlam kanıtı Gurdjieff ve Ouspensky amcaların bilgi ışıkları ısrarla göz kırpmaktaydılar aradan.

“Anladım” dedim; bu gün yine gerilere doğru zorlu ve uzuuuuun bir yolculuk var!…

Yaklaşık 20 yıl öncelerin içine kamikaze gibi dalıvermişim…İçinde çok bunaldığım “Hayat Seyahat”a ait bir otobüsteyim; boş bakışlarla camdan dünyanın encamını seyrederken, “30’lu yaşlar semti”ne giden yolcuların ineceğini belirten ışıklı göstergeyi ansızın fark ediyorum…

“Aradaki duraklardan ne zaman geçtim, niye fark etmedim, yoksa uyudum mu?!” diyerek şaşkın şaşkın söylenirken apansız aşağıda buluveriyorum kendimi…

Elimde çantam, ağır mı ağır; o yaşa kadar biriktirdiğim, işe yarar yaramaz bir dolu alet-edavat, sınırlandırıcı inançlar, kerameti kendinden menkul bilme halleri, yargı ölçekleri…ve oynamaktan sıkıldığım bir dolu oyuncak…

Omuzum koptu kopacak…

Şaşkın ve bezgin etrafa baka kalmışım, hazırlıksız iniverdiğim bu yeni durakta.

Işığı matlaşmış ruhlara geçici mutluluk teklifleri yapıyor ışıl ışıl vitrinler; yüzlerine bile bakmak istemiyorum; daha önce buralardan çoook oyuncak satın aldım, aşinayım, biliyorum…

Heyecan vaat eden kocaman, ışıklı mağaza tabelalarının arasında daha edepli, haddini bilir, iddiaya tutuşmayan bir tabelaya takılıyor gözüm; “Transandantal Meditasyon Derneği”

“İzmir’e yeni takılmış bu tabela, yoksa görürdüm” diye düşünüyorum…

“Biraz soluklanayım” bahanesiyle, esasen meraktan, kapısını çalıyorum.

Neyin peşinde olduğunu pek de bilmeyen, ama belleğine kazınmış gizli arayış kodlarına sahip benliğim doymaz bir iştahla sorular soruyor; ardından kendimi içeride buluyorum!

“Bir varmış bir yokmuş, taaa Hindistan’da Maharishi Mahes Yogi diye bir adam yaşarmış; Doğu’dan Batı’ya düşmüş yollara, aklınca insanlığı uyandırmaya” diye başlıyorlar anlatmaya…

Kendini kocaman bir alarmlı saat sanan Mahesh Yogi; “Buraya insanları uyandırmaya geldim; gördüm ki daha doğru dürüst uyumayı bile beceremiyorlar!” diyerek pek sitem etmiş uygar Amerika’ya!…

Taaa yıllar öncesinde kozmik bilinçten, değişmez evrensel yasalardan dem vurarak, “sonsuz zekanın kaynağına açılın” gibi büyük büyük laflar edermiş insanlara…

“İç uzayını fark et, uyan!” demek için Hindistan’dan havalanan harfler kanatlanıp dolaşırken gökyüzünde, düşüvermiş bir gün İzmir semalarına…

Çaldığım bu “ilk içsel yolculuk” kapısının ardında epeeey uzun süreler kaldım…

Richard Bach’ın martısı Jonathan’la tanıştım; yükseklere uçuş denemesi yapan, yiyecek bulmanın ötesindeki hedeflere kanat çırpan Jonathan’la göğün üstüme basan ağır çatısı kalkıp çok uzaklardaki yıldızların ışıltısı göz kırpmaya başladı yüreğime…

30’lu yaşlar durağında, kurşun gibi çantamla, sıkkın, şaşkın, tıknefes bir halde aşağı atladığım durakta farklı yolculuklara doğru dönüvermişti rotam…

Güvenli yaşam adına içime takılmış kat kat kale kilitlerini gevşetecek ilk maymuncuk setini edinmenin heyecanı sardı benliğimi; bi telaş, bi acele, maymuncuğu atmak istedim tıkış tıkış çantama…

Ama hiç yer yoktu içinde…Bir şeyleri gözden çıkarmam gerekti; “Her şey görünenden ibarettir” diyerek beni yıllardır kandırmış kitabımı hemen oracıkta feda ediverdim!

Yükleri taşınmaz ağır olan çantamdan terk ettiğim ilk fazlalağımdı…

Renk renk vagonlarıyla, “matrix’i fark etme” yolculuğuna giden trene koşturup bir bilet aldım istasyondan…

“Menzil uzun, bilet yalnızca gidiş” dediler; “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” dedim.

Farkında bile olmadığım enseye takılı chip’imle sağa sola koşturan, dünya mağarasında gölgelere baygın yaşayan, “ışık nereden geliyor ki bunca gölge var”ı sormayı unutacak kadar kocaman bir “uykucu” olan bendeniz biniverdim ansızın bir alamet trenine…

Çaldı kondüktör düdüğü, yollandım kıyamete…

Kah savurdu makaslar, çarptım kafamı cama, kah dalıp manzaraya esir oldum seyrana…

Çeşit çeşitti oyuncaklar bu renkli yolda; oyuncakçılar bas bas bağırıyordu peronlarda…

Kimi yükseltir varlığın kaynağına, mor ışıklar gösterir; kimi açar “üçüncü göz”, boyut boyut yüceltir…

Yapar “Şifacı” kimi, sadece bir dokunuşta; inisiye edince seni oluverirsin İsa!

Bu oyuncaklar dünyasında acep, hiç umut yok muydu gerçek uyanışlara?

Kitaplar satın aldım yırtmak için perdeyi…

Kimi dedi “Fakir” ol, geliştir fizik iradeyi…

Kimi dedi “Keşiş ol”, galabe çal duyguyu…

Kimi dedi “Yogi ol”, yükselt bilgiyle zihni…

Şu garip bencileyin bu kısacık yolda nasıl yapacaktı bütün bunları?!

“Bir Dördüncü Yol yok mudur?!” diye dövünürken vagonda, Gurdjieff beliriverdi bir sonraki peronda…

Biraz sert bir bakışla çekti beni sorguya; “Artık oyun oynama söyle, hazır mısın duyacaklarına?…

“Bilmem ki hazır mıyım, ama tamdır isteğim” dedim.

Dedi, “Önce fark et, sen bir hapishanedesin; özgür olduğunu sanıp pek bi efelenirsin!”

“Haydaaaa, bu da nerden çıktı?!” deyip epey bi sinirlendim; dedi, “o halde devam et, renkli yolculuğuna mirim!”

Şakası hiç yok, kapısında kuyruk çoktu… bense azara küskün, bir garip, şaşkın yolcu…

“E gitmeyin, dinleyeceğim; ama çok sert girdiniz!” dedim…

Dedi, “Hazırlan terke bu eş koşmaları, ben senin anaokulu öğretmenin değilim!

Ağzımı açacak halim bile yoktu… “Kalkıştıysan dördüncü yola, haydı buyur başlangıca” diyerek beni şoklamaya devam etti…

-“Trenden gökleri ovaları seyredip peronlarda pamuk helva alma yolculuğunda uyanış gerçekleşmezdi; kendi üzerimde çalışarak uyanabilirdim ancak; eğer uyanış isteğimde samimiysem uyuşturucu huzurumu bozmak zorundaydım”

-“Hem kendi üzerimde çalışıp hem huzura sahip olmam asla mümkün değildi…Eğer uyanıklığa talipsem, kendimi tanıyabilme yolunda sıkıntı ve gerilimle, rahatsızlık ve acizlik duygusuyla uzlaşmam gerekirdi”

-“Hiç kimse bana iradem haricinde zorla yardımda bulunamaz, beni özgürlüğe kavuşturamazdı…Bu ancak belirli bir amaca yönelik yapacağım şuurlu çabalarla gerçekleşebilecek bir şeydi”

-“Bir insanın tüm alışkanlıklarını bir kenara atıp kendi üzerinde çalışmayı başlatması ciddi bir karardı…İnsan lafzen çalışmayı seçen, ama hakikatte huzurunu kaybetmek istemeyen bir varlıktı; alışkanlıklar dünyasından şikayet etse bile, otomatik pilota bağlandığı kokpitinde rahatlık bağımlısı olarak dumanını tüttürmekteydi!” …

-“İnsanın “kendi makinesini” yönetmeyi bir lokomotif, bir otomobil, bir uçak yönetmeyi öğrendiği gibi öğrenmesi gerekirdi; insan makinesini bilinçsiz olarak kullanmak, diğer karmaşık bir makineyi ehil olmaksızın kullanmak kadar tehlikeliydi”

-“Sırf bedene eziyet ederek, zor fiziksel alıştırmalarla ancak beden güç kazanır; duygular ve zihin güdük kalırdı”

-“Sırf duygu iradesi geliştirmekle beden ve zihin güdük kalırdı”

-“Sadece zihni geliştirmekle çok şey bilirdik ama beden ve duygular güdük kalırdı”

Derin bir soluk aldı, “Gel sen kendi makinen üzerinde çalışmayı seç, onu tanı-keşfet, işte budur dördüncü yol!” diye ilave etti…

“İnsan makine olmaktan kurtulabilir mi?” diye sordum, afallamış bir halde…

“Evet, işte sorun bu, makine olmaktan kurtulmak mümkün, ama önce makineyi tanımak gerekir” diye cevap verdi.

Tren gürültülü bir sarsıntıyla yol almaktaydı; camdan gözüken manzara kareleri de hızla değişiyordu; bense maruz kaldığım şiddetli iç sarsıntıdan ne oturabiliyor, ne de ayakta durabiliyordum…

Arayan mevlasını da belasını da bulurdu ya, işte bulmuştum “dördüncü yolu!”…

Çantamın içinde yıllardır can simidi olarak tuttuğum, kullandığım, “benimmm!” diye özdeşleştiğim onca şeyi atarsam emniyet içinde nasıl hayatta kalırdım ki?

Elimi attığımda gözüm kapalı her şeyin yerini şak diye bulduğum bildik dünyama, yıllarca oynadığım rol repertuarlarıma bir kalemde, “kurtulunması gereken hapishane” muamelesi çekmek de olacak iş miydi?!

Kurcalanması gereken bir dolu gölge taraf, aydınlatılması gereken bir dolu karanlıkla uğraşmak da cabasıydı…

“Atı su içmeye götürürken öldürmemek lazım, bu adam bizi dere yolunda boğacak vallahi!” diyerek feryat-ı figan eden egom, sersemlemiş beni, eski konforlu, bildik dünyamıza geri çekmeye çalışıyordu…

Düşüncelerimi okuyarak uyardı beni Gurdjieff, “Eğer uyanmak istiyorsan, bırak artık bu emniyet arayışını, başla kesmeye hücrenin demir parmaklıklarını!” dedi…

Şimdiye kadar gerek kendimiz gerekse başkaları hakkında pek de bir şey bilmediğimizi, pek de bir şey anlamadığımızı görmeye zorlayan bir noktaya doğru sürüklüyordu insanı Gurdjieff; sert bir rüzgarın yanağı kırbaçlaması gibiydi, acıtıyordu ama ayıyordu!

Yerinden kalktı, belli ki gitme hazırlığındaydı…İyice yanıma yaklaştı, “Bir dahaki peronda inmem gerek, işlerim çok” dedi…”Yaşam senin; ister kum havuzunda oynamaya devam et, ister kendini keşfet…Gerçek kahramanlık silah altında olmaz, falanca kutsal mabedin elemanı olmakla da olmaz; kahramanlık burada, şimdi, kendi içimizde, kendi kendimize karşı olması gerekir…Her kişi kendi başına kendi destanını yazmak zorundadır, başkalarının destanını okuyarak, başkalarının öğütlerini ezberleyerek yaşama devri bitmiştir” dedi…

“Benden bu kadar!” diyerek kompartımandan aşağıya rüzgar gibi atladı…

Arkasından bakakaldım…Tren rayların üzerinden değil de benim üzerimden geçmiş gibiydi; yeni bir gerçeklik olarak kucağımda bulduğum “Dördüncü Yol”la nasıl başa çıkacağımı bilememekten kaynaklanan bir tedirginlik çökmüştü göz bebeklerime…

Hapishanede yıllarca kilitli kaldıktan sonra, ansızın içeriye bir yabancının girip size anahtar uzatması karşısında içine düşebileceğiniz bir halet gibiydi bu…

Anahtarı kabul edip kapıyı açarak dışarı çıkabilirdim; gökyüzü, güneş, ay, yıldızlar; diğer taraftan bulutlar, şimşekler, gök gürültüleri; insana-kendime-hayata dair sınayıcı ama büyütücü her türlü tatbikat önüme serilebilirdi…

Hapishanede edindiğim alışkanlıklar ve bunların verdiği emniyet duygusu yüzünden kapıyı açmayı reddedip “güvenli” dünyamda ense yapmaya devam da edebilirdim…

Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını derinden hisseden egom çok rahatsızdı…

Diğer taraftan benliğimin şimdiye kadar gölgede kalmış çok büyük bir kıtası keşfedilerek kişisel coğrafyama dahil olabilecek, varoluşumun kapladığı yüz ölçüm genişleyerek değer kazanacaktı…

Ama değişim virüsü serbest kalmıştı bir kez…

Heraklitos’un dediği gibi, aynı nehirde iki kere yıkanılmıyordu; yıkanmaya kalktığınızda ne nehir aynı nehir, ne de siz aynı sizdiniz!

Artık hücrenin de, gardiyanın da, anahtarın da içimde olduğunu öğrenmiştim; az uyanır, çok uyanır ya da hiç uyanmazdım; ama hiç değilse anahtarı deliğe sokacaktım!

Deliğe uydu, kilitte döndü anahtar; kapı aralanıp içeri ince bir ışık sızdı…

Gözlerim kamaşık, yüreğim ağzımdaydı; ama kapıdan dışarıya ilk adımı atmıştım artık!

Açılan her kapının yeni bir kapıya doğru yürümek olduğunun, içinden geçilecek daha nice
bab-ı aliler olduğunun farkına varıldığı sonsuz bir bilinç yükseltme yolculuğuydu bu…

Yıllar sonra bu yazıyı kaleme alırken kitaplıktan bana hınzırca göz kırpan Gurdjieff ve talebesi Ouspensky’le tanışıklığımızın üstünden çok zaman geçmişti; ama ne kapılar bitmişti, ne keşifler…

Bahse konu kendini tanıma yolculuğu sırasında bu güne değin meydana gelen; ve hala gelmeye devam eden duraklamalara, düşmelere, sapmalara rağmen kalkıp yola devam etmemi; ve hala yolda kalarak çalışmaya devam etmemi sağlayan en önemli nokta, insanın bir varlık olarak şu an ne olduğuyla, aslında ne olabileceği arasındaki farkı idrak edebilmek olmuştur.

Her zaman, “Ya o gün anahtarı deliğe sokmasaydım!” diyerek şükrederim, insanı kendini bilmeye yönelten, yoldaki tüm hakiki rehberlere…

Her varlığın, içinde daha hakiki nedenler taşıyan bir “varoluş”a yüzünü dönebilmesi dileğiyle…

Jale Eğitim Önder