Serdar Akinan Akşam Gazetesi’ndeki yazısında diyor ki, “Sokaklarında genel yayın yönetmenlerinin, muhabir, mücellit ve bayii ile kolkola kendi elleriyle hazırladıkları gazeteleri ‘yazıyoor…yazıyooor…’diye bağırarak sattıkları; onurla satmak durumunda kaldıkları bir ülke medyasının bugün geldiği noktayı görmek nasıl acı verici ve ne kadar düşündürücü… Vicdanlarına değil, patronlarına hesap vermek zorunda kalan gazeteciler çağındayız.” Mükemmel bir yazı, mükemmel bir hatırlatma. Çünkü artık gazeteler “Yazmıyoor… Yazmıyoor… Plazalardan ahkâm kesiyooor”.

Belki de son çeyrek yüzyılın en dehşet verici korku hikayesi bu. Ama nedense çok az kişinin farkında olduğu ya da iplediği bir hikâye. Bellek dayanıklılığı ve işlekliği açısından çok da parlak durumda sayılabilecek bir toplum olmamamızın sıradan göstergelerinden biri de denebilir belki, basının ve gazeteciliğin bugün vardığı noktalar konusundaki akıllara durgunluk veren duyarsızlığımıza. Serdar Akinan’ın yazısı, bana yine bu korku ve dehşet hikâyesinin belleğimde debelenip duran bazı ayrıntılarını anımsattı.

Lise yıllarındayken, gazetecilik benim için sıcacık, heyecan veren, yeri başka bir “heves”le doldurulamayacak tutkulardan biriydi. Yetmişlerin sonu, seksenlerin başındaki o yoğun ve hareketli günlerde, adıyla ve logosuyla bile beni heyecanlandıran bir gazetenin kıyısından köşesinden bir yerlerine tutunduğumu, yazılarımın o gazetede yayımlandığını düşlerdim bazen. Bu düşümü pek kimselerle paylaşmazdım, çünkü doğrusunu söylemek gerekirse, çok da kolay gerçekleşeceğini umduğum bir şey değildi ve ben daha doğru dürüst yazı yazmayı becerip beceremediğimden bile emin değildim. Bugünün gençleri o duyguyu ne kadar tanıyabilir bilemiyorum ama anlatmaya çalışayım biraz: “Gazete gibi bir gazete”den söz ediyorum. Her sayfasını, her satırını, mesleğine gönül vermiş ve bunun gereklerini yerine getirmek için sözcüğün tam anlamıyla gecesini gündüzüne katan, birbirinden yetkin insanların doldurduğu; köşe yazarlarını soluk soluğa okuduğumuz, gümbür gümbür bir gazete. Patronu sanayici, bankacı, iş adamı olmayan; yalnızca gazetecilikle iştigal eden bir gazete. Koltuğumuzun altında ya da pardösümüzün cebinde o olduğu için, bazen kimi semtlerden geçerken gericilerin saldırısına uğradığımız ama okumaktan asla vazgeçmediğimiz, okuru olmaktan gurur duyduğumuz bir gazete.

Biliyorum, çok genç arkadaşlar gülümseyerek okuyacaklar bu satırları. “Okuru olmaktan gurur duyulacak bir gazete” gibi bir kavramın, onlara nasıl inanılmaz ve abartılı göründüğünün farkındayım, o yüzden uzatmayacağım fazla. Günün birinde, henüz yirmili yaşlarımın ortalarında ve basın hayatımın daha ilk adımlarındayken, lise yıllarımın o düşü gerçekleşiverdi. Bir yaz sabahının erken saatleri. Daha kahvaltı bile etmeden, sabahın köründe fırlayıp aldığım gazeteyi tutuyorum elimde ve iç sayfalardan birinde, üzerinde imzamın yer aldığı ilk yazıma, sanki olağanüstü, mucizevi bir şeymiş gibi bakıyor, defalarca tekrar tekrar okuyorum. Sonra yerimden kalkıp bir tur atıyorum evin içinde, pencerenin önüne gidip dışarı bakıyorum ve “Oldu işte” diyorum kendi kendime, “Oldu! Ben de bu gazetenin yazarlarından biriyim artık!”

Sokağa çıkıyorum, içim içime sığmıyor. Kadıköy’e kadar nasıl indiğimi, vapura binip Cağaloğlu’na nasıl geldiğimi, gazetenin sokağına dek dimdik yükselen o yokuşu bir solukta nasıl çıktığımı bilmiyorum. Giriş kapısına vardığımda, gazetenin binasına bakıyorum tekrar, sonra hızlı adımlarla içeri giriyorum. Binada, Celal Üster ve Mürşit Balabanlılar’ın birlikte çalıştığı odada alıyorum soluğu. Kutluyorlar beni ve hemen, hiç laga lugaya girmeden, elime yeni işleri tutuşturuyorlar. Yazı işlerindeki boş masalardan birine geçip daktilonun başına oturuyorum ve kâğıdı makineye takarken sanki eski bir binanın tozlu ve gürültülü odalarından birinde değil de, dünyanın merkezindeki görkemli bir yapının içindeymişim gibi hissediyorum kendimi – daktilo tıkırtıları, telefon sesleri ve koşuşturan muhabirlerin, sayfa sekreterlerinin gürültüleri, müzik gibi geliyor kulağıma.

Bunlar da bir şey ifade etmiyor değil mi? Haklısınız, şimdi kendi yazdığım satırları okurken ben de kuşkuya düştüm bir an: Gerçekten böyle mi hissediyordum, yoksa ben aslında bir filmde gördüğüm ya da bir kitapta okuduğum, başkalarına ait anıları mı sanki kendi yaşadıklarımmış gibi düşünüyorum diye. Ama bugün kulağa ne kadar garip gelirse gelsin, durum aynen buydu ve ben o gazetede yaklaşık dokuz yıl yazdım; her günümde, her yazımda, o binadan içeri her girişimde aynı heyecanı duyarak.

O zamanlar, “basın” denirdi bu sektöre; “medya” kavramıyla henüz fazla içli dışlı değildik. Bu sözcüğü daha çok, yazı işleri toplantılarında ya da günlük kısa konuşmalarda, ilan servisi yetkilileri kullanırlardı pek severek. Malum, “media” aracı demek. Yani “materyal”i anlatan bir sözcük bu aslında, o materyalin üzerine basılan içeriği değil. (Hani boş CD’lere ya da printer için aldığınız kimi kağıtlara da “media” denir ya gâvurca ambalajlarda.) Bu nedenle, o yayınlara ilan almak için uğraşan görevlilerin dilindeki bir sözcüktü “medya” ve bizim için bu sektörün adı “basın”dı; bizler de kendimize “medya mensubu” falan değil, gazeteci ya da yazar derdik.

Her şey çok hızlı değişiyor. Amerikan terminolojisi “medya” sözcüğünü dilimize iteleyip dururken, Cağaloğlu da, içinde koşturup dururken bizim de tam anlayamadığımız bir değişimi sessiz sakin adımlamaya başladı. Sektörde sermaye hızla el değiştiriyor ve tekelci finans-kapitalin egemen olduğu tüm ülkelerdeki gibi, gazetelerin sahip yapısı da ciddi bir metamorfozu yaşıyordu: Bir gün bir baktık, artık gazetecilik yapan, yayıncılıktan başka bir işi olmayan insanların sahibi olduğu gazete kalmamıştı neredeyse. Her basın kuruluşu, bir büyük “şirketler grubu”nun içine dahil olmaya başlamıştı. Hani şu sahiplerinin sanayi ve en önemlisi finans yatırımlarının, bankalarının da olduğu “şirket grupları” almıştı gazeteleri. Eskiden künyelerde “sahibi” ve “genel yayın yönetmeni” ya da “yazı işleri müdürü” varken yönetici niyetine, gazetelerde o sütun uzadıkça uzamış, “murahhas aza”lar, “grup temsilcileri” ve bir sürü koordinatörler, müdürler üst sıraları kaplayıp, yazı işleri müdürlerini aşağılara iteleyivermişlerdi.

“Doğal ve kaçınılmaz bir dönüşüm” denmeye başladı buna, o zamanlar “işi iyi bilen” ağabeylerimiz tarafından. Böylelikle bu işin daha “profesyonel” ve “kaliteli” hale geleceği; gazetecilerin artık üç otuz paraya talim etmek yerine Batılı ülkelerdeki gibi insanca kazanacakları anlatılmaya başladı. Alnımızdaki çizgiler derinleşerek, kaşlarımız çatılarak dinledik bunları, çünkü pek de inandırıcı gelmiyordu doğrusu.

Sonra bir gün, “Köhnemiş Cağaloğlu’nda yapılmaz zaten bu gazetecilik” demeye başladılar, keyifle kolilerini toplarken. “Evet, biraz uzak tabii ama, daha büyük ve daha modern tesislerde, çağdaş koşullarda gazetecilik yapacağız artık.” Derken gazeteler birer birer Cağaloğlu’nu terk edip, o yokuşu ve daracık sokaklarını eski anıların, siluetlerin dolaştığı bir hayalet şehre dönüşmek üzere yazgısıyla yalnız bırakarak, İkitelli dolaylarına göçer oldular. Ama çağdaşlığıyla öğünülen o koca binalara varıp, kapısında asık yüzlü güvenlik görevlilerinin “kart bastırdığı” turnikelerden geçtikten sonra hangar misali “yazı işleri odaları”na geldiklerinde, tuhaf bir ayrıntı fark ettiler: Çalışan sayısı bir hayli artmıştı, tanıdık olmayan çok sayıda insan da dolaşıyordu bu görkemli binaların koridorlarında.

“Ee, büyük tesisler, modern olanaklar… İş büyüdü, yayıncılık da büyüdü tabii, yeni insanların istihdam edilmesi çok doğal. Üstelik çok da güzel, bir sürü insan daha ekmek yemeye başlamış işte bu sektörden” dediler. Zaman akmaya devam etti.

Gazetelerin çoğunda, o zamana dek basın çalışanlarının tek sosyal örgütü niteliği taşıyan Gazeteciler Sendikası, birer birer “yetki belgesi”ni yitirmeye başladı birden. Çünkü, bir sürü yeni insan alınmıştı işe ama bu yeni elemanlar sendikaya üye değildi. Yasal yoklama yapıldığında, sendikanın gazetecileri temsil edip işverenle pazarlık etmesine olanak sağlayacak yüzde altmış çoğunluğun çoktaan yitirildiği anlaşıldı. Bir anda, sendika devreden çıkarılıvermişti yani “modern plazalara” taşınılırken. Ardından, mevcut çalışanlara ufak ufak “sendika üyeliğinden çıkmaları” tavsiye edildi; “dostça” tavsiyeler. Elbette uyup uymama inisiyatifi gazetecinin elindeydi; ama belli aralıklarla gruplar halinde insanı işten çıkarıp kapının önüne koyma inisiyatifi de, patronların elindeydi tabii.

Bazı değişimler sırasında “eski kalıntı”ları bünye kaldırmaz; “delikanlıyı bozar”. İşte yeni plaza gazeteciliği de, bu Cağaloğlu kalıntılarını kaldıramadı ve turistik bir eşyaya dönüşen sendika basın müzesindeki yerini alırken, uyum sağlayamayan “eski kafalı” gazetecilere de kapı göründü.

Şu “işten çıkarmalar” nasıl oluyordu bazı plazalarda, biliyor musunuz? Sabah işinize geliyordunuz, servisten inip kapıda güvenlik kartınızı turnikenin yanındaki elektronik cihaza takıyordunuz ve “yeşil yanmadığını” görüyordunuz, turnike açılmıyordu. Sonra bir güvenlik görevlisi geliyordu yanınıza, size eşyalarınızı toplarken nezaret edip (olur ya, intikam hırsıyla bir şey falan çalmaya kalkarsınız) arkadaşlarınızla vedalaşma olanağı bile vermeden muhasebeye indiriyordu. Şansınız varsa, üç beş kuruş tutuşturuluyordu elinize tazminat olarak ve kendinizi o görkemli plazanın kapısında, kuş uçmaz kervan geçmez otoyolun kenarında buluveriyordunuz. Metamorfoz gerçekten işe yaramıştı doğrusu; bazı gazeteciler artık üç otuz paraya çalışmıyordu, uyum sağladıkları taktirde iyi maaşlar alanlar vardı epey aralarında ama, bazıları da o üç otuzu bile göremeden kapının önünde buluyorlardı kendilerini.

Daha fazla yazmayacağım, içimden gelmiyor. Sevimsiz, sası, boktan bir hikâye bu ve anlatmanın kimseye bir yararı yok. Sonrasını da çok iyi biliyorsunuz zaten: Özel televizyonculuk başladı, plaza gazeteleri, dergi gruplarından sonra birer televizyon ve birer radyonun da sahibi oldular. “Havuz” dedikleri bir ortamda bir avuç insana yine üç otuz para vererek, sayfalarını fasafisoyla ve bol miktarda ilanla doldurdukları yayınlar üretir hale geldiler. Dışarıdan telif karşılığı yazan kaliteli insanlarla bağlar büyük oranda kesildi, bütçeler kısıldı. “Kaliteyi ne yapacaksınız yahu? Kim anlıyor ki kaliteden? Sayfaya iyi yazı koysan ne olur, kötü yazı koysan ne olur? İlan alıyor mu, sen ona bak.”

İşte o geçiş evresinde “basın” rahmetli oldu, yerini “medya” aldı. Hani şu “aracı” anlamına gelen “media” sözcüğündeki gibi. Zaten akşamları İstanbul’un civcivli semtlerinde dolaşmaya çıktığınızda, artık “Yazıyooor… Yazıyooor” diye bağıran gazete satıcısı çocukları da görmüyordunuz. Ne “meyhane baskıları” vardı, ne Cağaloğlu akşamlarının o güzel sohbetleri, ne de üç beş kuruş herkesin bir araya getirip denkleştirmesiyle salaş meyhanelerde kurulan o güzel sofralar. Git bir sushi bar’a, ziftlen kardeşim; daha çok paran varsa, “elegan” bir yerde “dinner’ını al”. Yok eğer medyanın parya takımındaysan, iş için gittiğin davet ya da toplantılarda bulduğunu ye, iç, sebeplen oralarda işte.

Yine Serdar Akinan’ın o güzel yazısına dönelim biz ve noktayı koyalım:

“Ve ne garip beni en iyi anlayanlar sanırım İstiklal caddesinde o uğultulu güruha cılız sesleriyle o gazeteyi satmak için dikilen kardeşlerim olacaktır. Bu aşağılık düzeni; olan biteni sadece vicdanına hesap vererek yazıp çizenler anlayacaktır… Haberi, analizi, köşe yazısını bir kutsal tepsi gibi taşıyan o mürekkepli kağıtları kalabalığın üstünde tutan o ellerin sahipleri… Dinleyin beni. Ben cinayeti gördüm. Tanığıyım bu 20 yıllık cinayetin. Maktulü ve sanığıyım… Yazarsanız siz yazacaksınız bu cinayeti… Yazın.

Burak Eldem