Müziğin ardında, ancak ‘rezonans’ diye tanımlayabildiğim birşey saklı. Tek bir notanın içinde dahi birçok başka nota saklı aslında. Müziği gerçekten anlayabilmek için ilk notaya kadar geri gitmek gerek. Ve bundan önce notanın ne olduğunu anlamak gerek.

Nota bir titreşimden başka birşey değildir. Herhangi bir enstrümanın telini ele alalım… Bu tel belli bir zaman periodunda (diyelim ki bir saniyede) kaç kere titreştiğine göre değişik bir ses verecektir. Eğer daha az sayıda titreşiyorsa daha kalın bir nota, daha çok sayıda titreşiyorsa daha ince bir nota olarak duyulacaktır.

 

Bir gitarı akord ederken, tellerin saniyede kaç kez titreşeceğini ayarlamış oluruz. Gerilen teller daha fazla, serbest bırakılan teller daha az sayıda titreşir.

Konuyu daha iyi anlamak için, benzinle çalışan bir jeneratörü ele alalım. Bu jeneratör ilk çalıştığında saniyede 5-6 kez ‘tak! Tak! Tak!’ sesi çıkarır. Derken, 3-4 saniyede bu taktaktaktak vuruşları hızlanır hızlanır ve belli bir notaya kadar yükselir. Artık jeneratörün hızına bağlı olarak tek bir nota duyarız. Aynen bir fotoğraf karesinin hızla akıp film haline gelmesi gibi… Fotoğraf karesi tek vuruştur. Duyduğumuz sürekli nota ise akan filmdir.

Doğanın her yerinde olduğu gibi, notalarda da sonsuz devinim vardır. Ve bu devinimi parmaklarımızın ucunda bile yakalayabiliriz… Parmağımızın ucu ile tahta bir masaya vurup tek bir ‘tak’ sesi çıkarttığımızda, bu ses aynı anda hem çok kalın, hem de çok ince bir sestir. Çünkü, tahta masanın sıkı gövdesi (çok gerilmiş bir tel gibi) o anda o kadar sık titreşir ki, çıkan notayı kulağımız sadece bir ‘tak’ olarak algılar… Buna karşılık, masaya sürekli bir şekilde saniyede 40.000 kez tak diye vurabilseydik, ortaya bir başka nota çıkacaktı.

Yani notalar bir spiral gibi birbirinin ucuna eklene eklene devam eder sonsuza kadar. Herhangi bir nota, sonsuzlukta herhangi bir incelikte veya kalınlıkta olabilir; bu açıdan hiçbir notaya mutlak ince veya kalın denemez.

Saç kurutma makinasının içinde dönen parçaların dahi bir müziği vardır. O uğultuya, gürültüye karşı kendimizi duyarsızlaştırabilirsek, hareketli ve iletişim halindeki parçaların arasında tanrının insanın duymasına izin verdiği notaları duyabiliriz. Gerili herhangi bir teli (gitar teli olabilir) çekip bıraktığımızda duyduğumuz sese karşı kendimizi duyarsızlaştırabilirsek, o sesin uyumlu bütün rezonanslarını tek bir ezgi halinde duyabiliriz. Bütün bir şarkıyı tek bir anda dinleyebiliriz.

İnsan yapısı enstrümanların rezonansı da doğadaki rezonansın birebir aynısıdır. İnsanın yaptığı hiçbirşey doğanın dışında değildir çünkü yaptıklarının malzemesi doğadır.

Gelelim yaratılan ilk notaya… Evren yaratılmadan önce, titreşen hiçbir nota yoktu. Derken, birşey oldu ve mutlak durgunluktaki ilk hareket meydana geldi. Notalar vuruşlardan oluşuyor demiştim hatırlıyor musunuz? Bu ilk hareketi, ‘göreceli olarak’ vuran nesnenin ‘göreceli olarak’ vurulan nesneye ilk kez çarpması olarak düşünebiliriz… Bu ortaya çıkan ilk ses, tıpkı parmağımızla masaya vurup çıkarttığımız ‘tak’ sesi gibi, aynı anda sonsuz inceliğe ve kalınlığa sahipti. Yani bütün müziğin tamamını içinde barındırıyordu. Bu şekilde, kozmik anlamda, müziğin tamamı bir anda yaratılmış oldu tek bir vuruş ile… Daha sonra bu vuruşun etkisiyle, vurulan parça gidip bir başka parçaya çarptı ve vuran rolüne soyunmuş oldu… Ortaya bir ses daha çıktı… Ve bir vuruş daha… Ve bir vuruş daha…

Bu vuruşlar bir araya geldikçe, ‘tak tak tak tak’ diye başlayıp sonradan nota halinde ses çıkarmaya devam eden bir jeneratör gibi, çeşitli sesler çıkarmaya başladılar. Vuruş hızlarına göre çıkardıkları sesler de değişiyordu. İşte, belli sınırlar çerçevesinde birbirlerine vurmaya devam eden parçalar, ‘rezonans’ adını verdiğimiz uyumlu sesler bütününü çıkartmaya devam ettiler. Rezonansı, küçük büyük, anlamlı anlamsız her doğal seste bulabiliriz. Buradaki esas önemli nokta notalar değil ama… İlk hareketi, yapılan ilk vuruşu ortaya çıkaran şey neydi? İşte soru bu… Cevabı ise insanın içinde yatıyor…

Kabaca bir yaklaşımla jazz teorisinde “mixolydian” adı verilen gama karşılık gelen rezonans, insanın kendi içinde saklı bulunan tanrısal sevgi ve mizah duygusunu da titreştirmeye başlar. Eğer bu rezonans evrenin küçük bir modelini içinde taşıyan insanda sevgi ve mizah duygusunu uyandırıyorsa, o rezonansı ortaya çıkaran ilk duygu da sevgi olmalı.

Bir saç kurutma makinasında, benzinle çalışan jeneratörde, her yerde aynı rezonans vardır… Peki, insanın icra ettiği müzikte rezonans yok mudur? İnsanın icra ettiği müzikteki her bir nota, titreştiği süre çerçevesinde kendi rezonansıyla kendi evrenini yaratır ve kesildiği anda da yok eder. Ama insanların dinlediği anlamda ‘müzik’, notalara birer birer dikkat etmeyi bir kenara bırakarak, onları hep bir arada algılamak ve algılanan aralıkları duygulara dönüştürmek şeklinde vuku buluyor.

Peki bu kötü birşey mi? Bir ağaç ustasının korkusunu ifade etmek için ahşap bir aslan yapması ne kadar kötüyse, sevgilisinin ölümü üzerine ağıt yakan birinin nota titreşimlerini manipule ederek şarkı yazması da o kadar kötüdür. Ya da bir ressamın sevdiği kadının resmini yapmak için doğada bulunan (gökkuşağı) renk özünü tuval üzerinde manipule etmesi ne kadar kötüyse, bir ozanın sevdiği kadını anlatmak için doğada bulunan (rezonans) notasal özü sazı üzerinde manipule etmesi o kadar kötüdür.

İnsan tarafından icra edilen ‘müzik’lerin büyük bir kısmı, notalardaki ışığın kopyasının kopyasının kopyasının kopyası sadece… Manipule edilmiş ve farklı bir şekil verilmiş bir özden fazlası değil. Kutsal bir kitabın sayfalarından bir mabet yaratmak gibi… Oysa oradaki tek bir sayfa bile, mabedden çok daha fazla ışık taşır. Aynı şekilde, ‘şarkı’ diye dinlenen nota kalabalığının tek bir notası bile, doğru dinlendiğinde, bütün şarkıdan daha fazla ışık taşır.

İnsan müzik konusunda da her konuda yaptığı şeyi yapar: ‘manipule eder’. Ağaç oymacılığı yapan bir heykeltraş, ona verilen ahşabı ilk yaratıldığı formundan çıkarıp, kendini ifade etmek için kullanır. Burada sihirin azalması veya çoğalması söz konusu değildir. Sadece, farklılaşır. İlk yaratıldığı formun dışında ifade bulur. Heykeltraşın sınırları çerçevesinde birşey ifade etmeye başlar. Müzik konusunda da aynı şey geçerlidir. Bir müzisyen, kendisine verilen özü (rezonans) manipule ederek kendi sınırlılığı içerisinde bir başka ifadeye dönüştürür.

Şarkılardaki hüzün, korku, fanatizm, aşırılık, duygusallık, romantizm gibi ifadeler, tanrının yarattığı özün insan tarafından zorlanması (olmasına izin verilmeden kontrol altına almaya çalışılması) ve manipule edilip ifadeye dönüştürülmesi sadece… Evet ışıksal ifadeden birşeyler kaybediyor belki insan için; ama bu yine de kötü birşey değil. Çünkü ifade etmek ve deneyimlemek için varız.

Tanrıya giden birden fazla yol vardır. Notaları tanrının koyduğu sırada sevgi ve mizah var gerçekten. Huzur, hız, sınırsızlık var. Korku barındırmayan bir mizah var. Ve bu, sadece sınırlı insan algısının algılayabildiği kadarı. Daha fazlasını duymaya insan dayanabilir miydi bilmiyorum. Tanrının notaları yaratış biçimini anlayıp hissettikçe, içimizdeki sevgiyi ve mizah duygusunu da hissetmeye başlarız. ‘Rezonans’, kendi içimizde saklı bulunan tanrısal sevgi ve mizah duygusunu da titreştirmeye başlar.

Tanrı parmaklarımızın ucunda bile saklıdır… Masaya vurun ve görün…

Kerem Köseoğlu