İnsanın kendisiyle, atasıyla, çevresiyle, soyuyla, vatanıyla gurur duyması onları sevmesi hem çok normal hem de zorunlu bir şeydir. Yoksa yaşam çekilmez olur.

Karşı kıyı hep güzel görünür bu kıyıdan bakınca, ancak karnın kendi kıyında doyar, bilemezsin ki, belki de karşı kıyının bir yerlerinde ayaklarını suya daldırmış dört ayaklı köhne masalarda oturan bir takım umudu kırık, yüreği ezikler senin kıyında yanan titrek gaz lambasına bakıp iç geçirmekteler, karşı kıyı gibi ışıl ışıl, güneşi bol, yemyeşil bir kıyımız olsaydı diye hayıflanmaktalar, bilemezsin ki ve bilseydin de bir şey değişmezdi.

Her gündüz ve her gece birileri karşı kıyıya bakar güneşine, ayına, ışıl ışıl gecelerine, yemyeşil bitki örtüsüne hayran kalırlardı. Sahilde derme çatma yapılmış balıkçı barınağında veya önünde dört ayaklı köhne masalara oturur serinletsin diye ayaklarını denize sokarlardı. Yaşamlarını daha iyi hale getirmek için çalışmak yerine karşı kıyının özlemi ile yanmak gittiğinden hoşlarına çay demler, sigara üstüne sigara söndürür ve karşı kıyı ile ilgili hiç kimsenin duymadığı efsaneler anlatırlardı birbirlerine, bir balıklar çıkarmış denizden öylesine iri ve besili imişler ki bir balıkla bir köy doyarmış, toprak öyle verimliymiş ki bir tohum bir yılda ağaç olur binlerce meyve verirmiş, miş, miş, miş…

Bir sabah kalkıp birileri güneşten önce kayıklarının içine atıp azığı, içme suyunu doldurup matarlara, kayıkların deliklerinden girecek suyu boşaltmak için yine dibi delik çinko kovalarını ve bakır maşrapalarını unutmadan gizlice kürek çekerler; uzaktan bakıp dalgaların vurdukça beyaz köpüklerini sahilde rehin bıraktıkları, palmiyelerin yapraklarını kılıç kalkan oynar gibi şakırdattıkları, portakalların altın turuncuları ile etrafa gülücükler dağıttıkları, meyveleri en neşeli kırmızıya bürünmüş çılgın nar ağacının o şen kahkahalarının hiç kesilmediği kıyıya ulaşmak için.

Kürek çekerler ellerindeki toplanmış suları dişleriyle derilerini kesip akıtarak, acılarını içlerine gömüp nöbetleşe ve birbirlerine karşı kıyı ile ilgili hiç bilinmeyen efsaneler anlatarak, fırtınalarla boğuşurlar, batmamak için dua eder geri dönmeyi gururlarına yediremeden, ellerini kaşlarını üstüne siper edip az kaldı ha gayret diye yüreklendirirler yanlarındakini zirvesindeyken korkunun içleri asla bastırılamayacak cinsinden.

Ulaştıklarında bakarlar ki toprak aynı toprak, taşlar aynı taş, dalgalar bile kendi kıyılarının dalgaları sanki ve köpükler burada da birkaç saniye içinde sönüyorlar, altın turuncusu portakalların üzerinde çiller var kendi köylerindeki gibi ve narların bazı çiçekleri dökülmüş, şen kahkahalar sandıkları meğerse çığlıklarmış kendi kıyılarında duydukları gibisinden.

Umutları umutsuzluğa dönmesin diye yine de her biri görmezden gelmiş gerçekleri ve hayranlık öykülerini anlatmayı sürdürmüşlerdir birbirlerine kralın çıplak olduğunu görürlerse ahmak olacaklarını sanan gerçek ahmaklar gibi ta ki içlerinden biri aç susuz geçirdikleri günlerin birisinde açıkta ağaç dalları yapraklar üzerinde yatmaktan tutulmuş belini tutarak, biz niye geldik buraya kendi kıyımızda böyle miydik diye haykırıncaya kadar, bir diğeri bakın kaç gündür uğraşıyoruz bir balıkçı barınağı bile yapamadık kendi kıyımızda beğenmediklerimiz kadar diye destekler, buna benzer taşları toplayıp da tarla yapana kadar kaç yıl geçtiydi anam, babam, kardeşlerim ve ben.

Kayıklarına binerler sevinçle, azıkları yoktur, biraz çilli portakal ve ekşi nar alırlar yanlarına, birazda içme suyu ellerinde kalan mataralara, kayıklarının daha da büyümüş deliklerinden içeriye hücum eden suyu boşaltmak üzere dibi çıkmış kovayı taşla vurarak düzeltilebildiği kadar düzeltir ve kürek çekerler hırsla kaçtıkları kıyılarına bir an önce dönmek için.

Yolun yarısında yarısı suya batmış bir kayık dolusu insanla karşılaşırlar ve bağırırlar nereden nereye hemşerim diye ve cevap alırlar bilmedikleri bir dilden ama anlarlar kendi kıyımız daha güzelmiş eve dönüyoruz diye bağırdıklarını umudu kırık, yüreği eziklerin.

Kim bilir niceleri karşı kıyıların muhteşem görünüşüne dayanamayıp kendi kıyılarını bırakıp gitti, hayal kırıklığını itiraf edemeden geçirip en güzel anlarını arkasına bakmadan döndü kendi kıyısına ve belki de bazıları yolda veya karşı kıyıda verdiler son nefeslerini, evimi özledim diye bağıramadan özgürce, ellerinde ve yüreklerinde kelepçelerle.

İnsan nereye giderse gitsin kıyısını, sevincini, hüznünü ve sevdasını taşır yüreğinde, kurtulamaz yaşamaktan kendi şehrini gurbet ellerinde.

Evvel zaman, kalbur saman içinde bizim kıyılarda insanlar ikiye ayrılırdı köylü ve şehirli diye.

Biz ise ortalarda bir yerlerde idik, yeni Bizanslılara göre köy sayılan, ama oranın köylülerinin, kasabalılarının “şeere gidiyom” dedikleri Afyon, Burdur gibi illerde yaşadığımızdan dolayı ikisi de olamadık. Sonra Ankara’ya taşındık şeerli olduk ama taşralı idik, çünkü İstanbullu değildik. Bu ikinci sınıflık – Allaha şükürler olsun yine de üç, beş, onsekizinci sınıftan değildik.- anlımıza yazılmış çıkmaz bir yazı gibi hiç silinmedi, hep yüzümüze vuruldu, İstanbul takımlarını tutup teşyi ederek bu kısır döngüyü kırarız dedik ama yararsız, yine de yaranamadık doğuştan veya sonradan olma İstanbul’ lulara.

Hiçbir zaman anlayamadık İstanbul’ un o muhteşem manzarasına bakıp denizden gelen nemli havasını içine çekerek bu kıyının insanı olduğunu hissetmenin gururunu, bozkırın, kırsalın suyu ya boklu derede yada desti de görmüş kavrukları olarak, işimiz bittiğinde üzerimize üzerimize gelen bu kentin kılıç kalkan ekibinden bir an önce kaçalım diye taşraya giden yollarına vururken kendimizi, yolda bizim gibi canhıraş feryatlarla bu yana gelenleri gördük ve sorduk hemşerim nire yolculuk diye cevap aldık anlamadığımız dilen ve anlamadık, taşradan mı kaçıyorlardı yoksa altın turunculu portakal gülücüklerine kavuşmak için mi acele ediyorlardı, herhangisi ise yolları açık olsun.

Köylüler aslında cahil diye bilinir veya tanımlanır bu kanıya nereden varılmıştır bilmem, çünkü hayatı, yaşamayı, bunca olumsuzluğa rağmen ayakta kalmayı bilebilmek, taştan ekmeğini çıkartabilmek, bazen gelişkin teknik olanakların bile çözemediği karmaşık sorunlara basit çözümler bulmak cahillikle ne kadar bağdaşır, üzeri ecnebice yazılı plakların adlarını atalarının adından daha kolayca telaffuz etmek, kapısının önünde kocaman bir çukur varken beyaz camda laylalarda reynalarda kimin kimle kırıştırdığını izlemek, kendi başbakanının cumhurbaşkanının adını bile tam telaffuz edemezken oscar törenleri beyazcamda yayınlanırken corc (clooney) tom (Cruise) bizim bred (Pitt) diye bağırmak, acemi badanacı misali dalgalı dalgalı boyanmış tuallere bakıp ne kadar anlamlı ışığın karanlık ile kesiştiği noktada betimlenen varoluş cizgisindeki belirsizliği ne kadar da güzel anlatmış diye ahkamlar kesmek ise kültür benim köylüm gerçekten cahildir.

Köylüler eskiden yaşadıkları yerlere bir isim verememişlerdi ve yüzyıllar boyu bu yüzden çok zor günler geçirmişlerdi, ne demek adı olmayan yerlerde yaşamak neredeyse vatansız olmakla birdi, onlar köylük diye bir isim takmışlardı ancak ihtiyaca cevap veremiyordu. Ta ki günün birinde bir büyüğümüz “kırsal” diyerek onlara yüzyıllardır bekledikleri muştuyu verene kadar. Rahatlamışlardı bizim cahiller nasıl olmuştu da bulamamışlardı bu muhteşem sözcüğü nede olsa cahillerdi, artık içleri rahat bir şekilde yaşayabilirlerdi kırsallarında, görsel ve işitsel engeller konulduğu için fiziksel ve ruhsal arzularına, oluşmaya başlayan sorunsallarına, parasal darboğazlarına gömülüp finansal piyasaların ne istediğini tartışabilirlerdi.

Bizler kentli olamamıştık ama artık köylü de değildik, tıpkı arafta asılı ruhlar gibi hiçbir yere ait olmadan yaşamaya mahkum edildik, ta ki günün birinde bir diğer büyüğümüz çıkıp ta bizlerin varoşların insanı olduğumuz gerçeğini yüzümüze vurana kadar, yaşasındı artık bizimde bir yerimiz ve sınıfımız vardı, varoşlar veya kenar mahalle.

Biz sütlü çikolata misali insanlar köylü ve şehirliden ayrı bir üçüncü tür oluşturmuştuk kast sisteminin içinde, varoş gülleri, ve kast sistemi neredeyse Hintlilerinkinden daha katı olan bu kıyıda sınıf değiştirmek ancak ve ancak haksız kazanılmış parayla olurdu –bakınız Jetgillerden Fadıl bey, Uzanlardan bir yığın beyler v.b- bizde ise böyle bir yetenek olmadığından mahkum edildiğimiz sınıfın kaderini yaşamaya, günümüzü biraz daha iyi hale getirmek için bir gün o partiye, bir gün bu partiye oy verdik ama asla doğru partiye oy veremedik, doğru insanların ellerine bırakamadık kaderimizi, en çok umutla bağlandıklarımız en çok tecavüz edenler oldu bizlere.

Kaldırım taşları, aydınlatma direkleri, çiçeklikler ve  havuz kenarındaki bankların kent mobilyası olduğunu öğrendik, biten harçlığımızın yarattığı durumun parasızlık değil de finansal sorun olduğunun farkına vardık, gözümüze ve kulağımıza hitap eden gösterilerin görsel ve işitsel sunum olduğunu idrak ettik, ahlaka mugayir şeylerin etik olmadığını anladık, bizim perde, ses yıldızı dediğimiz sanatçılara popstar, superstar denmesi gerektiğini ve yaptıkları gösterilerin show olduğunu idrak ettik, biliyor musunuz aslında ne çok şey öğrendik.

Ama cahilliğimi hoş görünüz, hala daha garibime gider lokomotif, televizyon, teyp, bant, disk gibi günlük hayata iyice girmiş ecnebi kelimelere doğru dürüst ve benimsenebilir Türkçe karşılıklar bulamayan bazı büyüklerimiz şükürler olsun ki Türkçe kelimelere yeni Türkçe karşılıklar bularak dilimizi zenginleştirdiler de bize de konuşacak hava atacak bir şeyler çıktı, sağ olsunlar var olsunlar bu kıyının seçkin insanları tüm tuttukları altın olsun.

Arada bir fırsat çıksa da karşımıza karşı kıyılara kürek çekmek için yandaşlar bulamadığımızdan mı yoksa karşı kıyıların buradan muhteşem görünen pırıltısı yüreğimizde korkular yarattığından mıdır nedir gidemedik bir türlü, gitsek de bizimle gelmez miydi şehrimiz, toprağımız, sevincimiz, hüznümüz ve sevdamız, açıkta dalgalarla boğuşurken dalgakıranın ardındaki dingin ve huzurla sakin sakin sallanan yelkenlerin yelkenlilerine imrenerek bakan huzura hasret bir yelkenlinin dalgalarla bir zıplayıp bir batışına bakarak iç geçiren, özgürlüğüne gıpta eden dalgakıranın ardındaki babalara bağlı yelkenliler gibi içimiz kıpır kıpır ya ellerimizi siper edip kısarak gözlerimizi yada beyaz perde veya beyazcamdan hayranlıkla izledik karşı kıyıları, reklamları izler gibi.

Ve bir gün farkına vardık ki, en azından bazılarımız, bizim kıyılarımızdaymış gözleri karşı kıyı sakinlerinin, ama gelmek mutlu olmak, dinginliği yaşamak için değil, demokrasi getirmek (Türkiye’ den en azından bağımsız dört devlet çıkartmak ), çağdaşlaştırmak (Muhammed’e inanan insanlarını İsa’ ya veya Musa’ya inanır hale getirmek), çağdışı yasalarımızı modernleştirmek (çocuklara tecavüz edip öldürenleri tutuksuz yargılayıp daha çok suç işlemelerini sağlamak), kültürümüzü zenginleştirmek (lokantayı restoran, meyhaneyi cafebar, dervişi derwish, elemterefişi elemterefish, dünyanın en eski dillerinden birini en yeni dillerinden birine uydu yapmak, internet ortamında ne güsel  oluo chatleşmek diilmi) özelleştirmek (vaktinde kazıklayarak onlarca milyar dolara yakın paraya kurdukları tesislerimizi günümüz eğilimlerine uygun olarak kendileri veya kuklalarına üç on paraya peşkeş çekmek) gibi onların dost destekleri olmasa bizim asla beceremeyeceğimiz gelişmeleri yaptırmak için sağolsunlar,  ama biraz gücenmedim değil Fransızlara azınlık hakları devleti yıkar diye azınlaıkları bile tanımazdan geldiler halbuki nasılda insanca güdülerle bize azınlık hakları için bastırıyorlardı, evet bize bastırıyorlardı, yani Türklere bastırıyorlardı.

Karşı kıyılar hep özlem olarak yanmaya devam edecek içimizde bilsek de gerçekleri, görsek de iki yüzlülükleri, fırsat bulup gidersek arkamıza bakmadan kaçmaya çalışacağımızı fark etsek de yine bakıp ah çekip iç geçireceğiz, anlatacağız birbirimize yalan olduğunu bile bile karşı kıyı ile ilgili hiç bilinmeyen efsaneleri, bizden ithal ettikleri portakal ve narın tadını anlatacağız karşımızdaki ne ballandıra ballandıra, görmek istemiyeceğiz kurtlu elmaları, zehirli hızlıaşları, bizi söürmeye dönük uğraşları.

Sahi karşı kıyılar gerçekten çok mu güzelKİ?

Konuk Yazar