Küçük kız sırtı sıvazlanarak uyandırıldı yine. Kirpikleri birbirinden ayrılırken babasının silüeti hayal meyal canlandı gözlerinde. Her sabah kulağına aynı ezgiler çalınıyordu ufaklığın. Başucundaki radyo aynı kanalı gösteriyordu o gün de. Algıları yerini bulmaya başladı yavaş yavaş; Türk sanat müziğiydi çalan nameler. Yatakta kalmak için direnmesi bir şeyi değiştirmedi elbette, güçlü kuvvetli babası şefkatli kollarıyla kaldırdı kızını. Koku duyuları da açılmaya başladı kızın yavaş yavaş. İşte hayat buydu! Vazgeçilmez ikilisi çalışma masasını üzerinde duruyordu; çikolatalı ekmek ve kola! Kötü alışkanlıktı sabah sabah kola içmek, zararlıydı evet. Ama babası hiç karşı koymazdı. Yeter ki kızı mutlu olsun…
Kahvaltı faslı bittikten sonra formasını giydirmeye başladı babası. Küçük kız en çok çorabını giymeyi severdi. Aslan babası ona çorabını giydirdikten sonra belindeki lastik kısmından tutup kızını havaya kaldırırdı. Ufacık bir kız için eğlenceli olmalıydı bu…
Çantasını da hazırladıktan sonra servis saati yaklaştı kızın. Evden hiç çıkmak istemiyordu. Korkuyordu belki de… Akşam olmasından korkuyordu, düşünmek bile istemiyordu aslında. Öyle yapardı, olmasını istemediği şeyler aklına gelince ellerini kafasına yaklaştırıp sallardı. Böylece hiç o kötü fikirler aklına gelmemiş oluyordu sanki. Tanrım! Küçücüktü daha… Asansöre bindiğinde minik kafasında bu fikirler vardı sabahın en erken saatlerinde. Apartmandan çıktığında yüzüne çarpan soğuk havanın da etkisiyle kendine geldi biraz. Kafasını mutfak camından el salladığına emin olduğu babasını görmek için kaldırdı aceleyle. Gözden kaybolana kadar gülümsedi kız babasına, öpücük de gönderdi ona. Acaba görmüş müydü?
Okulda yine koşturmaca içinde bir gün geçirdi. Keyfi çoktan yerine gelmişti bile. Güzel bir günün ardından son zil çalar çalmaz koşturmaya başladı o da diğerleri gibi. Servisteki yerini kaptı ve sessizce onun gelmesini bekledi. Tam servise binerken ona gülümsemek istiyordu. Ne yazık ki yapamadı; uykuya yenik düştü ve kafasını cama dayayıp gözlerini kapadı. Olsun bunun yarını da vardı…
* * * * *
Çantasından evin anahtarını çıkardı ufaklık. Babası evde olmalıydı halbuki; ancak o kapıyı çalmak istemiyordu. Kilidi açtı ve çantasını yere bıraktı. Evde sessizlik hakimdi. Ayakkabılarını çıkartıp hemen yatak odasına koştu. Babası uyuyordu besbelli. Kapıyı açtı ve yatağa baktı. Bomboştu… Yatak yapılıydı ve içinde onun babası yatmıyordu. Kız hıçkırıklara boğuldu. İşte yine aynı şeyi yaşıyordu! Kendini suçlu hissetti bütün gün başka şeylere güldüğü için. Sabah giderken evde bıraktığı babası ona veda etmeyi sevmediği için hep böyle yapardı.
Hiçbir şey demeden gitmişti yine şehir dışına. Bırakmıştı çok sevdiğini söylediği küçük kızını… Kızın içi düğüm düğüm oldu. Yatağın kenarında katlanmış halde duran pijamalara baktı. Babası sabah ona el sallarken üzerinde onlar vardı. Koklamaya başladı kız. Sigara ve babasının parfümü karışmıştı. Yine içine çekti doyasıya… Kim bilir bu defa ne zaman gelecekti?
Yaz aylarında tek yaptığı babasının yanına gitmekti kızın. Başka bir yere gitmek hiç istemezdi. Hoş onun yanına gittikten kısa bir süre sonra da başka dayanılmaz bir özlem büyüyordu içinde. Annesinin kokusu! Yaz tatilini ikisiyle bir arada geçirmek tek isteğiydi ufaklığın. Babasına ulaşmak neden bu kadar zordu ki? Neden babası onun yanında olmak için hiç çabalamıyordu? Uzaklaşmasının nedenlerini anlamıyordu küçük kız. Annesinin ne durumda olduğunu bile göremeyecek kadar küçüktü çünkü. Yine de yavaş yavaş düşünmeye başlamıştı. Zor olmalıydı annesi için. Kocası yalnızca kendisini değil aynı zamanda kızlarını da bırakıp bırakıp gidiyordu.
Bu durum annesinin iyice canını sıkmış olacaktı ki, bir yaz günü artık gençliğe adım atmış durumda olan kız gerçeklerle yüzleşmeye bırakıldı. Eline bir saman kağıt tutuşturuldu. Üzerinde annesinin ve babasının ismi yazılıydı. Bir süre bakakaldı kız elindekilere. Neden sonra ağlamaya başladı. Nefesi daralıyordu, bunlar bilmiyor muydu kızlarının alerjik astımı olduğunu?! Ter boşanmıştı üzerinden. Babası onu kollarından tutup lavaboya götürdü ve yüzüne su çarpmaya başladı. Üstü başı ıslanmıştı kızın. Odaya gittiklerinde hala ağlıyordu olan bitene. Babası kızının valizini açtı, üzerine giymesi için kıyafet çıkarıyordu belli ki. Okşadı, sevdi, öptü kızını. Yine de bana mısın demedi kız! Gözlerinden akan yaşlara rağmen giyinmeye başladı. Saçlarını sıkı sıkı topuz yaptı ve ellerini yüzüne bastırarak o berbat görünümünün geçmesini diledi. Zaten hafif çekik olan gözleri ağlayınca iyice küçülmüştü. Koridora çıktığında babası da ayakkabılarını giyiyordu. Konuşmaktan başka ne yapılabilirdi ki…
Ağızlarından tek kelime çıkmadı ikisinin de. Ta ki gölün kenarına varana kadar. Banklarda oturduklarında babası kolunu kızının omzuna attı, diğer eliyle de kızın elini kavradı. Saatlerce konuştular. Neden konuştuklarına kız bir anlam veremiyordu. Sonuç değişmeyecekti ki. Boşanacaktı işte annesi ve babası. Demek artık babası az da olsa gelmeyecekti kızın yaşadığı eve, öyle mi?
Yazın sonlarına doğru artık dayanamıyordu. Annesini ve ablasını iyice özlemişti kız. Babası biletini aldı ve kız evine içindeki acıyı da beraberinde götürerek döndü. Annesini gördüğünde hiçbir şey diyemedi kız. Boşanmayın diyemezdi. Zaten ayrı gibi değiller miydi? Tek bir imza vardı arada. Bunu kavraması zor oldu ama neticede başardı kız. İkisi de onun yine hayatında olacaktı. Mutlu olmalıydılar… Annesi en azından bundan sonra mutlu olmayı deneyebilmeliydi…
Ayrı olmalarına rağmen babası hala gelip kızlarının evinde kalabiliyordu. Anne hiçbir şekilde bu duruma engel olmadı. Her şeyden önce kızlarının babası ve onun ilk aşkıydı. Gelme demedi, hele ki kızların bu durumdan ne kadar memnun olduğunu görürken… Görünen oydu ki, bundan sonra hayatları böyle devam edecekti. Kız için hepsi öyle değerliydi ki! Onlar olmadan yaşayamayacağını düşünüp duruyordu…
* * * * *
Boşanmanın ardından ortalık daha bir sakinleşmişti sanki. Artık kızın içini endişe kaplamıyordu. Belki de en önemlisi –her ne kadar bunu ayrımına geç varmış olsa da- bundan böyle gözleri sürekli yolda olmayacaktı. En fazla acı verenin beklemek olduğunu anladı. Boşanma davası ve neticesi… Evler ayrıydı, dolayısıyla babası her istediği zaman gelmeyecekti. Çok daha dingindi ruhu. Biliyordu ikisinin de onu ne denli sevdiğini, üzülmesi gerekenlerin geride kaldığını anlamıştı. Aralarındaki güzellik ne de olsa çoktan bitmişti. Evet, yirmi küsur yılı birlikte geçirmişlerdi ancak ne kadarı “gerçekten” birlikteydi ki? İlişkilerde fedakarlık hep bir tarafa mı yüklenmeliydi? Bunları düşünmenin hiçbir anlamı yoktu. Bazen suyun üzerinden harikulade görünenlerin derinliğe inildiğinde ne denli zarar verici olabildiğini öğreniyordu yavaş yavaş. Küçük kız artık büyümeyi geçmişti, olgunluğunun ilk adımlarını atıyordu… Hep bir yanı eksik…
O günlerde babasıyla sık sık telefonda konuşmaya başlamışlardı. Aralarındaki mesafeye rağmen kız hiçbir şeyini saklamıyordu babasından. Nasılsa kızın yaşamındaki önemli gelişmelerden haberdar olması için sadece bir telefondu (!) gereken. Bu durudan bile mutlu olmaya çalışıyordu. Yine de bazen kızın içine inceden bir acı saplanıyordu. Yetmiyordu belli ki ona bu ilgi. Babasını istiyordu. Yaşıyordu, hayattaydı ancak aralarındaki mesafe hiç bitmiyordu. Üzüldüğünü belli etmek istemedi hiç. Hep ayrılmalarının doğru karar olduğuna ikna etti durdu kendini.
Şimdi düşünüyordu da aslında belki de hiç söylememişti babasına “Gitme!” diye… Kızsaydı, haykırsaydı yüzüne her şeyi, belki de… Tüm hata onun olabilir miydi? Hayır tabii ki de değildi. Hayatının dönüm noktalarından birinde öğrenecekti bu gerçeği. Eğer gitmek arzusuyla yanıp tutuşan birisi karşısındaysa ve bunu kafasına koymuşsa, akıttığı göz yaşları bile gitmek isteyeni durduramayacaktı. O giden de kayıplar listesine karışıp yok olacaktı… Unutulacaktı…
Kızın ortaokuldan mezun olma vakti gelip çattığında babası için yine uzun bir yolculuk demekti bu. Tıpkı küçüklüğündeki gibi bir öpücük uyandırdı onu mezun olacağı gün. Gözlerini, o bildik kokuyu duyumsamanın verdiği neşeyle kırpıştırdı uyku sersemi kız. Sarıldı doyasıya, öptü, öptü, öptü… Kahvaltı ederken içi içine sığmıyordu. Ne büyük mutluluktu bu böyle, ailesiyle bir arada olması… Tüm gün saçı başı derken bir anda geçiverdi zaman. Mezuniyet töreninde yaşlar aktı her birinin gözlerinden, biricik kızları babasının deyimiyle artık kocaman, liseli bir genç kız olmuştu, az şey değildi. Resimler çekildi, tebrikler edildi ve saatler ilerledi. Artık ailelerden ayrılıp “eğlenme” vaktiydi anlaşılan. Kızın içindeyse heyecan falan yoktu. O aslında ailesiyle eve gitmek, onlarla vakit geçirmek istiyordu. Hiçbir şey demedi. Sadece hazırlandı ve çıkıp gitti sessizce. Gece geldiğinde babasının orada olacağından bile şüpheliydi…
Korkmak yersizdi. Gecenin bir yarısı eve geldiğinde annesi ve babası salonda sohbet ediyorlardı. Belki de bu sonsuza kadar böyle olacaktı, onları her böyle görüşünde “Acaba mı?” diyecekti kız kendi kendine. Bir araya gelmelerini sadece hayal ederek… Bunlar olup biterken kız tahmin edebilir miydi babasının, hayatındaki kısacık bir bölüme tanıklık etmiş olacağı? Hayatlarındaki her şey değişip dururken bir tek şey aynı kalıyordu; babası ile aralarındaki upuzun, bitmek bilmeyen yollar…
* * * * *
Kız artık iyice büyüdü, genç bir bayan oldu. En son bildiğim kadarıyla doludizgin bir aşk yaşadı, fazlaca mutluydu. Nasıl bir ilişki olduğuna ben de tanık oldum az çok. Birbirilerine bakışları bile başkaydı onların. İkisi de daha fazla sevemeyeceğini bilir gibiydi, ya da bana öyle gelmişti. Babasının ölümünde kızın yıkılmasına engel olabilecek her şeyi yapmış çocuk anlattığına göre, aferin ona! Evet, ne yazık ki babasını yitirdi genç kız. O kocaman sevgisi hala yerli yerinde duruyor mu bilmem ama babasına çok dargın hatta kızgın bile denebilir. Asla affedemeyeceğini söylüyor. Sözü edildiğinde hala gözleri doluyor, içi yanıyor besbelli. Ama öfkesine yenik düşmek üzere. Pek anlatmıyor bana da. Tek bildiğim babasının onu çok yalnız bıraktığı. Sonunda da bu apansız çekip gidişi bardağı taşıran damla oldu sanırım. Onu kaybettikten kısa bir süre sonra bir de “her şeyim” dediği çocuktan ayrılmış. Daha doğrusu o ayrılmamış; terk edilmiş. Duyunca inanamadım! Kız öyle çok güveniyordu ki çocuğa, terk edildiğini kendi içinde kabul edebilmiş olması beni bir hayli şaşırttı. Bana bile iyi gelmedi onların ayrılığı. Sanki o ikisi benim aşka inanmamı sağlamaya başlamışlardı. Yaşadıkları az şey miydi? Neler paylaşmamışlardı ki beraber…
Ballandıra ballandıra anlatma diye bir şey varsa eğer bu genç kızın içine işlemişti çocukla beraberken. Kumsalda içtikleri şarabın tadını, sarmaş dolaş dinledikleri tüm şarkıların notasını hatta birbirileri için akıttıkları her gözyaşını bir iki cümlesiyle tüm benliğimde hisseder olmuştum. Öyle görünüyordu ki; babasını kaybettikten sonra bu çocuk kızın hayatındaki en değerli erkek olmuştu. Sadece adını duyması bile gözlerinin parlamasına yol açıyordu. Biz başkayız diyordu da başka bir şey demiyordu. Hayatını geçirmek istediği insandı belki de, ömrü boyunca yanı başında olmasını dilediği ve doyamadığı erkekti o, bana defalarca söylediği gibi!
Kızın gerçekten her şeyden çok sevdiğine tanık oldum. Çocuksa, dediğine göre şimdilerde kayıplara karışmış. Tam bir muamma… Tüm bu yitirdiklerine rağmen çok sağlam gördüm onu. Olanlardan sonra daha da büyümüş. Bir de cümle tutturmuş ağzına nereden duymuş bilmiyorum, etkilendim: “Geri dönmeyeceklerini bile bile gidenler, yaşadıklarıyla yetinmeye ve yaşayamadıkları için günbegün pişman olmaya mahkum olanlardır…”
O son buluşmamızda hayatının bir bölümünü yazmak için izin istediğimde yüzümü kızartarak bir de ilişkisinin neden bittiğini sorma cesaretini buldum. Ağzından bir iki kelime döküldü isteksizce. Her ne kadar olanlardan sonra üzülmemesi gerektiğini söyleyip dursa da acı çektiği çenesinin inceden titremeye başlayışıyla belli oluyordu. Sanırım ondan duyduğum bu cümle hem babasının hayatı hem de hala içinde bir köşede duran o çocuk içindi: “Yaşandı ve bitti…”