Geçen sayıda Ankara’mızın tarihçesine şöyle bir göz attığımız yazımızı; “Lütfen güçlü bir tarih, coğrafya ve kültür bilinciyle çevremize sahip çıkmayı sürdürelim. Kentlerimizin kirletilmesine, doğamızın yağmalanmasına ve tarihimizin tahrip edilmesine asla izin vermeyelim.” Dilekleriyle bitirmiştik sevgili okurlar. Bu yazımıza da aynı dileklerle başlıyoruz.

Ankara’mızı anlatırken kuruluş aşamasından alıp, Bizans dönemindeki barış ve huzur dönemine kadar gelmiştik. Ne yazık ki bu barış dönemi, 7. yy başlarında, Sasani’lerin kente saldırması ile sona eriyor. Ardından 8. yy sonları ve 9. yybaşlarındaki Arap saldırıları ile yüz yüze kalıyor kent. En büyük zararı da, 838 yılındaki yağmalarda görüyor. Takip eden iki yüzyıl boyunca bir toparlanma devresi yaşandıysa da, 11. yy ilk yarısındaki veba salgını, kıtlık ve depremler göçlere sebep oluyor kentte. Görüyorsunuz, zavallı Ankara’mızın başına gelmedik kalmamış. Bu süreç içinde kent, -babam tarafından atalarım olan- Anadolu Selçukluları, Danişmendli’ler ve Bizanslılar arasında el değiştirip duruyor.

13. yüzyılın ikinci yarısında ise, Ankara’nın tarihi açısından önemli bir olay gerçekleşiyor sevgili okurlar; doğuda, Moğol istilasından kaçan çok sayıda esnaf ve zanaatçı Anadolu’ya, çoğunlukla da Ankara’ya göç ediyor. Tabii bu göç dalgası ekonomik ve toplumsal yaşamda -haliyle- önemli gelişmelere de neden oluyor. Neler oluyor peki? Örneğin, Ahi örgütlenmesi kuruluyor, dericilik, sof yapımı, tahıl üretimi ve bağcılık gelişiyor. İyi de oluyor..

Gelelim Osmanlılara..

Osmanlılar, Ankara’yı ilk kez 1354 yılında Orhan Gazi zamanında ele geçiriyorlar. Daha sonra 1402 yılında kent, II. Bayezid (Yıldırım) ile Aksak Timur arasındaki ünlü Ankara Savaşı’na sahne oluyor. Bölge, Timur’un ardından, 1413 yılında kesin olarak Osmanlı topraklarına katılıyor ve Anadolu Eyaleti’ne bağlı bir sancak haline getiriliyor. Fatih Sultan Mehmet zamanında, ordunun toplandığı bir uğrak yeridir artık Ankaramız. Osmanlı döneminde kent, daha ziyade bir ticaret merkezi olarak gelişiyor. Bilin bakalım sof üretimi dışında en çok neyi ile ünlü o zamanlar Ankara. Efendim? Bilemediniz değil mi. Ünlü kunduraları ile elbette. Tabii tüm bu ekonomik gelişmelere paralel olarak kentin nüfusu da 25 bin’e kadar yükseliyor. Bu dönemlerde kentin nüfusunun yüzde onunu Rum, Ermeni ve Yahudi’ler oluşturuyor, ancak Celali ayaklanmaları nedeniyle kentten göçler başlıyor ve bu dönemde halk birleşerek kentin dışında bugün yıkılmış olan üçüncü sur’u inşa ediyorlar.

Nasıl durumlar? Sıkılmadınız değil mi? Hani dilerseniz bir kahve molası verebiliriz. Yanında kek mi? Neden olmasın, benimki kakaolu olsun lütfen..

Eveet, nerede kalmıştık?

Ankara’mız 19. yy üçüncü çeyreğinde büyük bir kıtlıkla karşı karşıya kalıyor. Üstüne üstlük, tiftiğin hammadde olarak ihracına izin verilmesi, sof üretimi ile dokumacılığa da ciddi anlamda zararlar veriyor. Zaten 19. yy sonunda tiftik keçisinin, Güney Afrika ve California’da yetiştirilmesiyle de Ankara, bu alanda “tek” olmanın avantajlarını yitirmiş durumda. Yine de ticarette dışa açılmanın getirisi olan bir ticari çeşitlilik yaşanmaya başlamış. Kente ilk demiryolu 1892 da inşa edilirken binyıllar içerisinde Angora, Engürü, ve 20. yy başlarında yerli halk tarafından Angara diye anılan kent, sonunda Ankara ismini alıyor.

I. Dünya savaşındaki yenilginin ardından dayatılan barış koşullarına karşıulusal direnişin örgütlenmesi sürecinde kentimiz, Kurtuluş Savaşı’nın merkezi haline gelirken, daha sonra İsmet Paşa (İnönü) ve 14 arkadaşının, Ankara’nın başkent olması yönünde verdiği önerge, 13 Ekim 1923 de TBMM de kabul ediliyor, ardından 29 Ekim 1923 tarihinde de cumhuriyet mutluluğu yaşanıyor.

O gün bu gündür kentimiz hala gelişimini sürdürüyor sevgili okurlar. Nüfusumuz artık dört milyonu buldu. Kent merkezini oluşturan semtler göreceli olarak gelişti, eski binaların yerini, kısmen modern yapılar, iş merkezleri aldı. İmara açılan yeni dış semtlerde büyük blokların yanı sıra tek katlı zarif mimariye sahip evler de yapılıyor. Ama bazı semtlerde ne yazık ki hala eski, kötü mimari hükmünü sürdürüyor.

Gönül isterdi ki, Ankara gibi derli toplu, gelişime açık bir kent, merkezde çok daha modern ve işlevsel bir mimariye sahip olsaydı. Buna karşılık,muhteşem görünüşleriyle eski Ankara evlerinin en güzellerini bağrında barındıran Hacettepe, Cebeci, Doğumevi, Kale içi gibi semtlerde, o evler restore edilerek, özenle gelecek kuşaklara aktarılsaydı.

Avrupa Birliği’nin kapısını aşındırdığımız, kendimizi onlardan biri gibi gördüğümüz şu günlerde beni en çok ne üzüyor biliyor musunuz? Yetmişli yıllarda, hani şu 70 cent’e muhtaç olduğumuz zamanlarda bile Ankara’mız çok daha aydınlık, ışıl ışıl bir kentti. Kenti temsil eden önemli yapılarda gece aydınlatma uygulanırdı. Yüksek bir yerlerden, örneğin Ankara Kalesinden ya da Çankaya’dan baktığınızda, bu binaları yıldızlı bir gecedeki kocaman gezegenler gibi görür, elinizle koymuş gibi bulurdunuz. Ne oldu bilmem, bugün Ankara tarihinin en karanlık dönemini yaşıyor. Bırakın tarihi binaları, trafiğin en yoğun olduğu ana yollarda, kavşaklarda bile aydınlatma yok.

Son olarak genel bir üzüntümü daha paylaşmak istiyorum sizlerle. O burnu kırılmış, gözü oyulmuş antik heykelleri gördükçe çıldırıyor, yeraltı kiliselerinde mozaiklerin acımasızca kazındığına, karalandığına şahit oldukça, bir tarih hazinesi olan antik kalıntıların üzerine gecekondular, derme çatma dükkanlar yapıldıkça kahroluyorum.Bırakın her birinin bir tarih hazinesi oldukları gerçeğini, o eserlerin temiz ve bütün halde korunduğunda paraya tahvil edildiği, yöreye, o kente, kasabaya, ülkeye, en çok da o çevrede yaşayanlara para kazandırdığı gerçeğini bile göz ardı ediyoruz. Bıkıp usanmadan bir kez daha yineliyorum; “Lütfen güçlü bir tarih, coğrafya ve kültür bilinciyle çevremize sahip çıkmayı sürdürelim. Kentimizin kirletilmesine, doğamızın yağmalanmasına ve tarihimizin tahrip edilmesine asla izin vermeyelim.”

Sabit Sümer