Müziğin derin bir yarası vardır kendi içinde. Belki bunca söz yazanın üzerine hep kendi sözlerini yazmak istemiştir ama müzik biraz evrensel biraz mütevazı biraz özneldir. Ben ilk defa kendi sesimi duyduğumda ağlamak istemiştim. Öyle kulağımı parçalayan, yüreğimi dağlayan bir sesim yok belki ama kendimi dinleyince içimdekilerin şiddetiyle yere yığılmıştım. İlk kez bayıldığımda bir şarkı söylüyordum! Şimdi hatırlamıyorum sözlerini ama galiba çok da çocuktum o zamanlar. Büyümek istemeyen ısrarcı çocuklardan biri gibi devamlı üç beş notanın peşinde geçti çocuk oyunlarından kıstığım vakitler. Biraz kartonet okuyarak öğrendim okuma yazmayı. Şarkıları ezberleyerek öğrendim beynimin her alanını kullanmayı. Maceralarla başladı ilk piyano dersim. Siyah kuyruklu bir piyanoda kendime baktığımda küçük iki elin o kocaman tuşların arasında kaybolduğunu gördüm. Zaten sonra o sesleri, o notaları duyunca kendimi de hiç bulamadım! Büyümeye başladığımda çoktan seslerle uyuyan bir kız olmuştum. Oyunlar kaçmıştı, çocuklar büyümüştü, pamuk şeker vakitleri çoktan geçmişti. Hep seslerle yaşadım. Sessizliğin bile bir sesi olduğuna inandım. Karanlıkta bas çaldım, aydınlıkta tizlerimi tanıdım. Her ayrılığım bir şarkıyla damgalandı. Her yeni çarpıntı bana başka duygular yaşattı. Ben hep müzik için ayakta kaldım. Hep aynalara söyledim şarkıları. Böyle bir hayatı seçen insan hiçbir zaman sıradan aşklar yaşayamıyor. Hiçbir zaman yalnızlıktan korkmuyor. Hiçbir maskesi yüzünde uzun süre durmuyor. Belki biraz alkolik biraz uçuk oluyor. Müziği seçen insan attığı adımı 9/8’lik sayıyor. Söylediği sözü Hicaz makamına uyarlıyor, yazdığı yazıyı do-re-mi kafiyesine göre yazıyor. Müziği seçen insanın duyuları kendinden büyük oluyor. Sezgileri herkesin biyografisini yazmaya yetiyor. Müziği seçen insan aşklarını ve hayata ait tüm acılarını biraz jazz biraz arabesk yaşıyor. Müziği seçen insan dünyalı olamıyor.

Uzay Heparı gibi…

Onno Tunç gibi…

Biraz çocuk yaşta seçti müziği Uzay. Hani delikanlı çağı derler ya. Aşka en müsait zamandır o. Çılgınlığın en keyifli ve en doğal karşılandığı yıllardır. Biraz ürkek geçer ilkler, biraz adrenalinli yaşanır her şey. Bir kaç yıl önce İzmir’de yaşayan bir arkadaşımdan Uzay’ın onun çocukluk arkadaşı olduğunu, onunla dans yarışmalarına katıldığını, şarkılar söylediklerini öğrenmiştim. O gün televizyonun başında Nebil Özgentürk’ün Sezen’i anlatan  Bir Yudum İnsan belgeselini izliyordum. Uzay’dan ve ölümünden bahsederken artık dayanacak halim kalmamıştı ve ilk defa birilerinin önünde ama yine de kendimi sıkarak ağlamaya başlamıştım. Tabii yaşanan çok şeyin de etkisi vardı ama içinde Küçüğüm olan bir seste ağlamamak için sanırım taş olmak gerekiyordu. İlk defa beni ağlarken görmüşlerdi. Uzay öldüğünde de odama çekilip sabaha kadar ağlamıştım. Çocukluk aşkını yitiren bir kız çocuğu gibi saatlerce “neden Tanrım, neden Sezen, neden Uzay” diye söylenmiştim. 8 yaşında başlayan bir Sezen Aksu aşkı bugün beni bana sorgulatan bir boyuta ulaştı. O zamanlar hayatın tüm anlamını, tüm gizemini bu kadında buluyordum. Hala öyle aslında itiraf etmeliyim. Bu kadının söylediği her kelime bana beni açan bir anahtar gibiydi! Bundan dolayı da önce Onu sonra da etrafındakileri tanımaya başladım. Yıllarım onun en küçük resimlerini bile kesip sandıklara saklamakla geçti. Şimdi hala vazgeçemediğim bir koleksiyonum var. Zaten müziğe sapıklık derecesinde tutunan bir haylaz olarak sahneyi, orkestrayı, aletleri, ışıkları izlerdim. Piyano öğrenmeye ve piyano çalanlara aşık olmaya başlamıştım. Uzay’ı tanımıştım! En deli çağımda “Deli Kızın Türküsü” ile karşılaşmıştım. Masum Değiliz, Deli Kızın Türküsü, diğerleri ve tabii ki Küçüğüm! Uzay’ın müzik direktörlüğünü yaptığı bu albümde ondan kalan her şarkıyı kanıma eklemiştim adeta. Hayatım boyunca posterini alıp duvarıma astığım tek adam oldu Uzay! Herşeyden önce Sezen’e aitti. Herkesten önce O vardı! İnsan beyni ne kadar yüce aslında. Piyanoda o besteleri, o düzenlemeleri yapan adam bir dahiydi! Hem o kadar genç hem o kadar yetenekli bir müzik adamıydı! Küçüğüm başladı… Yazarken mutlaka bir iki Sezen şarkısı dinlemeliyim yoksa kelimelerin tüm büyüsü kaçıyor, ilham perilerim gelmek bilmiyor. Bu kadın bu adamları nasıl buluyor hiç anlamamıştım. Ama bildiğim tek şey iyi ki bir şekilde hayat onları bir araya getiriyordu! Ama aynı şiddette de geri alıyordu! Uzay bir gece hayatında en sevdiği oyuncağıyla yola çıkmıştı. O yol hiç ermesi gereken sona eremedi! Uzay erken bir kavşaktan dönüp bir daha da hiç geri gelmedi. İşte yeni bir acı! İşte yine bir acı! Uzay’ın ölümü  ağladığımı hatırladığım günlerdendi. Çok acımıştı canım, çok ağrımıştı kalbim… Bir bakıyorum Levent’in albümünde Uzay, Sertab’ta Uzay, Sezen’de Uzay! Öyle ya bir daha Küçüğüm gibi bir şarkıyı hiçbir piyano çalamadı. Lâl hiçbir zaman Uzay’sız anlaşılamadı. Eski gazetelere bakıyorum da şimdi Sezen gibi kimse ağlayamadı!

 

Sonra Onno Tunç! 14 Ocak 1996. Uzay’la Onno’nun ortak bir yönleri vardı. İkisi de hiçbir zaman korkmadı! Biri karada biri havada uçmaktan hiç korkmadı! Biri uçak, biri motosiklet bağımlısıydı! Ama korkmadılar hiç! Zaten korkan bir adam nasıl yazabilirdi böyle kırıp döken şarkıları! Kim öyle inatla çalabilirdi tuşları? Hangi kadın büyük bir aşkla sevebilirdi onları korksalardı?  Bir haber daha. Haberleri izlemeyi sevmiyorum. Onlar haber vermiyorlar. İnsanı bitiriyorlar. O gün karar vermiştim bir daha haber izlemeyeceğime!

Bugün Sezen Aksu konserlerinin en vazgeçilmez ve en iç acıtan anıdır Sezen’in Onno ve Uzay’a “selam çaktığı” ve onların şarkılarını söylediği anlar. O güler! Gülerek söyler o şarkıları ama bir kaçımız anlarız aslında içinden akanları! Orada durmak istemez, sesi çıksın istemez… Geri Dön, Sen Ağlama, Unut Beni… Anımsamak istemediklerim… Hepsi! Hepsi konserlerde binlerce insan tarafından söylenir ve ben her defasında kendini kapana kıstırılmış gibi hissederim. Sezen meşhur hareketini yapar; elini başına götürür ve gökyüzüne bakar, şöyle der : “Bunların sahiplerine bir selam çakalım!” ve o garip kahkahasını atar. Biliriz ki film orada kopar. Sonrasında hep içinde eksilmeyen o acı. Onno Tunç gittiği bir geziden dönerken “görerek uçuş” sırasında sisin içinde kalır ve bir dağa çarpar. Onun için hep iyi pilottu yazdılar gazetelerde. Akrobasi yapardı dediler. Üzüldüler, ağladılar, iyi haberi beklediler, uyumadılar, yemediler, yaşamadılar! Ölüm bazılarına yakışmaz derlerdi. O zaman inanmıştım işte büyükannelerimizin, dedelerimizin söylediklerine. Korkmuştum da. Bir daha Sezen şarkı söylemeyecek, bir daha böyle şarkılar olmayacak diye! Yanılıp yanılmadığımı bilmiyorum hala. Şimdi resimlerdeki, o garip melodilerdeki, gazetelerdeki adam yüzü tuhaf bir şekilde bana bakıyor. 1996 yılına ait bir gazete sapsarı rengiyle o günün sıcak haberini hala aynı şiddetle üzerime fırlatıyor. “ONNO TUNÇ’UN UÇAĞI DÜŞTÜ”. Şarkılar mı bitti? Sözler mi yoksa? Dünya mı durdu? Sezen mi yoksa? Yine çocuktum o zamanlar, hep çocuktum aslında. Hala bugün bunları yazarken ellerim titriyor.  

Bir başka yönünü daha anlatayım mı size? Onno Tunç arabeski müziğimizden arındıran biriydi. Bu yönünü pek kimse bilmez, bundan dolayı da pek kimse sevmez ama müziğe hakettiği şeyi verendi! Öyle ki Sezen’in yaptığı bir projeye de şu sözlerle karşı çıkmıştı : Sezen’in şimdi yaptığı işi açıkçası yanlış buluyorum. O kendini bir anda farklı bir şey yapmak için tekke, dini müzik içinde buldu. Repertuar yanlış, Sezen’in hoca imajı yanlış. O beni bilir, bende onu. Aramızda didişme çekişme yok! Olmamalı!

Kaç kişi yıllarca birlikte çalıştığı, en büyük aşkı yaşadığı birine bu kadar açıksözlü davranabilir ki! Onlar aşkı biraz uzak yaşadılar! Biraz sersemlemişti dünya onlar birbirlerine bakarken! Sezen hiç vazgeçmedi ki ondan. Hiç bir aşkı öyle olmadı ki! Kırılmasın kimse, yargılamasın beni. Çünkü hiçbir aşk onların ki gibi evrensel olamadı! Hiç kimse sevgiyi bu kadar bireysel de yaşayamadı! Kavgalarında bir ironi, biraz komedi vardı! Hiçbir zaman birbirini inciten sevgililer olmadı onlar. Yaptıkları iş aşk gerektiriyordu, aşkları işlerine yetiyordu! Diğerlerinin müziği Onno ve Uzay gibi yaşatamadığına inanıyorum! İyi ki eskiler var. Eksikliklerini hissediyorum en az Sezen kadar. Müzik kadar!

Kimsenin bilmediği bir yönüm var. Daha doğrusu anlatmaktan çekindiğim bir yanım! Ölülerle konuşurum ben! Bazı geceler gördüğüm rüyalar hayatın tüm mistik yanını bana savurmuş gibi olur! Bu ölüler gerçekten ölmüş insanlar oluyorlar ve onlarla yaptığım konuşmalar “gerçek” hayata birebir uyuyor. Gerçek de neyse işte! Anlatmalı mıyım bilmiyorum ama bu yazı biraz eksik kalır eğer anlatmazsam. Ki bu durumu türlü psikiyatrlarla paylaşmayı bile düşünüyordum bir ara. Çünkü her sabah bir kabus gibi oluyordu. Bir gece Onno Tunç’la konuştum. İnanmanızı beklemiyorum ama yine de anlatmalıyım. Bu beni çok endişelendirmişti. Tüm ayrıntıları vermek istemiyorum ama şöyle bir rüyaydı ya da kabus : Bir sahnedeyiz. Daha doğrusu bir gösteri salonunda yine Sezen sayesinde tanıdığım tüm arkadaşlarım yanyana oturmuş bekliyoruz. Simsiyah bir salon! Sezen çıkıyor sahneye. Bir sürü kağıt elinde. Sırayla söylemeye başlıyor. Ama Onno ölmüş çoktan. Onu anıyoruz sanki o anda. Sonra birden siyah perde açılıyor ve arkadan Onno çıkıyor. Hayır diye bağırıyorum. “Bunu ona yapma! Ona yapma!” Hepimiz donuyoruz. Sezen buz kesiyor. Dönüp bakamıyor bile. Sonra Onno yanına gidip Sezen’e sarılıyor. Sezen ağlamaya başlıyor. Ama bağırmak bağırmak değil, hıçkırışı normal değil. Kasılıyor! Birbirlerine öyle bir sarılıyorlar ki anlatmak istemiyorum hissettiklerimi. Hepimiz ağlıyoruz. Sonra Onno bize dönüp Sezen’in elindeki kağıtları alıyor ve şöyle diyor : “Bunlara siz sahip çıkacaksınız çocuklar! Sezen’e de! Bu elimdeki kağıtlara ve bu kadına iyi bakın!” Yeniden Sezen’e son kez sarılıp gidiyor. Ve bir ses: İşte şimdi eksik kalmadı!  

Bu rüya mıydı yoksa gerçek miydi bilmiyorum. Biliyorum ki insanlar burada eksik kalanları tamamlamaya gelirler ve o eksik tamamlanınca ruhları da tamamen buradan gider. Böyle mi olmuştu acaba! İnanmamak ya da inanmak! Size kaldı! Ben böyle bir konuda yalan söyleyecek kadar az sevmedim onları! O gün ve hatta bugün hala hatırladıkça içim hiç hissetmediğim kadar kötü oluyor. Sonrası hep geldi. Ölmüş insanlarla böyle sohbetler ettim ben! Ama neden Onno? Neden Sezen? Neden ben? Neden benim rüyalarımdaydı. Bu mesajı neden bana verdi ki? Çok ağlamıştım Onno Tunç öldüğünde. Bende de mi eksik kalanları vardı? Biliyorum sebebini ama… Neden ben olduğunu çok iyi biliyorum aslında ama…  

Onno Tunç gökyüzüne ait bir adamdı. Uzay da öyle! Bu dünyaya da fazlaydılar! Ama eksik kaldılar. Belki de o yüzden o gece böyle tamamlamak istedi eksiğini! Bunu kimse bilmezdi. Bunun gerçek olduğuna kimseyi inandıracak gücüm yoktu hala da yok ama bu özel bir şeydi ve onun tamamlamak istediğine yardım etmeliyim gibi hissediyorum. Yanılıyor muyum yoksa? Hiç anlatmamalı mıydım? Ama ne anlamı kalacaktı ki. Kim sahip çıkacaktı ki bu şarkılara. Şimdi size anlattım işte. Hepiniz bir Onno Tunç şarkısı duyduğunuzda, konserlerde bir selam çaktığınızda bu anlattığımı ve Onun söylediklerini aklınıza getirseniz bu şarkılar ölmez asla! O kağıtlarda şarkıları ve notaları vardı. O kadar net bir görüntü ki bu, bazen Allahım ben delirdim mi diye korkuyorum! Şöyle bir şey söylemişti: “Göklerde dinleniyorum, rahatlıyorum, beste yapıyorum”

Doğruymuş baksanıza. Neden en sevdikleri oyuncaklarıyla, en sevdikleri yerlerde öldü bu adamlar? Neden böyle büyük sözler söylediler. Biraz dış dünyaya inancınız varsa cevabınız da anlamanız da çok kolay olacaktır. İstedikleri gibi gittiler. İnanmıyorum bugün Sezen’in yaptığı şarkıların Onno’suz Uzay’sız olduğuna! Bir notasında bile olsa onlar hala seslerini gönderiyorlar buraya. Sezen her besteyi Onno’yla yapıyor, her şarkıyı Uzay’la çalıyor biliyorum! Sezen’in inanılmaz bir mistik yanı var. Belki de o her gece onlarla konuşuyor. Delirmişim gibi bakmayın yazdıklarıma. Gerçi bana “normal” gibi hiç bakmayın! Dedim ya inanmıyorum gittiklerine! Kimse gitmiyor. Kimse bitmiyor. Biz sadece gidenleri unutmak için var saymıyoruz dünyada! Üstlerini bu yüzden örtüyoruz toprakla. Oysa ki buradalar! Dualar okuyoruz kendimizi rahatlatmak için. Oysa ki buradalar! Bakamıyoruz acılarımıza. Ama yine de tuz basmak lazım buzu haketsin diye yaralarımıza. Ağlıyoruz mezarlarının başında çünkü Tanrı’ya küfretmek istemiyoruz. Oysa ki buradalar! Onlar Tanrıyla ortaklar!

Az adam sevdim! Az adam için ağladım! İşte ikisini de yazdım! Sevdiğim adamların hepsi kendini vurdu! Hepsi Tanrıya ortak oldu! Hiç sıradan bir adama akmadı içim! Sezen’le ortak noktam bu sanıyorum.

İşte sevdik! Dağlarda kaldı!

İşte sevdik! Yollarda kaldı!

Onun ve benim her sevgimiz bir arıza (bugünlerde benim hayatıma bu yönde katılan bir kadın daha var ama adını da söylemem.) Her adamımız bir kaza! Belki de bu kadar sevmemiz  hata! Aynı kabusları görüyoruz onunla biliyorum! Bu ölümlerin sırrı biziz aslında. Hep aynı noktada aynı kabustan uyandık! Hep aynı anda hep aynı şiddette sevdik! Boşuna aradılar Uzay’ın sebebini. Boşuna aradılar Onno’nun son kule konuşmasını!

Bilmiyorlardı, “kara kutu” bizdik!

Yazarken ikisinin de yanımda, şu anda hemen yanıbaşımda oturduklarını biliyorum. İkinize de “selam çakıyorum”. Yollara da göklere de! Şarkılarınıza da kutsal kadınınıza da sahip çıkıyoruz! Şarkılarınız aşklara en büyük radar! Hızdan da yüksekten de aşktan da korkmuyorum. Büyük taklayı atıp, büyük dağa çarpana kadar!