Bir trenin içindesin; soğuk bir İngiltere gününden seni alıp en sevdiklerinden biriyle –yani annenle- İskoçya’ya götürüyor. Nasıl heyecanla gitmiştin tren garına… Öyle yalnızdın ki o günlerde, annen gelince onu dünyanın en mutlu insanı yapmak istiyor, yalnızlığının içindeki güzel şeyleri tek tek ona göstermek istiyordun. Açık pazarları, çiçekleri, yol kenarındaki saksıları ve Corn Exchange’i… Ona evinin yolunu göstermek istiyordun, hangi parktan geçtiğini, Big Issue aldığın evsizi, ağaçları ve her gün alışveriş yaptığın marketi…

 

Her Pazar aldığın Sunday Times’ın ağırlığına o da şaşırsın istiyordun, içtiğin Güney Afrika şarabının tadına baksın, uyduruk odan için aldığın yatak örtüsünü beğensin istiyordun. Onun için mumlar alıp yakmak, gelişini bir şölene dönüştürmek, Leeds’i ve kuzeydeki bir iki şehri iyice gezdikten sonra onu İskoçya’ya götürmek istiyordun. Senin de hiç gitmediğin İskoçya’ya. Nedense Leeds’e yani onca zamandır yaşadığın yer için birkaç gün yetti, sen de kaçmak istiyordun herhalde sıkıldığın bu şehirden, ama okulun o görkemli kütüphanesini annene gösterdikten sonra… Işıl ışıl vitrayları, kendini sahiden bir öğrenci gibi hissettiğin geniş, yuvarlak mekanı bilsin, görsün, “kızım demek burada ders çalışıyor” desin istiyordun.       Union’a da götürdün anneni muhakkak, ders sonraları peynirli bir börek aldığın küçük marketi de gösterdin ve sonra İngiltere’nin en uzun okul barını da, belki iki kadeh şarap da içtiniz orada, sen yine unuttuğun için tatlı şarap geldi büyük olasılıkla, itiraz etmeyi de hiç bilemediğinizden ana kız içiverdiniz bir dikişte elinizdekileri Suede bangır bangır çalarken. Ve belki postaneyi gösterdin annene, “buradan yolluyorum mektupları” dedin, “sahi böyle şirin bir postane görmüş müydün sen hayatında?”

Yolculuk için doksan pound ödedin, internet henüz yeniydi ama yolunu bulup İskoçya’da kalacağınız bütün pansiyonlara rezervasyon yaptırdın. Oda resimlerine göre tercihlerini yaptın. Ve işte kocaman köpekler ve kuzular yemyeşil bir dünyada koştururken İskoçya yolu. Trenin içi. Anneni nasıl da özlemişsin… Yanında. Artık üzülmek, bunalmak yok, ders de yok birkaç günlüğüne. O geliyor diye cidden çok çalışıp bitirdin her şeyi. Şimdi tatil vakti, hem de İskoçya’ya. Yolculuk, her adımda seni başkalaştırıyor. Yolculuk sana hep öğretiyor. Yolculuk; sonraları öyküler yazdırıyor. Bunu o zaman yazmıştın, hala çok seversin.

BİR İSKOÇYA HATIRASI

Kutuyu kapattım. Açık mıydı, hangi mevsimdi yaşadığım unuttum. Sanki yaşadığım her şey silinip gitmiş aklımdan, bir türlü anlamlı bir an ya da mevsim anımsayamıyorum. Koyun gözlü adamlar ve çocuklar, koyunlu düşler ve koyun şeklinde anahtarlıklar var kutumun içinde. İskoç köpeklerine benziyorlar. Bir adam geniş yolun kaldırımında gayda çalıyor. Oysa hava sabah çok soğuktu. Birden mavi, kocaman paltomdan utandım, güneş çıktı. Gayda çalan adamın İskoç eteği ve dizlerine kadar çektiği siyah çorapları vardı.

Gayda sesi ruhuma yapışıyordu, üstelik her nota tek tek yapışıyordu. Yüzyıllık viskiler gördüm vitrinlerde. Dükkan isimlerinin yazılı olduğu tabelalar en az viskiler kadar eski görünüyorlardı. Her şey İskoç desenliydi, her yer ve gözlerim. Bir koyunu andıran tüm gözleri küçük kutuma saklamıştım. Gayda çalan adam her notayı ruhuma yapıştırırken gözlerimi kaçırdım. Ona herkesten çok para verebilirdim, utanmaktan kaçtım.

Gözlerim eteğine takıldı. Hava sıcaktı, o mevsimde Edinburgh için çok sıcak. Gittim. Koyun kazakları satan yerlere uğradım tek tek. Posta kartları aldım hiç yollamamak için. Kimseyi tanımadan, tanımaya çalışmadan geçen mevsimleri anımsadım. Geceler geçmek bilmeden, gündüzleriyse ben olmadığım kaç yıl?

Gidip ağladım. Bu kaçıncı ağlamaydı söylemeyeceğim. En çok koyunlara benzeyen İskoç köpeklerine ağladım, Scottie Dug. Oysa papağan resimli yerde bira içerken dudaklarıma ruj bile sürmüştüm. İskambil kağıtlarım yere düştüler. En üstte kırmızı kalpli as vardı, iyiye yordum, mevsimlerin döneceğine.

Turuncu ruju dudaklarımda tekrar gezdirdim. Garson kız ağlamaklı gözleriyle yemeği neden beğenmediğimi sordu. “Hangi yemeği?” demeye çok korktum, oradan kaçtım. Arkama bile bakamadım, onu orada ağlar halde bırakmak içimi parçaladı.

 

Sokaklar darlaştı, ışıklar azaldı. Küçük evler, pis kokular notalarla dolu ruhuma ulaştı, her yere korku bulaştı. Islık çalmaya başladım birden, kendim bile duymadım. En çok koyun kazağımı çalmalarından korktum, en çok sabah edindiğim huzuru çalmalarından korktum. Hızlı yürüdüm, paltosuzluğum içimi rahatlattı, oysa koyun kazağımla onlardan biri gibi göründüğüme bir an olsun bile inanmamıştım. Kırmızı kalpli asa güvendim, yolu bulacağıma, üstelik gaydalı adama ulaşacağıma inandım.

Gaydasız, eteksiz onlarca adamın yanından geçtim, onlara Prens Yolu’nu sormadım, soramadım. Sonra biri, koyun kazaklı bir adam durdurdu beni. En çok sabah edindiğim huzurun ve fotoğraf makinamın çalınmasından korktum. Adam koyun gözlerini gözlerime çevirdi, gülünce bir gamze belirdi yüzünde, bir de bir sıfır ya da çok sıfır galip olmanın huzuru yapıştı yüzüne. İşaret parmağımı sıkıca tutup kahkaha attığında ön dişlerinde bir bayrak resmi belirdi, güldüm. Parmağımla yolu gösterdi, fotoğraf makinemi ona verdim, gitti.

Koşmak istedim, ayaklarım istemedi. Yeniden papağanlı yere geldim. Garson kız hala ağlıyordu, cam buğuluydu, yine de gördüm. Çalan müziği duymak için kulağımı cama dayadım. İçeride kesinlikle şehirlere ait şarkılar çalınıyordu, Counting Crows’dan Baltimore’u dinlemek için bekleyemezdim. Notalar tek tek yapıştıkları yerden düşmeye başladılar, yeniden korktum. Dolunay üç gece önce olduğuna göre şimdi kırmızı kalpli astan başka tutunacak bir şeyim yoktu. Gayda çalan siyah çoraplı adamı bulmalıydım.

Kutuyu açmadan salladığım sırada bir koyun sesi duyduğumu sandım. Bir köpek havladı, belki de bir koyundu gördüğüm, gidip ona kırmızı kalpli ası gösterdim. Tepkisini merak ettim en çok, bir de onun gaydalı adamın köpeği olmasını diledim. Köpek iskambil kağıdını ona uzattığım anda yedi, çok sevindim.  Notalar geri gelir gibi oldu bir an, kendimi tebrik ettim. Koyun kuyruğunu salladı, ona koyun kazağımı ve Scottie Dug yazan tişörtümü gösterdim. Yoldan geçenler bana baktığında en çok başka bir dilde konuşuyor olmamın keyfini yaşadım. Köpek yürüdü, ayaklarım izledi. Hava çok soğudu, mavi paltomu özledim.

Üstü açık şehir turu otobüsleri beni bekliyorlardı, koyunla bindim. Otobüs yol aldıkça rüzgar esti, rüzgar estikçe hava soğudu, köpek hep önümdeki koltukta kıpırdamadan oturdu. Tur rehberi hayaletlerle dolu arka sokaklara gitmek için ekstra para istediklerini söyledi. Bir yerde durduk, bir köpek heykelinin olduğu yerde. Koyun heykele üzüntüyle baktı, sonra başını eğdi. Tur rehberi bunun, sahibi öldükten sonra kendi de ölene kadar sahibinin mezarı başında bekleyen köpeğin heykeli olduğunu söyledi ve ekledi; mavi paltom çok güzelmiş ve dikkatli olmazsam çalınırmış. “Koyundan mı?” dedi, hayır anlamında bir ses çıkarttım umarsız, beni anlayamadığını söyledi. “Zaten beni kimse anlamıyor” diye mırıldandım, gidip köpek heykeline dokundum. Heykel köpek canlanır gibi oldu, bakışlarıydı buna neden olan. Heykeli kim yapmıştı peki, köpeğin sahibinin en yakın arkadaşı olabilir miydi? Kimin arkadaşı vardı ki, köpeğin sahibinin olsun? Köpeğin bakışlarında hüzün vardı, bir heykelde bunu yakalamak korkunçtu, böyle bir heykel yapabilmek korkunçtan da öte olmalıydı. Koyun gelip tüylerini bacağıma sürttü, sonra heykel köpekle aynı pozisyonu aldı, gözlerinde aynı hüzün belirmedi. İkisine birden aynı anda dokundum, o an sanki bir güç tüm bedenimi sardı, bir an her şeyin güzel olabileceğine, yaşadığım tüm mevsimleri anımsamasam da bundan sonrakileri anımsayabileceğime inandım.

Tur rehberi adımla seslenerek beni çağırdı, nasıl olup da bildiğini sormadım. Tuhaf gecenin tek yolcusuna her şeyi anlatmak istiyordu, her şeyi tek tek anlatmak. Köpek heykelinin bulunduğu yerin tam karşısında şehrin en eski pubı duruyordu, içini görmeye çalıştım. Duman ya da sis miydi görmemi engelleyen bilmiyorum, yine de içeride yüzyıllardır, orada, tahta masaların başında oturmuş büyük kupalardan bira içen, şişman, sakallı adamların olduğunu söyleyebilirdim. Şehir olduğu yerde duruyordu sanki, yalnızca insanlardı giden, terk eden ya da ölen. Yerlerini çocuklarına bırakıyorlardı, “Hiçbir şey bozulmayacak, anlaşıldı mı?” sözleşmesi yapıyor olmalıydılar birbirleriyle. Tüm bunları düşünürken koyun tekrar tüylerini bacağıma sürtmeye başladı, sanırım heykeli olan köpekli  yoldan her geçişinde hüzünleniyordu. ‘Eğer içinde notalar varsa, şimdi tek tek dökülüyorlardır’ dedim içimden.

Tur rehberine başka bir yere gitmemizin zamanının geldiğini söyledim, mümkünse ruhlarımıza notalar yapıştırabilecek kadar yetenekli bir takım adamların bulunduğu yerlere. Rehber “Yani hayaletli sokaklara mı?” dedi, “Kimseyi anlamaya gayret göstermezsen kimse seni anlamaz” dedim ona, söylediğim bu sözlere kendim bile şaşırdım. Rehber üşüdüğünü söyledi, paltomu bir an olsun giymek istediğine yemin edebilirdim. Köpek çevremde sabırsızca dolaşarak gitmek istediğini belirtti. Rehber, elimdeki biletle aynı gün içinde yeşil otobüslere istediğim kadar binebileceğimi ve koyun kazaklarından indirimli alabileceğimi söyledi. Büyük bir ciddiyetle ona teşekkür ettim, her mevsimi anımsamasını söyledim, eğer mümkünse.

El salladı bize, koyun ve ben ondan uzaklaşırken. Otobüsün şoför koltuğu boştu. Sürekli hareket halindeki otobüsün içinde üşümekten çok yorulmuştum. Köpek yürüdü, ayaklarım izledi. Paltomu kiralık bir kasaya koyup, kasanın anahtarını koyunun tasmasına taktığım sırada, tasmanın üstünde bir yazı gördüm. Yazı bir çeşit izin belgesine benziyordu, sokaklarda çalışmak için alındığı belliydi ama hangi iş için olduğunu anlayamadım. Köpek birine aitti, adı “Noch”tu, orada neredeyse her yerin ve her şeyin adı “Noch”tu zaten.

Kale ışıklar içindeydi, içinde o saatlerde mutlaka hayaletler geziyor olmalıydı. Gerçek bir hayalet turu yaşatmak istiyorlarsa, turistleri mutlaka o kalenin içinde gecenin geç saatlerinde yalnız, aç, susuz, ışıksız bırakmaları gerektiğini düşünüp güldüm. Noch’a seslendim, kalenin masalımsı görüntüsünü biriyle paylaşmak için. “Noch” dedim, “hadi gel!”.  Çözemediğim bir ifadeyle yüzüme baktı, sanırım biraz sıkıntı vardı bu bakışta. “Kaçıncı görüşün bu kaleyi?” dedim, kesinlikle sıkıntılı bir yüzle bana baktı. Şehrin tüm saatleri üç kez vurduklarında gürültülü bir ses çıktı, korktum. En çok gaydalı adamı bulamayacağım için korktum. Gidip paltomu aldım yeniden, oysa gaydalı adamın beni böyle görmesini istemiyordum. Cebimden turuncu rujumu çıkartıp tekrar sürdüm.

Bir vitrinin içindeki kameranın çektiği yüzüme baktım, yorgunluğuma şaşırdım, saçlarımı taradım. Koyun yanıma geldiğinde “Hadi” dedim, “gel seninle bir İskoçya Hatırası çektirelim şu makineye”. İkimiz de gülümsediğimiz anda bir flaş patladı, arkamı döndüğümde dişlerinde bayrak resmi olan adamı gördüm. “Ama bu makine polaroid, benim sana verdiğim ise gerçek bir makineydi” dedim. Adam makinemi satarak bunu aldığını söyledi, özel zamanları anıya dönüştürmek için fazla sabırsızmış. “Peki benim için özel olan şu anın senin için önemi ne olabilir, üstelik arkamız dönükken çektin fotoğrafımızı” dedim. “Hayır, tümüyle yanılıyorsun” dedi, “Bir kere, ben usta bir fotoğrafçıyım, geceleri çalışır, senin gibi tuhaf insanları izler, özel anlarını fotoğraflar ve onlara bu fotoğrafları inanılmaz paralar karşılığında satarım.”

“Ama, arkamız dönükken çektin” dedim ısrarla, cebimde hiç para yoktu.

Fotoğrafı uzun süre salladı, “Sizi arkadan değil, vitrinin içindeki televizyona yansıyan görüntünüzden çektim. Bu yılın fotoğrafı” dedi. Sonra yerlerde yuvarlanmaya, taklalar atmaya başladı, “Yılın fotoğrafı, gecenin tam üçünde -bizim dilde der ki bazı şarkılar dertlerin en gücünde- turuncu rujunu az önce sürmüş ve saçlarını taramış yorgun bir kızın yanındaki koyunla bir vitrinin içindeki kameraya gülümserkenki fotoğrafının hem arkadan hem de vitrinin içindeki televizyona yansıyan biçimiyle polaroid bir makineyle dişlerinde bayrak resmi olan bir adam tarafından çekilmiş hali mi yani?” dedim. Başka bir dilde kurduğum bu tümceye inanamamanın şaşkınlığını yaşarken adam hemen yanıt verdi,

“Bir kere bir fotoğrafın yılın fotoğrafı olup olmadığına karar verebilecek önemli şahıslar şu anda burada olmadığına göre, bunu yapabilecek yetideki insanlar yalnızca sen ve benim. Üstelik bana göre yılın fotoğrafıysa yılın fotoğrafıdır, kime ne bundan? Bir polaroid ya da bir Canon, Minolta ya da Pentax. Kimin umurunda? Bir fotoğrafı değerlendirebilmek için onu okuyabilmek gerekir. Sence bu fotoğraf senin gecenin, kabuslarının özeti olmayacak mı? Bu fotoğrafa bir hafta ya da on yıl sonra baktığında ve her baktığında bir öykü, üstelik her seferinde başka bir öykü yazabilecek güçte hissetmeyecek misin kendini?”

Yılın fotoğrafı için hiç param olmadığını söyledim, “Seni sevdim, ne versen kabulümdür” dedi bizim ülkedeki adamların ağzıyla. Cebimde duran tahta kutumu açıp içinden en sevdiğim taşı ona uzattığım sırada, o da filmlerde gördüğümüz takas sahnelerindeki gibi ayna anda bana fotoğrafı uzatıp koşarak kaçtı.

Kalbim çarparak fotoğrafa baktım; simsiyahtı, yine de her şeyi gördüm. Dişlerinde bayrak resmi olan adamın arkasından “İşte yılın fotoğrafı” diye coşkuyla bağırdım. Koyun, fotoğrafı görmek için sabırsızlandı, oyun olsun diye ondan fotoğrafı gizleyip koştuğum sırada kendimi her zamankinden çok daha yorgun hissettim. Paltom ağırlaştı, cebimdeki kağıtları saydım, elli bir tane. Bir an içimi bir korku, beynimi bir boşluk sardı, neden sonra kırmızı kalpli ası köpeğin yediğini anımsadım. Desteden yeni bir kağıt seçmeye karar verdim; yolun kenarına, kalenin en iyi görünebileceği yere oturdum.

Koyunun sıcaklığı ellerime yapıştı, kağıdı ona seçtirmeye karar verdim. Kalenin ışıkları bir an söndü sandım, o sırada koyun kağıdı seçti ve ben göremeden yedi. Tüm kağıtları ayırıp eksik kağıdı bulmak zorundaydım. Uykum vardı, garson kızdan özür dilemeli miydim, karnım çok acıkmıştı üstelik, eksik olan kağıdın üstünde yedi işaret ve ters bir siyah kalp olmalıydı. Yedi karanlık saat uyumaya karar verdim. Bir banka oturmak için yürümeye başladım. Şehirdeki her bankı birileri birilerinin anısına yaptırmışlardı, işte yine uyumamak için bir neden daha. Sırayla tüm bankların üstünde yazılanları okumak ve bütün bunlardan bir anlam çıkartmak için saatler boyu yürümem gerekiyordu.

Nereye gidersem gideyim kalenin görüntüsü benimle birlikte geliyordu, “Bir çeşit kutup yıldızı görevi görüyor kale bu şehirde” dedim köpeğe, kulaklarını kaldırdı. Anlamamış olabileceğini düşünüp tekrar ettim, “Kale diyorum, bu sizin şehirde bir çeşit pusula görevi görüyor galiba”. Köpek bu kez anlayıp kuyruğunu salladı.

Banklar ölen eşler ve çocuklar için yaptırılmıştı en çok. Şehir her zamankinden daha çok ölümü çağrıştırınca ruhuma yapışmış kalan son notalar da düşmeye başladılar. Sonunda, “Çok sevgili koyunum için bütün banklar feda olsun” yazan bir bank bulduğumda hemen oturdum. Gözlerim doldu o an, ama ağlamadım. İçimden ölen eş ve çocuklara üzüldüğüm anlardakinden daha fazla nota düştüğünü koyuna belli etmemeliydim.

Neyse ki tüm huzursuzluklara karşın mevsim kıştı, aylardan neyse ki kasımdı ve neyse ki aradığım bir şey vardı. Saat on olsun istedim, gözlerim kapandı. Köpek patileriyle cebimdeki kutuyu buldu, burnuyla açmaya çalıştı, bunları gözlerim kapalıyken hissettim. Paltomu koyunla paylaşarak uykuya daldım. Koyunu için üzülen adamın bankında, hem de gözlerimi kapadığımda bir tek bile koyun saymadan.

 

Garson kız düşümde bana tabaklar dolusu yemek yedirdi, ellerim sandalyenin arkasında bağlıydılar. Her kaşık yemekte karnım daha da acıkıyor, daha büyük bir iştahla kızın eline uzanıyordum. Yemekler masanın üstüne, yerlere düşüyordu. Kız defalarca yemeği neden beğenmediğimi soruyordu. Her seferinde yanlış anlaşılmaktan çok yorulduğumu anlatıyordum ona. Beni dinlemiyordu elbette. Sonra yoruldu, elleri masanın üstüne düştü. Yemekleri gerçekten beğenmemiş olsaydım o an kendini yorgun hissetmeyeceğini söyledim.

Papağan resimli yerin kapanma zamanı geldi, sakallı şişman adamlar ve onların kopyası çocukları gülerek, sendeleyerek çıktılar oradan. Garson kız ellerimi çözdü, yerleri süpürmeye başladı. Ortalığı toparlamasına yardım ettim neşeyle. Teybe Counting Crows’un Baltimore şarkısını koydum, Joan Baez Amsterdam’ı söylemeye başladı. Köpek müziği duyunca bir masanın üstüne yatıp gözlerini kapattı. Tabakları yıkarken şarkıya eşlik ettim. Bir sessizlik oldu şarkı bitince, kapının açıldığını çan sesinden anladım. Koyun gözlerini kapıya diktiğinde kalbim hızla çarpmaya başladı. İçeri gaydalı adam girecek, ruhuma yeni notalar yapıştıracak sandım. Gelen rüzgardı, içeri ve ruhuma dolan yalnızca soğuk havaydı. Garson kız tekrar ağlamaya başladığında uyandım.

Paltom elbette çalınmıştı, şaşırmadım. Köpek hala uyuyordu, “Noch Noch Noch Noch Noch Noch Noch” dedim, birden gözlerini açtı. Şehrin saatleri on kez vurdular, “tam isabet” deyip güldüm, köpek dişlerini gösterdi. İskambil kağıtlarının parçaları dişlerine yapışmıştı, söylemedim. Koşarak o sokağa gittim, gaydalı adamı gördüğüm sokağa. Mavi paltomun çalınmışlığı huzur verdi birden içime, yanımda olsaydı yeniden kasaya koymakla yitireceğim zamanı düşünüp sevindim. Her şeyi tersten başlatıp bilmecenin başladığı yere ulaşmak için önce koyun kazakları satan yerlere girdim. Acele etmemeliydim, onu orada görebilmek için film tek kare atlamadan geri sarılmalıydı. En son yüzyıllık viskiler satan dükkanın vitrinine koyun gözlere bakıp yüzümü gaydalı adamı görmeyi umduğum kaldırıma çevirdim.

Oradaydı elbet, kalbim hiç olmadığı kadar hızlı atmaya başladığında Noch’a tutunmak istedim. O kendini benden kurtarıp gayda çalan adama doğru koşmaya başladı. Tüylerini adamın siyah çoraplarına sürttü. Adam gülümsediğinde içime bir tane nota yapıştı. Sessizliğin, müziksiz bir anın ruhuma nota yapıştırışının ilkiydi. Adam gaydasını eline aldı, ona görünmeden kutumu açıp gelen müziği içine doldurdum.

Koyun kazağımı yavaşça çıkarttım, cebimdeki tur biletinin üstüne şunları yazdım,

“Gaydalı adam
Faydalı adam
Bu kez yaşadığım mevsimi unutmayacağım.
Aylardan kasım, mevsimlerden kış.
Burası İskoçya, Edinburg.
Bir köpek ve ben ve sizin müziğiniz vardı.

Tüm bunlardan arta kalan bir fotoğraf ile kutuma doldurduğum müziğiniz.
Başka bir ülkeye gittiğimde bütün bunları anımsayacak mıyım? Oysa kalıp biraz daha, sizi tanımaya çalışmak…

Bir an düşündüm de bu korkunç bir fikir. Biliyorum beni sevmezsiniz, kimse sevmez beni  ve benim kutuma doldurduğum müziğiniz, sizin beni hiç sevemediğinizi bakışlarınızdan ilk çıkardığım anda uçup gider. Ruhuma yapıştırdığım tüm o notalar da uçup gider. En iyisi bu notu sizin görmediğiniz bir anda bırakıp kaçmak. Hem böylelikle sizin de unutamayacağınız küçük bir öykü olarak kalabilirim anılarınızda.

Hoşça kalın.
Gerçekten!”

Kazağı ve notu gaydalı adam görmeden köpeğin dişlerinin arasına yerleştirdiğim sırada tur otobüsü önümde durdu. Rehber gitmemiz gerektiğini söyledi, ona artık bir biletim olmadığını ama  kutuma sakladıklarımın beni uzun süre idare edeceğini söyledim.

Ece Arar