Benim ramazanlarım, ne o yazarların ki gibi yoksunluk için de, ne de onların ki gibi çok geleneksel geçti. Gerçi Mersin’de büyüdüğüm ortam geleneksel değerler ile şehir hayatının kesiştiği noktalardaydı. Bizler de çocukluk arkadaşlarımızla mahalle aralarında top kovalardık, ama tek farkla; maç yaptığımız yerlere araba park etmemesi için dua ederek. Çünkü bizler toz toprak değil, asfalt çocuğuyuz. Mahallede sadece bir tane toprak saha vardı, o da uzakta olduğu için annem beni yollamazdı. Gittiğimde ise o kadar büyük gelirdi ki tam tadına varamazdık olayın. Anasını satim, topa abanan biri çıkardı mutlaka ve o top taaaa nerelere giderdi, sen de arkasından… Zaten 3 defa böyle gelip gidince cılkın çıkardı. Kaleler desen 7 metre 32 santim, senin boy 1 buçuk metre falan. 🙂 Ama yine de güzeldi.

Ramazan gelince de hem dertler, hem de eğlenceler başlardı. İftara yakın saatte evlere çağrılırdık, gerçi beni pek çağıran olmazdı da; arkadaşları çağırırlardı. Yemeğe gitmeden önce de pide almak için bir kuyruk faslı olurdu ki her biri en az 20 dakika beklemeye eşitti. Eşşek kadar adamların minnacık pideyi alma kuyruğunda yaptıkları kavgayı görünce şaşkın şaşkın bakardım. Hayatlarında hep ezilmiş, itilip kalkışmış insanların kendilerini rahatlatmalarına yarıyordu, sen önce geldin, ben önce geldim kavgası.

Ben Lise 1’e kadar oruç tutmadım, ama ramazanları hep sevdim. Ayrı bir büyüsü olur Ramazanların. Akşamüstü telaşı, fırınlardaki pideler, iftar sonrası sokakların boşalması, TRT’de meddah programlarına çıkan Erol Günaydın ve tabii ki teravih namazı…

Çocukken teravih ve bayram namazlarını hiç kaçırmazdım. Tabii ki kıldığımdan birşeyler anlar mıydım? Yoo, ama mahalle arkadaşlarımla iyi eğlence olurdu. Namaza gidip yanyana durmak, namaz sırasında gülüşmek, birbirine kaş göz hareketi yapmak, sureleri okuyan hocanın hata yapmasını beklemek, teravih sonrası birbiriyle boğuşa boğuşa eve dönmek.. bunlar hep çok renkli gelirdi bana. Bir de en sevdiğim muhabbet komşuların yemek getirmesi olayıydı. Bu güzellik Mersin’de halen sürüyor bizim apartmanda ve halen de çok severim. Ankara’da ise 4 senedir evde kalırım, yılda bir kere olur böyle şeyler bize. Eski apartmanımızda birkaç defa getiren olmuştu ama evde yemediklerini, çöpe giderse günah olur maksadıyla bize itelemişti komşular. Biz de hayatımızda hiç yemedikte salağız yaaa, gülümseyerek alır; kapıyı kapatınca okkalı bir küfreder sonra da çöpe dökerdik, onların niyetine. 🙂

Lise 1’e gelince oruç tutmaya başlamıştım. Her gün istisnasız kaçırmadan tutardım. Geceleri sahura kalkar, bir iki şey atıştırır, sonra iftara kadar bekle babam bekle. 🙂 En sevdiğim şey ise sahura kadar oturmak sonra da uyumaktı. Böylece genelde iftara 1 saat kala uyanmış ve kendimi fazla zorlamamış oluyordum. Oruçluyken en sevmediğim şey ağzımın kokmasıydı ki başkalarının ki de beni rahatsız ederdi. Ama sağolsunlar din büyüklerimiz “Allah katında en güzel koku, oruçlunun ağız kokusudur” diye bir fetva yaratarak milyonlarca Müslüman’ı rahatlatmış ve birbirlerinin ağız kokusunu çekmeyi meşrulaştırmışlardır. 🙂

Benim iftar yemeklerimde ayrı bir alemdi. Zaten bir Türk’ün ramazandaki yeme içme alışkanlıklarına bakın, Hz. Muhammed’in nasıl çuvalladığına şahit olursunuz. Yani güya bu oruç vücudumuzu dinlendirmek, nefsimize hakim olmak falan içindir di mi? Her gün çalışan bedenimiz yılda 1 ay dinlenecektir güya. (en azından peygamber böyle söylemiş) Biz Türklerde ise mantık şu: “oruçu tuttuk mu tuttuk, nefsimize hakim olduk mu; olduk, saldırın anasını satim”. İftarda o kadar abartı yiyoruz ki vücudumuz dile gelip konuşsa “Başlarım ulan orucundan, anamı belledin resmen” diye küfrü basar. Zaten bu yemek alışkanlıklarına o da fazla dayanamıyor ve Türk erkeklerinin çoğu kalp krizi geçiriyor.

Bu noktada yüce Türk milletinin asil bir evladı olan babamdan da bahsetmem şart. Bu saydığım her özelliği birebir gözlediğim babam, bir gün bir iftardan sonrası halamın evinden inanılmaz büyük bir göbekle geldi. Ama adamın artık rengi değişmiş, zaten kilolu olduğu için iyice terlemiş ve içeri girince anneme yakınıyor. “Ölüyom Ülker, koş yetiş” diye… Biz de koştuk geldik, bizim peder gidiyor diye; bir baktık ki göbeği annemin kardeşime hamile olduğu sıradakine aşık atar. “Baba sen galiba yine Yusuf Enişte’ye uğramışsın” dedim. Yusuf Enişte de halamın kocasıdır, kendisi raporlu delidir; ayrıca da muazzam bir aşçıdır ve tüm günü yeme içmeyle geçer. “Sen ne yedin gene?” diye sorunca, “Enişten güzel ördek pişirmişti, yanına da tavuk; onları yedim” dedi. Şimdi size normal geliyor değil mi? Yalnız babam o gece 4 ördek, 2 tavuğu tüm yemiş. “Ohaa baba, tek başına bir kümesi götürmüşsün, normaldir yani” dedim. Zaten biraz deli olan Yusuf Enişte’min en büyük amacı babamı ve amcalarımı yedirerek çatlatıp öldürmektir. Bizimkiler de bunu bilir ama yine yemeden içmeden kendilerini alıkoyamazlar. Gerçi babam kalp ameliyatı olduktan sonra daha az uğramaya başladı enişteye ama geçen gün kardeşime babam napıyor diye sorduğumda “1 tepsi börek yedi, şimdi soğutucunun altına yatmış öğütmeye çalışıyor” demişti. 🙂

Ben de zamanında iftarlarda böyleydim. Bir abanırdım yemeye, sonra öğütecem diye uğraş dur. Zaten iftar sonrası uyku bastırır, iftara kadar da aklın iftarda olduğu için verimli çalışamazsın falan kısacası verimliliğin de düşer ki Türk milletinin ne kadar çalışkan olduğu da ekonominin halinden belli oluyor falan.

Çocukluğumdan girdim, ekonomiden çıktım, iyi mi? Ben daha size kerebiç nedir? onu anlatacaktım. Kerebiç, Mersin’de yapılan özel bir tatlıdır. Mersin’e özgü olan birçok şey gibi aslen Arap kökenlidir yanılmıyorsam. Öğütülmüş antep fıstığı yada ceviz, irmikle hazırlanmış bir hamura sarılır ve fırına verilir. Bu imalat ki köfteye benzer, beyaz şekerli bir köpükle kaplanır ve siz de oturup afiyetle yersiniz. Bazı kibarlık zevksizleri bunu çatalla falan yemeye kalkıp piç ederler. Kerebiç yemenin esas zevki parmaklarınla 1 kiloluk pakete dalıp, o beyaz köpüğün içinden köfteyi çıkartıp sağa sola parçalarını dökerek ve biraz da öküzümsü biçimde yemektir. (Hatta imkan olsa da bunu size uygulamalı göstersem, kesin canınız çekerdi) “Iyyyk!!!” yapan arkadaşları kınıyorum. Parmakla kerebiç yemenin zevki başka nerde var.

İftarı yaptık mı; yaptık, kerebiçi yedik mi; yedik, peki bitti mi? Nah bitti! Daha işin meyve faslı var. Ankara’da fiyatlar pahalı olduğu için bu keyfi yapmak zordur ama Mersin gibi portakal, mandalina, elma cennetinde hele benim ki gibi bir anneniz varsa o kadar yemeğin üzerine bir de önünüze meyve sepeti konur ki ben diyeyim 3, siz deyin 5 kilo… Annem “ye yavrum ye, mis gibi portakal, mandalina, c vitamini” diye diretir; siz ise “ulan bunları nereme sokacam, gırtlağıma kadar doldum” diye diretirsiniz. En sonunda bu mücadele sizin 2 portakal, 2 mandalina ve 1 elma yemenizle sonuçlanır; siz de nefes almakta zorlanırsınız. 🙂

Bunları yazarken gözlerim doldu yaaa, ben aile hayatını özledim. Bu Ankara’da 8 senedir ailemden uzak yaşıyorum, bıktım artık yaaa. Ben de birilerinin küçük çocuğu olduğumu hatırlamak, birilerine kapris yapmak, birilerine saçlarımı oynatmak istiyorum. Hem anneannemi de özledim, çok güzel ıspanaklı börek yapar, hem dinsel hususlarda onu çok güzel kafalar ve eğlence falan yaparım. 🙂 Dedem de zaten ne zamandır benle hatun muhabbeti yapmak istiyordu da anneannem “Hüsnüüüüüüü!!!!” diye kızdığından susuyordu. Bu sefer onu bir kenara çekeyim de dünyanın en güzel varlıklarından konuşalım.

Yarın insanlar, sahura kalkacak. O heyecanı yaşayacaklar falan. Ama maalesef büyükşehirde bu olay hiç sıcak ve eski heyecanında değil maalesef. Ramazan’ın geldiğini gazetelerin “Kuran-ı Kerim” vermesinden anlıyorsunuz, bir de geceleri erotik filmler kalkıyor falan. Bayramlar de özellikle benim gibi ailesinden ayrılar için onların yanına gidebileceğimiz tatil fırsatı. Zaten hangi bayram değil ki? Eskiden bir 23 Nisan’ın bile heyecanı vardı beee. Oturur Halit Kıvanç’ı izlerdik. Ben evi bile süslerdim 🙁 Özledim yaaa…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...