Bugün 40 yıldır bu dünya üzerinde olmamı kutluyorum ve babamın henüz 40’ı çıkmadı. Bu da doğumla ölümü birlikte düşünmeme neden oldu. Yine bildiğimiz birşeyi idrak ettim anlayacağınız 🙂 Bu dünyada aslında devamlı doğuyoruz ve ölüyoruz ve gün geliyor bu dünyada ilelebet ölmeyi tercih ediyoruz ve başka bir dünyaya doğuyoruz. Hiç düşündünüz mü sizi oluşturan sperm ile yumurta birleşirken belki de başka bir boyutta sizin giden ruhunuz için ağlayan bir sürü insan var. Anneniz hamileyim diye sevince boğulurken sizin bir önceki hayatınızın 40 gün duası okunuyor ve sizi sevenler ağlıyor oluyor. Ölüm ve doğum o kadar iç içe ki. Ama kültürümüzde doğum kutlanılan sevinilen bir durum iken ölüm ise tam tersi. Biri öldüğü zaman gerçekten kime ağlıyoruz biz? Gidene mi? Yoksa kendimize mi?

Doğum günleri benim için de çok kutsal, çok mübarek günlerdir. O gün ben var olmuşum. Var mı ötesi? Tabii ki doyasıya kutlanmalı; o gün insan şımarabildiği kadar şımarmalı 🙂 Bu dünyadaki mevcudiyetine değer vermeli, mutlu olmalı var olduğu için. O yüzden de hiç bir doğum günümü es geçmedim. Bazen büyük partilerle bazen ufak kutlamalarla hep kutladım. Hiç birinde aman 25 oldum 35 oldum gibi bir düşünce de aklımdan geçmedi. Her yaş ayrı güzel. Ayrıca bence insanı olgunlaştıran yıllar değil deneyimler.

Ölüme gelince ilginçtir ben çocukluğumdan beri hiç ölümden korkmadım. Belki de çocukluğum hep yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide geçtiği içindir. Modern tıbba ve zamanın doktoralarına göre benim yaşamam mucizeydi. Oysa bence sebebi benim hep yaşamı seçmiş olmam. Size belki tuhaf gelecek ama bir ruhun bu dünyadan ayrılmasının seçim olduğuna inanıyorum. Tabii bu seçim bilinçli veya bilinçsiz; çoğunlukla da bilinçsiz oluyor. Bilinçsiz derken ya daha önceden kabul ettiğimiz kontrat gereği ya da bilinçaltı etkenleri kastediyorum. Hastalıkları yaratan zaten bizler değil miyiz? O yüzden de bir ruh gitmeyi seçtiyse buna saygı göstermekten başka yapılabilecek birşey olduğunu sanmıyorum. Tabii bunu şu anki İdil söylüyor. Eskiden kendi ölümümden korkmamakla birlikte sevdiğim birinin ölmesinden çok ama çok korkardım.

Küçük bir çocukken ölümden korkmaktan çok ölümden sonra ne olduğunu merak ederdim. 8-9 yaşlarındayken elime bir bıçak alıp saatlerce düşündüğümü bilirim. Şimdi ben bıçağı alıp kalbime saplarsam ölürüm. Peki sonrasında ne olur? Ölüm neden bu kadar kolay? Gerçekten bir son mu? Evet tuhaf bir çocukmuşum kabul ediyorum 🙂 Ama çocuk aklımla bile hiçbir zaman ölümün bir son olduğunu düşünmedim. Sonrasında ne olacağını merak ettim ama bu merak hiçbir zaman yaşama sevgimin de önüne geçmedi.

Doğumumdan itibaren bütün çocukluk dönemim hastalıklarla geçti. Zaten zor bir doğummuş. Bulunduğumuz şehirdeki doktorlar oradaki olanakları yetersiz gördükleri için annem beni doğurmaya Ankara’ya gitmiş. Sonrasında da devamlı hastalık, ateş. Çikolata, dondurma nedir bilmeden büyüdüm. Ve bu bende öz disiplini geliştirdi. Başımıza gelen her şey bizim iyiliğimiz için. Eskiden çok isyan ederdim. Herkes sağlıklıyken ben neden bunları çektim diye ama şimdi anlıyorum hepsinin sebebini. Neyse konumuzdan sapmayalım 🙂 Doğum günü pastalarım bile etimekten yapılırdı. Bu durumda tahmin edersiniz ki aşırı zayıf bir çocuktum. O zayıflıkta bir de dizanteri olunca doktorlar benden ümidi tamamen kesmiş. Annem saçında beyazların ilk o gün çıktığını söyler. Ama hep anlattığı başka bir olay daha vardır. Hayata ne kadar tutunduğum. Hastanedeyken anneler çocukları soyar; doktorlar gelir muayene eder; doktorlar gittikten sonra da anneler içeri girip çocukları giydirirmiş. Annem benim yanıma gelene kadar ben çoktan kendi kendime giyinmiş olur anneme “Bak ben kendim giyindim; demek ki iyileştim. Hadi çıkarsınlar beni artık dermişim” 🙂 Hastanede benim yan yatağımda yatan çocukların çoğu gitmeyi tercih etti. Annem, kıyamam, hep “Sen uyurken iyileşti. Seni öptüğünü söyledi ve gitti” falan derdi. Ben içten içe bilirdim farklı bir yere gittiğini ama sadece gitmeden göremediğime üzülürdüm.

İşte bir ruh gitmeyi tercih ettiği zaman aslında üzüldüğümüz konu da bu. Hep onunla yaşamak istediğimiz bir şeyler eksik kalmış oluyor. Ya söylemek istediğimiz söz, ya doyasıya sarılamamış olmak, çıkılamamış bir yemek, gidilememiş bir tatil…Yani eksik kalan “an”lar, anılar. Bazı kültürlerde gidenin ardından ağlamak yerine toplanılıp onunla paylaşılan anlar anlatılılırmış. Herkes bir anısını anlatır birlikte bazen güler bazen duygulanırlarmış. Bana bu bizim yaptığımızdan çok daha anlamlı geliyor. Önemli olan anı yaşamaksa, yaşayamadıklarımıza üzülmek yerine yaşadıklarımıza sahip çıkmak; onları hatırlamak; yad etmek. Kalan anlarımızı da üzülerek geçirmek yerine halen yanımızda olanlarla paylaşarak geçirmek. Çünkü bir gün onlar da gidebilir ve bu sefer de onlarla eksik kalan anlarımıza ağlarız ve bu bir kısır döngü şeklinde devam eder. Biliyorum hiç bir zaman bir insanla her istediğimizi yaşamış olamayız. 100 yaşına kadar da yaşansa hep daha yaşanılabilecek nice anlar kalır. Ama en azından yaşayabildiklerimizin kalitesini artırabilirsek sonradan duyacağımız pişmanlıkla karışık üzüntünün azalacağına inanıyorum.

Evet ben 40. doğum günümü babamla kutlayamadım; hep planladığımız baba kız gecesini yapamadık; benle ilgili en büyük dileği benim doçentliğimi, profesörlüğümü görmekti olmadı; dede olmak istiyor muydu hiç söylemezdi ama istiyorduysa olamadı ve daha neler. Bu şekilde bakarsam hem üzülerek kendimi hasta ederim hem de halihazırda yaşayabileceğim bir sürü “an”ı kaçırmış olurum. Dizilerde baş rol oyuncularından biri diziden ayrılmak istediğinde dizi gereği onu öldürüp senaryoyu güncellerler. Bir ruh da hayatımızdan ayrıldığı zaman bizim hayatımızı güncellememiz gerekiyor. Kolay olduğunu iddia etmiyorum ama acıdan beslenmeye çalışmak emin olun uzun vadede çok daha zor.

Babam 40. doğum günümde yanımda olamadı ama geçtiğimiz 39 doğum gününün çoğunda ya yanımda ya da bir telefon uzaklığındaydı. Birlikte nice güzel, gergin, acılı, eğlenceli “an”larımız oldu. Belki şu an yeni doğmuş bir bebek bedeninde ya da başka bir boyutta veya dünyada. Nasıl su değişik formlar alabiliyorsa enerji için de aynı şey geçerli. Her şey enerji olduğuna göre babam da su an bambaşka bir formda bu dünyada ya da başka bir yerde olabilir. İşte bunu bilmek; onun yepyeni bir başlangıç yaptığını hissetmek sizi bilmem ama beni çok heyecanlandırıyor. İçim acımıyor dersem yalan olur; acıyor elbet hem de çok acıyor. Ama babam benim ve kardeşimin ağlamasına hiç dayanamazdı. Bazen kendi ağlattıysa bile hatası varsa gelip özür dilerdi. Henüz yeni bir form almadıysa ve beni görüyorsa onu üzmek istemem. Onun için de kendimi bu yazılarla ifade edip içimdeki acı enerjisini atmaya çalışıyorum. Paylaşmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim.

İdil Göksel