“Bahar geldi gül açıldı/ Gönlüme neşe saçıldı/ Mavi gözlü sarışın kız/ Gel gidelim adaya biz…” dizeleriyle başlayan o eski şarkıyı çoğumuz biliriz. Nasıl da neşeden ve aşktan bahseder tatlı tatlı. Bir de, “ada”dan söz eder. Baharın en güzel yaşandığı yerlerdir Adalar. Sit Alanı ilan edilmiş olmaları onların şansıdır adeta.

 

Benim tüm çocukluk yıllarım mayıs sonunda başlayan ve eylül sonu, hatta bazen ekim ortasına dek süren yaz tatilleri boyunca Büyükada’da geçti. Bu nedenle olsa gerek, “ada” deyince aklıma hep “Büyükada” gelir. İçim sıcacık olur, gönlüme neşe saçılır. Yazın çok keyiflidir Büyükada’m. Kışları nasıl olduğu yazlıkçılar pek bilmezler. Ben severim. Kar yağar, evden dışarı çıkarsınız. Yürümeye başlarsınız. Arkanıza dönüp baktığınızda, sadece sizin ayak izleriniz vardır yolda. Bir yalnızlık duygusu kaplarsa da içinizi, birden bir “fetih” duygusu kaplar benliğinizi. Sanki ıssız bir yeri keşfedip, fethetmişsinizdir. Kış ortasında “ağaç elementi” etkisini böyle yaratır işte Adalar. Yine de baharın tadı bir başkadır.

 

İki çeşit “adalı” vardır. Daima kalanlar (kışlıkçılar deriz biz onlara) ve yazın tatil zamanı gelenler (yazlıkçılar derler kışlıkçılar bize). Uzun, soğuk, kasvetli ve karanlık kış günleri geride kaldığında, yazlıkçıların içindeki özlem de başlamıştır kıpırdanmaya. Onlar hiç bitmeyen bir sabırla beklerler baharı.

 

Hava ılınır ılınmaz, hemen hazırlanır, Bostancı Vapur İskelesi ya da Kabataş Deniz Otobüsü önündeki gişelerde uzun kuyruklar oluşturur ve neredeyse hiç bitmeyen bir çocuksu coşkuyla yola koyulurlar ilk fırsatta. Adaya erken gitmek gereklidir. Çok saat geçirebilmek, en fazla dostla karşılaşabilmek umuduyla erken çıkılır yola.

 

Nihayet iskeleye ayak basılır. Bir coşku, bir heyecan… Dışarıdan gören, kişinin ilk ada turu sanabilir kolaylıkla. Oysa, benim gibiler için, her geliş ilk seferdir adeta. Aylar sonra yeniden kavuşulmuştur eski sevgili Büyükada ve birlikte büyünmüş onca dosta. Baharın da etkisiyle neşe saçılmıştır sağa sola.

 

Şöyle Nisan 15 gibi erken saatlerde Büyükada’ya gidip, Vapur İskelesi’nden ileriye Saat Meydanı’na doğru yürürseniz burnunuza ulaşan Manolya ile karışmış börek kokusuna dayanmanız olanaksızdır. Tam karşıdaki pastanenin önünde oturmuş çay, kahve, taze sıkılmış meyve suyunuzu yudumlarken, önündeki ardındaki masalara da laf atıp kahkahalar içinde gülen insanlarla karşılaşırsınız. Hemen her birinin önünde börek vardır ve yediklerinden keyif aldıkları açıkça bellidir.

O güzelim Manolya karışık börek kokusunun büyüsüne kapıldığınızdan, siz de o pastaneye doğru seğirtip, oturacak bir yer ararsınız. Bulamazsınız. Her yer doludur. Sonra oturanlardan biri fark eder sizi. Yerinden kalkar, diğer arkadaşlarının iskemlelerini birleştirip aralarına oturur, size kendi iskemlesini verir. Siz daha teşekkür etmeye fırsat bulamadan, servis görevlisini çağırıp “izninizle size çikolatalı börek yemenizi önereceğim, böylesini başka yerde yiyemezsiniz” der, çoğu zaman yanıtınızı bile beklemeden siparişi sizin adınıza veriverir kaşla göz arasında.

 

Böreğiniz ve çayınız geldiğinde anlarsınız konuksever adalının ne kadar da haklı olduğunu. “Çikolatalısını istemem, ben tuzlu severim” derseniz üzülmeyin, sizin için de patlıcanlı böreklerimiz var ki, değmeyin ağzımın keyfine dedirten cinstendir. Ben kendimi bildim bileli aynı formülle yapılıyor bu börekler. Başka hiçbir yerde bulamazsınız bu lezzeti. (Oradan ayrılmadan önce, tezgaha uğrayın ve kendinize bir adet çavdar ekmeği alın.)

 

Sırtınızı pastanenin duvarına dönüp, az ileriye, meydandaki saatin soluna doğru uzanırsa bakışlarınız, ortalığın oldukça kalabalık olduğunu fark edersiniz. “Hafta sonu bile değilken nasıl olup da bu kadar kalabalık ortalık” diye şaşırabilirsiniz. Adalılar bunlar, bahar gelip de “Ağaç Elementi” yükselmeye başladı mı, tutamazlar kendilerini. İlk güneşin olduğu gün işyerlerinden çeşitli bahanelerle izinler alıp, ertesi gün sevgililerine kavuşmaya koşarlar. Kimsenin hafta sonuna kadar sabretmesini beklemez o eski dost, Büyükada. Açar kollarını ve dayanılmaz güzelliklerini yeniden duyumsamanızı sağlarcasına uzatır onları ileriye doğru, bulunduğunuz yer neresiyse, oraya dek o kollar ve içine davet eder sizi sevgiyle. Bu daveti hissettiniz mi, artık susturamazsınız içinizdeki özlem sesini, durduramazsınız sevgiliye, bahara ve dolu dolu, buram buram hissettiğiniz çam ağacı kokusuna olan arzunuzu.

 

Ağaç Elementi, her mevsim,  her gün saat 06:00 –12:00 arasında yükselirse de, asıl güçlü etkisini baharla birlikte hissettirmeye başlıyor. Nevruz’la birlikte yükselmeye başlayan etki, haziran ortalarına dek sürüyor. İnsanların bahar geldiğinde daha neşeli, daha canlı olmaları, aşkın bu zamanda aniden ortaya çıkması bir rastlantı değil. İçimizdeki yang enerji uyarılıp hareketlendikçe, biz de daha aktif olma gereksinmesi duyuyoruz. Adayı, Belgrad Ormanları’nı, Neşet Suyu’nu ya da bulunduğumuz şehirlerdeki diğer mesire yerlerini anımsayıp, oralara koşmak istiyoruz.

 

Bu arada unutmadan söyleyelim. Bahar ayları, karaciğer ve safra kesesi sorunlarıyla ilgilenmek için en uygun zamandır yıl içinde. Karaciğer, ağaç elementi enerjisinin depolandığı organ olup, safra kesesi de onun eş uzvudur ve onun içinde depolanan enerjiden beslenir sürekli. Yine  karaciğerde depolanan ağaç elementi etkisi altında olan gözler, kaslar, tendon bağları, başımızda ve ensemizin iki yanındaki ağrılar, migren, yüz sinirleri sorunları, yüksek tansiyon, aşırı cinsel dürtü ve abartılı cinsel yaşam, aşırı sancılı adetler, sakarlıklar ve bağımlılıklar ile mücadele etmek için de Ağaç Elementi’nin yükseldiği bu zaman diliminde çözüm aramak, doğadan her zamankinden daha fazla destek almamıza yardım edecektir. Neyse ben şimdi tüm mesire yerlerini ve tıbbi açıdan irdelemeye zamanımın yetmeyeceği ağaç elementini bir kenara bırakıp, yine sevgili ada’ma döneyim izninizle. J

 

Adadasınız, bahar aylarındasınız, kaslarınızda uyuşukluk, yorgunluk var. İşte size en doğalından üstelik kesin etkili süper bir ilaç tarifi. Binin bir faytona, sürücüye “Lunapark Gazinosu” deyin. Küçük ve Büyük Ada Turları’nın atları dinlendirme durağına kadar getirir sizi. O koca meydanda, az ileride demirlerle çevrilmiş neredeyse kare şeklindeki alanda göreceğiniz yemlenerek tembellik yapan merkepleri de kullanabilirsiniz bundan sonraki kısım için. Yine de madem kaslarınız zayıf, ben yürümenizi önereceğim. Sonuna geldiğinizde, uzun süre kas zayıflığından söz etmeyeceğiniz bir yol duruyor tam önünüzde. Uzun ve oldukça dik bir yokuş bu. İnanın iyi gelecek bu yolda yürümek yorgun adalelerinize. Merak etmeyin, yolu şaşırmanız olası değil. O koskoca alanda, yukarı doğru olan iki yoldan biri bu. Tam Lunapark isimli gazinonun yanında başlıyor. Diğer yukarı doğru olan yol, tam arkanızda kalıyor. Belki onu görmezsiniz bile.

 

Azıcık toplayın cesaretinizi ve yola koyulun. Yavaş yavaş tırmanın, nefes konusunda dikkatli olmazsanız, yarı yolda nefessiz kalabilirsiniz. Yanlış anlamayın, “kaslarınız düzelecek derken, akciğerlerinizde sorun çıkacak” demek istemiyorum. Aksine çevredeki çam ağaçlarının sayesinde havada belki de uzun zamandır karşılaşmadığınız bollukta oksijen olduğunu ayrımsayacaksınız (üstelik Adalar İlçe sınırları içinde, belediye ve güvenlik güçleri dışında hiç kimse motorlu kara taşıtı kullanamıyor).  Ancak bu oksijeni bedeninizin derinliklerine gönderecek kadar derin nefes almalısınız, aksi halde tıkanırsınız demek istiyorum. Ne yazık ki pek çoğumuz hem hızlı adımlarla hem de yokuş yukarı yürürken derin nefes alıp bedenimizi oksijenle doldurmayı bilmiyoruz .

 

 

Yolda yanınızdan geçen insanların ayaklarına bakın. Pek çoğunun ayakkabısız olduğunu görüp şaşıracaksınız. Bilin ki onlar adak adamış ve dileklerinin gerçekleştiğini görüp geri gelmişlerden bir kısımdır. Yok yok! Onlara gülmeyin öyle kıs kıs… Hele bir yukarıya ulaşın, göreceksiniz ki sizin de içinizden adak adamak gelecek, hiç böyle inançlarınız olmazsa bile.

 

Yukarıya yaklaştıkça, manzara da değişecek haliyle. Sağınızda sert kayalar ve solunuzda, ormanın sık ağaçları arasından süzülüp gelen pırıl pırıl bir Marmara görüntüsüyle karşılaşacaksınız az sonra. Belki de durup hayran hayran seyrederken çevreyi, unutuvereceksiniz kaslarınızı ve diğer sorunlarınızı. Ayaklarınız da, bacaklarınız da dinlenecek bu güzelim manzara karşısında. Denizden gelen tatlı esintinin taşıdığı “su elementi”, ormandaki ağaçları daha da besleyeceğinden, iyice yükselecek olan “ağaç elementi” ve ortaya çıkan yoğun oksijenin de etkisiyle kaslarınız güçlenmeye başlayacaklar.

 

Birkaç adım daha atacaksınız güvenle. Manzara yeniden değişmeye başlayacak. Belki de sağ tarafınızdaki sert kayaların arasından fışkıran sanki “al beni kullan… dilek ağacı yap beni…” dercesine boyunlarını eğmiş gibi duran dallara bağlanan çaputlar çekecek dikkatinizi. İçinizden bir ses “keşke ben de bir çaput getirseydim” derken, öfkeyle susturmaya çalışacaksınız o sesi. Siz öyle dileklere, çaputlara bel bağlayacak insan değilsiniz ya! Başınızı hemen diğer tarafa çevirip, bu düşüncenizden utanç duyduğunuzu bile unutmaya çalışacak, bunu unutturacak bir manzara arayışına gireceksiniz.

 

(Ben küçükken, daha çok adanın yerlileri ve Hıristiyan asıllı insanlar ile turistler gelirdi burayı ziyarete. Şimdi Türkiye’nin her yerinden insanlar geliyor. Bu ağaçlardaki çaputlar ancak son 10 yılda görülmeye başladılarJ. Bu da bizim halkımızın gerçeği ve ben Şamanik bilgiyle baktığımda bu resmin arkasını da görebiliyorum. Oraya bir bez bağlamak, evrensel yaşam enerjisine “senin farkındayım ve benim de …… şeklinde bir isteğim var, sen de onun farkında ol” demek anlamı taşıyor bana göre).

 

Sol yanınızda Marmara Denizi iyice parlamaya başlamışken, tam karşıdan size neredeyse gülümseyerek bakan adayı fark edeceksiniz. Üzerinde toplu yaşam olan tüm Prenses Adalar’ı arasında, en küçük ve en bakir olan Sedef Adası (Kaşık Adası’nda da yaşam var ama bu tek ailelik bir yaşam) ışık getirecek birden yüzünüze. Kıyısındaki irili ufaklı teknelere bakıp birini seçecek ve “keşke orada, o teknede olsaydım” diye geçireceksiniz belki de içinizden. Ama olmaz! Sizin kas sorununuz var. Size “ağaç enerjisi” gerekiyor. Denizde ağaçtan daha çok “su enerjisi” var. Evet su ağacı besler de, siz zaten kıştan, su elementi’nin tavan yaptığı mevsimden yeni çıktınız. Şimdi tüm bir kış boyunca biriktirdiğiniz enerjiyle içinizdeki ağacı büyütme zamanınız geldi.

 

Durun biraz daha soluklanın. Bırakın kaslarınız daha da gevşesinler. Tıpkı rüzgar önünde eğilen ağaç gibi olun. Esnek ve dayanıklı. Sertleşip katılaşırsanız, kaslarınız da sizin zihninize uyar, sertleşip katılaşmaya devam ederler. Rüzgarın önünde eğilemeyen palmiye ağacı gibi kökünüzle birlikte yerinizden çıkıp devrilmek istemeyenlerinize önerim, esnemenin gücünü keşfetmenizdir.

 

Başınızı yine sağ tarafa çevirirseniz, İçinizdeki “çaput gerek, dileğim var” diyen o ses daha da güçlenebilir. Sizin durumunuzda olup, oraya daha önce gelenler, çaput getirmedikleri için hayıflanmaktan yorulunca, dallara su şişelerini ya da meyvelerini taşımak için getirdikleri poşetlerin orasını burasını yırtıp asmışlardır, onları ayrımsarsınız birden. Yine de sesi susturup yola devam edebilirsiniz sabırla.

 

Şimdi artık zirveye hazırsınız. Belki ayrımında değilsiniz ama, yine de kaslarınızda belirgin bir güçlenme oldu ve siz daha sağlam adımlarla yola devam ediyorsunuz. Birkaç 10 adımdan sonra nihayet tepeye ulaştınız.

 

Karşınızda meşhur Aya Yorgi Kilisesi’nin büyük siyah girişi var. Sağındaki gümüş renkli kapı zaten kapalıdır. Anlarsınız ki ana kapı, sol yanda duran siyah, demir parmaklıklı ve gerçekten de güzel olanıdır. İsterseniz hemen dalabilirsiniz içeriye. Kapıdan girer girmez, yanan yağ ve mum kokusuna karışmış günlük tütsüsünün etkisiyle bambaşka bir dünyaya doğru yolculuk edeceğinizden hiç şüphem yok. İçerinin loş –hatta karanlık- havası da bu kokuyla birleşince, kim olursa olsun giren kişi, ortamın mistik havasına bürünmeden edemiyor. Bundan gerisi kişiye ve aldığı eğitime bağlı. Kimi gelip iki rekat namaz kılıyor, kimi kilisenin başpapazından kutsanma istiyor, kimi eski ve paha biçilmez ikonaları uzun uzun inceleyip, tefekküre dalıyor. 

Belki de hemen bu havaya girmek istemezsiniz. Öyle ya! Her yerde baharın etkisi hüküm sürerken, saat de oldukça ilerledi ve ortalık iyice ısındı. Onca yokuşu tırmandıktan sonra, susadınız ve hatta acıktınız bile. Tamam o zaman. Solunuza dönün ve karşıya bakın. Oradaki ahşap binayı gördünüz mü? Orası kilisenin ziyaretçilerine hizmet eden lokanta. Birkaç adım daha ve hemen önündesiniz. Yok içeriye girmeyin. Orada oturacak masa bile yok zaten. Sadece bir mutfak var ve çok da karanlık üstelik. Ben bildim bileli orada çalışan aile artık yok. Yine de yeni gelen işletmeciler eski geleneği sürdürüyorlar. Siz kendinizi onlara gösterin ve arkaya oturmaya gittiğinizi söyleyin.

 

Eski ahşap binanın solundan dolanın ve kır kahvesi şeklinde düzenlenmiş, kara tahta masaların olduğu –açık- alana geçin. Hemen oturmayın. Orada manzara çok güzel bunu biliyorum. Yine de biraz seyredip, sağa doğru dönün ve ilerideki masalara doğru ilerleyin. Ta ki tam sağınızda, öylece orta yerde duran ve her an yuvarlanacakmış izlenimi veren koca yuvarlak kayayı görünceye kadar devam edin adım atmaya. 10 – 12 adım sonra dediğim yere varmış olacaksınız. Yüzünüzü yine solunuza döndürün ve oradan sağa doğru yavaş yavaş çevirin bedeninizi. Her 10 derecelik açıda değişen manzarayı izleyin. Hangi derecede, ne kadar beğendiğiniz manzarayla karşılaşırsanız karşılaşın, 270 derecelik dönüşü tamamlamadan, oturacağınız yön hakkında karar vermeyin.

 

Karşınızda güneşin doğuşu, batışı ve ikisi arasındaki her derecede ayrı bir büyülü görüntüsü olan eşsiz bir panorama var. Dilerseniz, kendinizi güneşin durumuna göre ayarlayıp, sürekli yer değiştirerek orada bir gün geçirin.

 

Bu yerin en önemli spesiyalitesi yıllanmış şarabıydı eskiden. Ne yazık ki, artık şarapları yıllandırmaya bile zaman bulamadan tüketiyorlar. Üstelik yapanlar da değiştiğinden, benim zafiyet geçirdiğim dönemde, kan yapsın diye her gün bir bardak içirdikleri o lezzetli şarap yok artık. Şimdilerde en güzel ve özel şey, orada yetişen tavuklardan aldıkları, günlük ve organik yumurtalardan yapılan hafif acılı çift yumurtalı menemen. Kendinize bir porsiyon menemen, bir porsiyon da sadece yeşil yapraklardan oluşmuş bir salata siparişi verin. Pastaneden alıp geldiğiniz çavdar ekmeğini menemene bandıra bandıra afiyetle yiyin (yerken beni de masanızda farz edin, anlatayım derken benim de ağzım sulandı).

 

Karnınız yemeğe, gözünüz manzaraya iyice doyduktan sonra, önce kilisenin içini gezin. Sonrasında ilk karşılaştığınızda kapalı olan ve ayazmaya indiğini hemen oracıkta inanların zorlayıcı önerileriyle öğreneceğiniz yandaki kapıdan girip, merdivenlerden aşağıya inin. Merdivenlerin son ikisine geldiğinizde, sol tarafınızda bir kapı göreceksiniz. İçerisi çok küçük bir kiliseye benzeyen bu yere girin ve benim için bir mum yakın. Her nedense orada ne zaman kendim için bir mum yaksam, içimi çok iyi hissetim ve kısa bir zaman zarfında, küçük bir sürprizle karşılaştım. Tamam canım, heveslendiyseniz bir mum da kendiniz için yakın J.

 

Oradan çıkın, basamakları tamamlayıp sağa dönün. Karşıdaki kuyuya bakmayın, içi neredeyse kuru artık ve kalan su da ayazmaya bile yetmediğinden, kapağı tamamen kapatılmış durumda. Sağa dönün birkaç adım atıp, kapının önünde tekrar sağa dönün ve ayazma binasına girin. İlk geldiğiniz alandaki ikonaları da izleyebilirsiniz. Bana kalırsa yine de önce kapının karşısındaki merdivenlerden aşağı tam ayazma suyunun  olduğu yere inin. Artık iyice azalmış olan suyun tek damlasını bile boşa akıtmamaya çalışarak, elinizi yüzünüzü, başınızın üst tarafını bu suyla ıslatın (isterseniz tam bir namaz abdesti alın, ama yine de boşa su akıtmamaya özen gösterin). Suyu bedeninize sürerken, inanmasanız da, “bu suyun enerjisi bedenimdeki ağaç elementini besliyor ve destekliyor, karaciğerim ve kaslarım şifa alıyor” şeklindeki bir olumlama tümcesi, asıl amacınıza bir adım daha yaklaştırabilir sizi (bilinçaltınıza bu su bana iyi gelecek mesajı vermenin ne zararı olabilir ki?).

 

Yukarı kata geri dönün ve oradaki alanı tavaf edin ve dışarı çıkın. Enerjiniz güçlendi ve zihniniz berraklaştı. Eminim bundan J.

 

Nasıl? Sizin de içinizden adak adamak geldi mi? Tamam o zaman. Tekrar girin kiliseye, kapıdan bir mum alın, parasını kumbaraya atın, girin içeriye ve yakıp adağınızı adayın. Ne kadar inanmazsanız da, bu güzel yere bir kez daha gelmenin kısmet olmasını dilemek de mi gelmedi içinizden?

 

Neyse içeriye girmek istemeyenlere, başka bir yol var. İnerken, yolun solunda kalacak olan ve insanlar tarafından çoktan “dilek ağacı” enerjisi yüklenmiş olan boynu size hizmete hazır hale yıllar önce gelmiş ağaçlara bir parça naylon bağlayıp, “yine gelmeyi” dileyin . Adak olmayınca bağlayıcılığı da olmaz, değil mi ya! Neyse biz kaldığımız yere geri dönelim.

 

Ayazma binasının ana kapısından çıktığınızda, kapı arkanızda kalacak şekilde durun ve sol tarafınıza bakın. Hemen birkaç adım ileride taşlardan örülü bir set göreceksiniz. Oraya doğru yürüyüp setin önünden aşağıya bakarsanız, daha önce orada yaşayıp ölmüş, aziz olduklarına inanılan insanların mezarlarını fark edeceksiniz. Bu mezarların her hangi bir enerjisel etkisi yok (en azından ben hissedemedim bu güne dek). Oraya bir turistik bakış açısıyla yaklaşın, enerjisiyle ilgilenmenize gerek yok bence. Sonra, mezarlar solunuzda kalacak şekilde karşı solunuza bakın. İleride bir yangın kulesi ayrımsayacaksınız. Oraya giden patikada kendini size gösterecek hemen kolayca. Oraya gidin ve olanaklar izin veriyorsa, tırmanıp çevreyi oradan izleyin. Tamam anladım, sizi oraya yollayan bana dua etmek isteği geldi içinize. Ekstra bir hayır duasının kimseye zarar vereceğini sanmıyorum, aldım sevgiyle kabul ettimJ. Yüce Yaratan sizden de razı OL’sun.

 

Şimdi yine kır kahvesinin olduğu yana gelin ve aşağılara, ağaçların arasına doğru yürüyün. Yine sakin ve derin nefesler alıp, ağaçların enerjisini içinize çekin. Derin birkaç nefes alın ve o enerjinin  ayak altlarınıza kadar indiğini imgeleyin. Oradan da daha aşağılara insin. Ta ki kendinizi ayak altlarınızdan Dünya Ana’nın kalbine, magma tabakasına bağlanmış hissedene kadar, nefes almaya devam edin. Yukarı gelin ve beğendiğiniz bir yerde biraz uyuklayınJ. Yeterince dinlenince kalkın ve denize dönün yine yüzünüzü.

 

Güneş ışınlarının deniz üzerinde altın ışıklar yarattığı saatlerde, sağınıza, Heybeli Ada tarafına bakın. İşte yaşamın en gizemli görüntüsü. İleride bir karaltı var, içinde insan yaşadığını biliyorsunuz, ama altın ışık içinde parlayan deniz onu bir masala benzetiyor. O resmin enerjisini içinize çekin. Tıpkı ağaç enerjisi gibi, onu da ayaklarınızın altından magmaya bağlayın.

 

Artık hava kararmak üzere. Haydi yavaşça geriye dönün. Aşağıda Lunapark Meydanı’nda bekleyen faytonlardan birine binin ve sizi “Büyük Tur” yolundan geri getirmesini söyleyin. Ne ağaçlara doyacaksınız, ne manzaraya. İçiniz ağaç enerjisiyle o kadar dolacak ki, kaslarınızın zayıflığı geçmişten gelen bir resme dönecek. Eğer inanmazsanız deneyin. Böyle bir gün, kaslarınızı uzunca bir süre için güçlendirmenize yetebilir. Kanıtı mı? Ertesi gün hissedeceğiniz et kesiği durumları J.

 

Haydi gelin hep beraber gidelim sevgili Büyükada’ya.

Zeynep Alan Sevil Güven