Bir film seyrettim; İmparatorlar Klubü (Emperor’s Club). Ölü Ozanlar Derneği’nin yönetmeninden bir öğretmen destanı daha… İnsanların büyük laflarla değil, yaşayan iyi örneklerle eğitileceğine, ismin ve markanın hiçbirşey, insan kalitesinin herşey olduğuna dair samimi bir filmdi…
Hikayede öğretmen zor ve sorunlu bir öğrencisine çok umut bağlar. Hatta ona yardım etmek için prensiplerinden bile ödün verir. Ama sonuç büyük bir hayal kırıklığına dönüşür. Bundan dolayı kendini yenik ve kısmen de suçlu hisseder. Bu arada yıllarca emek verdiği okul tarafından da hakkının yendiğini görür. Bu durum onu istifaya kadar götürür. Ancak yıllar boyu her birine çok değerli şeyler katabildiğini gördüğü öğrencileriyle yaşadığı bir olay ona şunu söyletir; ‘’Anladım ki insan tek bir hatası veya tek bir doğrusu ile ölçülemezmiş. Bazen bir hataya veya bir doğruya takılıp kalmak, daha önemli olan birçok şeyin gözden kaçmasına neden olabilirmiş.’’ Ve okula, ona ihtiyacı olan yeni çocuklarla buluşacağı yere geri döner.
İnsanın en olgunlaştırıcı deneylerinden biri çocuk sahibi olmak veya akıl ve gönül mirasınızı aktarmaya çalıştığınız birilerinin sorumluluğunu almaktır. Öğretirken öğrenir, yontarken yontulursun… Çocuklarınız veya yetiştirdiğiniz insanlar, sizin kusursuz olmanızı beklemezler. Özü-sözüyle bir, sevgi dolu, erişilebilir, hataları ve eksikleri konusunda dürüst ve kalbine sadık kalabilen biri olduğunuzu görmek isterler. Bu onlara, kendi kalplerine sadık kalmak için cesaret verir. O zaman onlar da hata yapabilirler. Ama doğru olduğunu bildikleri yola her zaman geri dönebileceklerinin farkında olurlar.
Yani öğretmek aslında sadece yola ışık tutmak ve yürümeye başlayan birinin yoluna gölge etmemek için kenara çekilmektir. Yolun geri kalanını herkes kendi başına bulur.
Işık garip birşeydir. Işığı bir kez tanıdıysa kalbin, arada bir karanlığa gömülse bile, ışığın
anısı seni çağırır. Ve bir hüzmesini görmek bile seni özlemle – tıpkı yuvana çeker gibi – kendine doğru çeker. Ama ışık öyle bir zenginliktir ki; o elde edilemez, ona sadece teslim olunur…
Dünyanın en güzel teslimiyetlerinden biri, boş gururunu yenip vicdanına, kırgınlık ve kızgınlıklarını yenip inancına sarılma anındır. Ruhunun sana fısıldadığı gerçeğin önünde diz çökme anındır. Buruk ama tatlı bir teslimiyettir. Küçüklüğünü idrak ederken büyürsün. Kocaman olursun birden… Sen diz çökerken, gerçek benliğin ayağa kalkar!
Bu zor bir seçimdir. Ve seçim anı yapayalnız bir andır. Sen ve sen! İnsan böyle anlarda
– ne koltukların, ne şehirlerin, ne insanların – sadece kalbinin imparatoru olabildiğini anlar. Bu yüzden gerçek imparatorların hepsi yalnızdır!
Kendiyle yalnız kalmaya cesaret eden bir insan, her yerde ve her durumda yalnız olmaya cesaret edebilir. Yanılgı, yenilgi, kayboluş uçurumlarından geçmiştir ve bunların hiçbirinin son olmadığını bilir. Ve hatta en güvendiklerinin seni çaresiz ve desteksiz bırakabildiklerini, daha da ileri gidip en zor anında sana sırt çevirebildiklerini görmeye katlanabilir.
Çünki imparatoru olabildiğin bir kalp seni asla yalnız bırakmaz…