Nihayet güneş, pratik fayda bağlamında, sadece arada bir yüzünü gösterme modundan çıktı ve içimizi ısıtmaya başladı. Benim gibi, bir yaş daha yaşlandığını doğum günü yerine mevsimlerle takip edenler için, bir yıl daha arkada kaldı ve yaz geldi. En azından, yaşadığımız yerin iklimine göre 4 ila 6 ay daha üşüme gibi bir kaygımız olmayacak; televizyondan “Balkanlardan gelen soğuk ve yağışlı hava kütlesi”, “Sibirya Soğukları” gibi tatsız haberler  işitmeyecek ve özellikle geçtiğimiz yıl yaşadığımız, son 50 yılın en soğuk kışı gibi ibarelerle telaşlanmayacağız.

Farkında mısınız bilmem; yaşça büyüklerimiz daha da belirgin hissediyorlardır ki, dünya hızla iki iklimli ekstrem bir noktaya doğru gidiyor. Sizi bilmem ama, benim ilkokulda iken en sevdiğim şarkılardan biri; mevsimlere, gökyüzüne, kan kırmızı bayrağımıza atfettiğimiz “Elbiselerim” adlı şarkı idi. Ne yazık ki, bir zaman sonra, o masum şarkıdan şu kıtaları çıkarmak zorunda kalacağız.

 

“Hep yeşildir elbiselerim
Ben bu rengi pek çok severim
İlkbaharı cicim çok sevdiğim için
Hep yeşildir giyindiklerim

Hep sarıdır elbiselerim
Ben bu rengi pek çok severim
Sonbaharı cicim çok sevdiğim için
Hep sarıdır giyindiklerim”

Çünkü, daha şimdiden hissediyoruz ki, Haziran ayının ortalarına kadar uzun kollularla ürperirken, bir gün uyandığımızda, sanki yeryüzüne hemen de o gece sihirli bir değnek deymişçesine yaz geliveriyor; yahut kasım ayında hala kısa kollularla gezerken, ertesi gün ortalığı seller götürürken, bu ilk yağmuru müteakip 15-20 gün içerisinde yılın ilk karı da yağıveriyor. Velhasıl, her iki rengi de içerdiğinden olsa gerek, herkesi bir şekilde memnun eden ve sevindiren sonbahar ve ilk bahar yok olmakta. Bununla beraber, kış mevsimi kısa ve olabildiğince sert; 4-5 ayda indirmesi gereken yağışı sanki biz insanlardan hınç alırcasına 1 ayda indiriyor; yaz ise olması gerekenden çok daha sıcak, uzun ve kurak. İşte, en basit, en masum haliyle küresel ısınma.

Nasıl canlıların; mesela insanların muayyen ve belli bir dereceyi aşmaması gereken vücut sıcaklıkları varsa, tamamen yaşayan canlı bir organizma olan dünyamızın da belirli bir seviyede kalması gereken bir global sıcaklığı mevcuttur. Malum; sıcak havalarda, bizi fazla enerji kaybına sevk edecek bedensel aktivitelerden  sonra vb. durumlarda; yani kısaca vücut ısımız yükseldiğinde, terlemeye başlarız. Böylelikle, vücudumuzdan dışarıya tahliye edilen su, buharlaşmak durumunda olduğu için, havayla beraber vücudumuzun da sıcaklık babında enerjisini alır ve bizi soğutur. Biz de bu su kaybını telafi ederek, tıpkı su soğutmalı bir motor misali, vücut sıcaklığımızı dengede tutarız. İşte, dünyamızın da bu sıcaklık dengesini yerinde tutan en önemli yapısı buzullardır. Atmosferde normal şartlar altında belirli miktarda bulunması gereken muayyen bir karbon dioksit vardır ki; bu bileşik sayesinde, güneşin dünyamıza gönderdiği enerji, tamamen yeryüzünden yansımaz ve bu sayede yeryüzündeki suların sıcaklığının belirli bir dengede kalır. Zira karbon dioksit; güneşten gelen ısı enerjisini tutar, geri yansımasına engel olur.  Eğer atmosferdeki karbon dioksit miktarı artarsa, gereğinden fazla ısı atmosferde tutulacak demektir ki, bu da bu fazla ısı enerjisini kompanze etmeye çalışan buzulların erimesine sebebiyet vermektedir. Bu da şüphesiz dünyayı felakete götürecek bir sorundur.

Çevre ve Orman Bakanlığının internet sitesinden aldığımız bilgi; küresel ısınmanın sebeplerini şu şekilde sıralar:

Enerji Kullanımı %49

Endüstrileşme %24

Ormansızlaşma %14

Tarım %14

Ormanların; esasında her karış yeşilin karbondioksit  seviyesinin indirgenmesindeki etkisi tartışılmaz. Tarımı da bir kenara ayıralım; geriye kalıyor Enerji Kullanımı ve Endüstrileşme. İkisinin toplamı 74%. Bizi doğrudan fosil yakıt kullanımına; yani küresel ısınmanın tek müsebbibine götüren sorun. Şimdi gelin, dünyanın bu enerji kullanımına basit yüzdelerle kısa bir bakış atalım.

Bugün itibariyle, dünyanın enerji gereksinimi, %85 oranında fosil yakıtlardan, %7’ si de nükleer enerjiden sağlanmaktadır. Bu oranın ise %68’ i elektrik üretimi için; geri kalanı da ısınma, akaryakıt vb. olarak tüketilmektedir.

Sizleri yüzdelere ve oranlara boğmak istemiyorum. Lakin, son olarak size ibretlik bir tablo sunmak isterim. Hatta bunu bir paragraf olarak, büyük harflerle adeta haykırmak isterim:

GÜNEŞTEN YERYÜZÜNE BİR GÜNDE GELEN ENERJİ, DÜNYADA BİR YILDA TÜKETİLEN ENERJİNİN 27.4 KATIDIR.

Diğer bir deyişle;

GÜNEŞTEN YERYÜZÜNE BİR YILDA GELEN ENERJİ, DÜNYADA BİR YILDA TÜKETİLEN ENERJİNİN 10.000 KATIDIR.

Aklımıza, güneş enerjisi deyince sadece yazlık evlerde sıkça gördüğümüz sıcak su elde etmek gelmemeli. Güneş pilleri vasıtasıyla güneş enerjisinden elektrik enerjisi de elde edilmektedir. Mesela; Amerika’ da ve Avrupa’ da “Bir Milyon Çatı” diye adlandırılan bir proje mevcuttur. Bu proje kapsamındaki ülkelerin hükümetleri, bir milyon evin elektrik enerjisinin, şebekeden bağımsız, sadece güneş panelleriyle kendi kendilerine karşılamalarını teşvik etmektedirler. Üstelik, bu söz konusu güneş pilleri o kadar estetik hale getirilmiştir ki, uzaktan baktığınız zaman evin çatısındaki bir kiremit olarak görülmekte; lakin her bir “kiremit” esasında güneş pili. En alkışlanacak; üstelik kıskanılacak projelerden birine de Barselona Belediyesi imza atmıştır. Çıkardıkları bir kararnameyle; yeni inşa edilen ve tadilata giren her binaya, elektrik enerjisini güneşten karşılama zorunluluğu getirilmiştir. Hedefleri, belirli bir tarihe kadar tüm Barselona’ nın elektrik ihtiyacını güneş panelleriyle sağlamak.

Yazıma, nihayet birkaç ay ülkece ısınma vb gibi kaygılardan kurtulduğumuzu belirterek başlamıştım. Zira, oldukça sert geçen bir kış yaşadık. Bu sertlikten kasıt, salt mevsimsel sertlik değildi tabii. Biz enerji sektöründe olan insanların pek yakından bildiği, adeta dipsiz bir kuyuyu andıran büyük bir sorun, bu kış itibariyle kamuya mal oldu. Türkiye’ nin enerji politikası; veya politikasızlığı. 

Türkiye; gerek konum olarak, gerekse de arazi yapısı olarak, güneş enerjisi ve güneş enerjisinin amiyane tabirle “yan ürünü” olan rüzgar enerjisinin, nimetlerini en sakınmadığı, bolca gönderdiği coğrafyalardan biri. Ne yazık ki, vakti zamanında öyle enerji politikaları güdülmüş ki, ülkemiz bu zengin öz kaynaklarına rağmen enerjide dışa bağımlı hale gelmiş. İstatistik verileriyle kafanızı şişirmeyeceğim. Veya, bu rezalete sebep olan insanları da afişe edip hedef göstermeyeceğim; zira olan olmuş. Önemli olan, ülkece kaynaklarımızın ve geçmiş hatalarımızın farkına varmamız ve tekerrür etmemesi için var gücümüzle mücadele etmemizdir. Geçen kış afişe olan doğal gaz rezaletini hepiniz işittiniz veya okudunuz. Türkiye, şu anda iki ülkeye, doğal gaz ithalatı açısından tüm hücrelerine kadar bağlı; bağımlı. Bu iki ülke Rusya ve İran. Doğalgaz ithalatımızın yaklaşık  %70’ ini Rusya’ dan; geri kalanını da İran ve çok küçük oranda tankerlerle getirttiğimiz LNG, yani sıvılaştırılmış doğal gaz ile sağlıyoruz; hani geçen kış tırnaklarımızı yiyerek havanın düzelmesini ve geminin yanaşmasını beklediğimiz tankerler. Rusya, bir ticaret dehası olarak, bin metreküpünü 40 ila 50 dolar gibi ve üstelik sabit fiyattan başka ülkelerden satın aldığı doğalgazı, Türkiye’ ye şimdilik 270 Dolar gibi dünya ikinciliği rekorunu elinde tutan bir fiyattan veriyor. Bu fiyat ise; “3 senede bir tekrar gözden geçirmek kayıt ve şartıyla, petrol fiyatlarına endeksli” bir formülle belirlenmekte. Uzun süreli, ihtiyacın çok üstünde ve “al yahut öde” gibi anlamsız, ihanet dolu bir anlaşmayla bağlanmış. Kullanmasanız dahi o parayı ödeyeceksiniz. Dahası, yarın öbür gün Rusya’ nın kafası atar veya canı ister de; “3 senede bir gözden geçirilecek” fiyat global temellere dayandırarak bize “bin metreküpüne 1000 dolar ödeyeceksiniz kardeşim” şeklinde dayatırsa –ki geçen kış Ukrayna’ ya yapmıştır- ya paşa paşa bu parayı ödeyeceğiz, ya da Rusya “vanaları kapayacak”. Şunu da iletmeden geçemeyeceğim; benzer bir anlaşma da İran’ la yapıldı. Al yahut öde. Üstelik, İran hiçbir zaman taahhüt ettiği gazı da bize yollamadı ve bizim bu taahhüt ettiğimiz gazı almadığımız zaman İran’ a uygulayacak hiçbir maddi yaptırımız da yok. Son derece “zekice” hazırlanmış, tamamen ülke çıkarlarımızı koruyan “dahiyane” bir anlaşma! Size bir de fıkra gibi bir şey anlatayım: İran devlet düzeyinde aranıp, niçin taahhüt edilen gaz yollanmıyor diye sorulduğunda (zira geçen kış İran yollaması gereken gazın 5’te birini yollamıştı ve biz gene hepsini alıyor gibi para ödemiştik) karşı taraftan gelen cevap “Taktir-i İlahi”!!! Yorum sizlerindir. 

Peki, Rusya ve/veya İran Doğalgaz vanalarını kapadı diyelim; sadece donacak mıyız? Elbette ki hayır; keşke tek derdimiz bu olsa. Gene müthiş bir deha ürünü olarak; ülkemizin elektrik üretiminin neredeyse yarısına yakınını bu ithal ettiğimiz doğalgaza bağlamış durumdayız. Elektrik kesintileriyle veya şununla bununla telafi edebileceğimiz bir oran değil bu. Geçtiğimiz kış, evlerimize yansımayan büyük bir kriz yaşadı Türkiye. Rusya ve İran’ dan gelen doğalgaz kesintiye uğrayınca; gene müthiş ileri görüşlü bir deha ürünü olaraktan, her nasılsa ülkemize bir tane bile doğalgaz depolama ünitesi inşa etmediğimiz için, doğalgaz arzında büyük bir buhran yaşandı. “Kendi Üretir” şeklinde Türkçeleştirdiğimiz, sahip olduğu fabrikanın, işletmenin vb kendi elektriğini üretmek maksadıyla kurulmuş ve büyük çoğunluğu ne yazık ki doğalgazla çalışan otoprodüktör santrallere gaz verilemedi ve literatürümüze bu sefer de “Kendi Üretmez” diye bir kelime grubu girdi, fabrikalar, işletmeler elektriksiz kaldılar, üretimlerini durdurdular. 

Velhasıl, bu ülkede yaşayan, ülkesini seven vatandaşlar olarak, rüzgar estiğinde, güneş içimizi ısıttığında, lütfen bir kere daha düşünelim. Unutmayalım ki, bu uğurda göz göre göre kaybedilen, umursanmayan her birim enerji, pahalı elektrik kullanımında elimizde bulundurduğumuz dünya liderliğindeki averajımızı biraz daha artıracak ve karanlık günlere doğru atılan adımları biraz daha sıklaştıracak. Elbette ki, temiz, sürdürülebilir; yani, yenilenebilir enerji kullanımı, sadece ülkemiz için ve sadece ekonomik olarak değerlendirilmesi gereken bir hadise değildir. Başta da bahsettiğim gibi, küresel ısınmanın bir numaralı müsebbibi olan fosil yakıtların karşılığı olan yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, bu dünyada yaşayan her insanın bir numaralı hedeflerinden biri olmalıdır. Çocuklarımızın ve torunlarımızın da, yeşil ve sarı elbiselerle, ilk bahar ve son baharı tasvir edebilecekleri bir dünyada yaşayabilmeleri umuduyla…

Konuk Yazar