Hayatımdaki en özel insanı, annemi 26.Aralık.2007’de kaybettim. Bu yazıyla kimseyi üzmek amacında değilim. Sadece, bilmediğimiz bir hastalığa karşı canımızı dişimize takarak verdiğimiz mücadelede; en büyük ilacı ‘MORAL’ dendiğinden moralimizi yüksek tutmaya çalışarak geçirdiğimiz zorlu süreçte yaşadıklarımızı paylaşmak istiyorum. Belki birilerine aktaracağım tecrübelerin yararı olur… Ayrıca beni dünyaya getirmekle kalmayıp hem anne hem de babalık görevini tek başına üstlenmiş bu mübarek insanı biraz yâd etmek istiyorum.

 

Dinimizde yas yok, bende yasta değilim zaten. Biz yazılarla yaşamı paylaşıyoruz. Madem şimdilerde acıyı ve hüznü yaşıyorum; bu defa buna dair duygularımı paylaşmaya ve annemin yaşam öyküsünü aktarmaya çalışacağım… Belki nasıl kanser olunduğu hayat hikâyesinde saklıdır. Mutsuzluk, sevgisizlik, haksızlık, üzüntü, hakir görülme… bütün bunlardan bir kaçış bir teselli için sığınılan sigara!.. Otuz yıl içti, dile kolay… O yaktı, ben söylendim.

Annem Nuran Kostak’ın hayat hikayesi;

Annemin kızlık soyadı, şu meşhur Türk Sanat Musikisi şarkısı ‘Karam’da sıkça tekrarlanan ‘Kostak’. Şık giyinen yakışıklı anlamına geliyor. Dedesi Kostak Recep, bu tanıma tıpatıp uyduğundan lakâbının hakkını veren biriymiş. Hanları ve atlı arabaları varmış. Soyadı kanunu çıktığında genellikle lâkaplar alındığından onlarda haliyle Kostak’ı almışlar.

Annem 26 Mayıs 1937 tarihinde Bandırma’da Mehmet ve Zübeyde Kostak çiftinin ikinci çocukları olarak dünyaya gelmiş. Kendisinden beş yaş büyük Şukran isimli bir ablası vardı. Teyzemiz çocukken oynamaya gittiği bir inşaatta yüksekten düşüp kaburgalarını kırmış. Çocuk olduğu için rahat durmadığından alçıya konulamamış ve bu yüzden sakat kalmıştı. Dedemiz Mehmet Kostak, genç yaşta (sanırım 32…) tifo gibi o zamanın amansız bir hastalığından vefat etmiş. Anneannemiz iki çocukla dul kalmış. Tekrar evlenmeyi hiç düşünmemiş. Miras kalan iki ufak evi bölerek oda oda kiraya verip birde aileden intikal dört adet zeytinliği kendisi bizzat işleyerek ve elişi yapıp satarak kıt kanaatte olsa geçinmeye gayret etmiş.

Annemiz ortaokulu bitirdiğinde, o zamanlar Bandırma’da lise dengi okul olmadığından eve kadar gelen öğretmenleri “Zübeyde Hanım, Nuran çok çalışkan ve akıllı bir öğrenci ne olur onu Bursa veya Balıkesir’e öğretmen okuluna yollayın” diye rica etmişler. Anneannem; “Ben dul bir kadınım, iki tane evladı zorluklarla büyütüyorum. Kadın başıma birde kızımı gurbete gönderip diyar diyar peşinde gezemem!..” demiş ve göndermemiş annemizi.

Erkenden serpilip güzel bir genç kız olmuş. Dünürler akın akın gelmeye başlamışlar haliyle. O zaman öyle görüşme anlaşma flört zamanı değil. Evlenmek için tek seçenek görücü usulü. Diğer kızlar “Şu Nuran bir evlense de görücüler artık birazda bize gelseler…” diye yakınır olmuşlar.

Nasıl evlendiğine gelince… dedemiz Hacı Ali Faik Aksekili, denizden ve karadan nakliye filoları olan bir işadamı. Akseki Nakliyat Anbarı sahibi ve Bandırma’yla da iş yapıyor. Annemlerin yan ev komşusu dedemizle iş münasebeti olan ünlü bir tüccar. Dedem, babamın kendi bulacağı kızdan hayır gelmeyeceğinin, aileye sokulamayacağının bilincinde başını biran evvel bağlamak istemiş. İhsan Altuncu Bey’e; “Tanıdığın şöyle eli yüzü düzgün, helâl süt emmiş, ehli namus birisi var mı?.. demiş. Onun da aklına hemen, herkesin akın akın dünür gittiği komşusu Zübeyde Hanım’ın küçük kızı Nuran gelmiş.

Babaannem ve dedem çok muhterem insanlardı. Onların babam gibi haylaz, süzme bal (!) bir oğulları olacağı kimin aklına gelir… Evlâtlarının şımarık, mesuliyetsiz aklı on karış havada biri olduğu bilindiğinden, çevrelerinden gidip kız isteyecek yüzleri yok.Piyango anneme vurmuş. Bizimkiler herhalde başlarına talih kuşu (!) kondu zannetmişler. Dedemler görmüş beğenmiş ve istemişler. Söz kesilmiş ve bilâhare nişan takılmış. Ama bu aşamalarda damat hiç yok ortalıkta!.. Annemlere gösterilen sadece küçücük bir vesikalık resim. Birbirlerini ancak nikâha bir hafta kala görmüşler.

Anneannem çok seneler sonra dedeme; “Hacı bey, sen kendini gösterdin bize oğlunu sattın” demişti. İnsan bin yıl düşünse bir babanın oğluyla; hem ruhen hem de fiziken bu kadar taban tabana zıt olabileceğini tahmin edemez…

Annemle babam nikah öncesi bir araya geldiğinde ortaya büyük bir tezat çıkmış. Annem erken serpilmiş enine boyuna, ay parçası gibi. Babamsa o kadar itinaya kuş sütüyle, beslenmeye kırkküsür kilo. Tam manasıyla tüy siklet!.. Teyzemiz bu enişte adayını hiç beğenememiş, kardeşine lâyık görmemiş ve çok ağlamış. Fakat etraftan ikaz etmiş; “Sen sakatsın evlenemeyeceksin diye kıskandın zannederler. Aman kızım ağlama” demişler. Onun üzerine gözünün yaşını silip bağrına taş basıp susmuş teyzemiz.

Neyse her iki tarafta; “Erkekler geç tamamlar gelişme sürecini zamanla aradaki fark herhalde kapanır” demişler. Zamanla farkın daha da açılacağını bilmeksizin…

Nikâh ve düğün resimlerini; ya annemi oturtup babam ayakta, ya da ayağının altına takoz koyup önünü çiçeklerle kamufle ederek çektirmişler.

Annemle babamın nikâh ve düğün törenleri İstanbul’da olmuş. Dedem davetliler için Bandırma-İstanbul arasında sefer yapan gemiyi tümüyle kapatmış. Bandırma’da yıllarca konuşulan dillere destan bir biçimde evlenmişler. Her şey dört dörtlük yapılmış, olağanüstü takılar takılmış. Ancak, sudan bir sebeple babam annemizi ilk geceden kırıp ağlatmayı başarmış!.. Teliyle duvağıyla namusuyla gelin olan annem, karşı tarafın kendisiyle rızası olmadan aile zoruyla evlendirildiğini ve kendisine içten içe kinlenip garez olduğunu nasıl bilsin!..

Üç sene boyunca bu mesut çiftin (!) çocukları olmamış… Bu arada babamız Diyarbakır’a askere gitmiş ama sıkılıp bunalıp sık sık kaçıp İstanbul’a gelmiş. Hatta -rezalete bakın!..- üç kere silahını uçakta unutmuş. Dedemiz her defasında; ne yapıp edip kayıp tüfeği buldurup, oğlunu yaka paça birliğine teslim etmiş. Babasız büyüyen, erkekler hakkında pek fikir sahibi olmayan annem bu olup bitenleri şaşkınlıkla izlemiş…

Babamız askerdeyken ablam doğmuş. Sapsarı saçlı, mavi gözlü yumuk yumuk acaip güzel bir bebek. Evde bayram ilân edilmiş. El kadar bebeğin kundağına koskoca pırlanta maşallah broş iliştirilmiş!.. Dedeyle babaanne uzun yıllardır çocuk hasretiyle yanıp tutuştuklarından bu güzel bebeğe derhal el koymuşlar. Hem de acıkıp süt emmek için ağladığında bile anneme vermeyecek kadar!.. Kadıncağız sonradan “Sütlerimden dolayı sancılı vaziyetteyim. Ne olur çocuğumu verin emzireyim” dedikçe “Hayır” dedi babaanneniz. Üzüntüden lohusa yatağında kurdeşen oldum” derdi.

Zahide bebekten 23 ay sonra ben teşrif etmişim. Ama ikinci çocuk mutlaka erkek beklendiğinden hem kız hem de esmer doğunca hayli bozulmuşlar. Şükürler olsun, böylece benim bakımımı ve terbiyemi anneme bırakmışlar. Anneciğim; “Ablana el dahi sürdürtmediler. Ben evlât zevkini sende tattım” derdi. Annemle olan çok sıkı ve özel bağımın temelleri çocukluğuma dayanıyor…

İlerleyen yıllarda zaman zaman ters düşsek de didişsek de birbirimizle köprüleri hiç atmadık. Annemle tartıştığımızın ertesinde hep sarılıp öpüp gönlünü almaya çalışmışımdır. Yalnız her defasında haklı olarak bana; “Habire öperek bana sevgini göstereceğine istediklerimi yap!..” demiştir.

 

Anneannemle teyzemin hayatı İstanbul’a gelin ettikleri canlarının hasretiyle yanmakla geçti. Bizim doğumlarımızda dahi babamın patavatsızlıkları yüzünden destur bismillah çok kısa süreliğine gelip gitmişler evimize!..

Aniden kalpten ölene dek, dedemiz sayesinde ocağımız zorla da olsa tüttü ve bu ‘görüntü evliliği’ yürüdü. Babaannemiz Elazığ eşrafından Ekmekçizade Turan Bey’in kızıydı. Soy sülâle çok kibirli ve azâmetliydiler. Kimseleri beğenemezlerdi ne yazık ki… Çocuk yaşta gelin gelen ve bir dediklerini iki etmeyen, kendi annesinden çok kayınvalidesinin terbiyesinden geçen annem, nedense ailenin Elazığ kanadına pek yaranamamıştı. Onlara göre; köylü, cahil, görgüsüz… falandı.

Uğradığı haksızlıklardan, hakaretten, mutsuzluktan bunalan annem bir-iki kez baba ocağına gitti. Ama bizim hasretimize dayanamayıp kös kös geri geldi. Çünkü resmen ayrıldığı takdirde, adı gibi biliyordu ki bizi asla göstermeyeceklerdi!.. O dönemlerde bilhassa, annemin yokluğunu fırsat bilip bazı akrabaların bizi kenara çekip annemizi kötüleyen konuşmalar yapmaları içime kan doğrardı. O insanlara sinir olur, içten içe nefret ederdim. Bir insanın melek gibi annesini kendisine nahak yere kötüleyenleri sevmesi mümkün olabilir mi?!

Annem uzun yıllar her bahar dellenip boşanma davaları açan, sürekli evden kovan babamızdan bizler büyüyüp isyan edince zorlamamızla, yanında yer alacağımıza söz alınca nihayet ayrılma sürecine geçti.

Ne yapsın ona ‘Gelinliğiyle gittiği evden ancak kefeniyle çıkacağı!..’ yönünde terbiye verilmişti. Bilirsiniz çocukken edinilen düşünce kalıplarını, zihinsel şartlanmaları kırmak çok zordur…

1975 senesi Aralık ayında bıçağın kemiğe dayandığı bir gece 27 sene silip süpürdüğü hanımlık yaptığı ve bizleri doğurduğu evden; sadece benim çeyiz sandığımı, çarşaflarla denk yapıp üstümüzü başımızı ve dedemin hediye ettiği dikiş makinesini alarak çıktık. Hayatı madde üzerine kurulu sevgi yoksunu babam ise burnunu havaya dikip; “Böyle imkânları ve evi nerede bulacaksınız, gidin bakalım. En kısa zamanda gelip ayaklarıma kapanacaksınız!..” dedi.

Başlarda birkaç sene ablamla ve eniştemle Horhor’da oturduk. Üniversiteyi evlendikten sonra bitiren eniştem o esnada yedek subaylık yaptığından bir buçuk yıl gibi bir müddet evde değildi zaten. Sonra onlar ayrı eve çıktı. Biz o evde oturmaya Bandırma’dan yanımıza gelip beraber yaşamaya başlayan anneannemle devam ettik. Annem de apartmandaki ve çevredeki hanımlara dikiş dikerek, örgü örerek hayatını kazanmaya başladı. Çocuk denecek yaşta gelin gittiği evde dedemizin “Kızım belki bir şeyler dikersin” diye hediye ettiği dikiş makinesi sonradan onun ekmek teknesi oldu.

Hizmetçi bile bir evden ayrılırken ‘süpürge hakkı’ alır. Ama biz hiç eşya almamıştık. O yüzden ilk zamanlar bir kilim üç şilte üstünde kaldığımız, çay bardağından tabağından yiyip içtiğimiz günler dahi oldu. O sıkıntılı dönemde anneme; “Neden eskisi gibi gelenimiz gidenimiz yok?..” diye sorduğumda “Kızım böyle zamanlar gerçek dostları anlamak içindir. Sakın üzülme.” derdi. O çok sağlam değerlere sahip, Osmanlı terbiyesi almış bir hanımdı.

Her sene, bilhassa da baharda bizi evden kovan ve ısrarla boşanmak isteyen babam, kapıları aşındırdı. Araya hatırlı dostları, beyefendi insanları koydu geri dönelim diye. Ama biz bir kere huzurun ve mutluluğun tadını almıştık. Dünyası yalnızca madde üzerine kurulu bu zavallı adam; onca yıllık karısını o kadar tanımamıştı ki; onurunun gururunun her şeyden üstün olduğunun ve tükürdüğünü yalamayacağının farkında bile değildi.

Horhor’da ve sonrasında Fatih Kıztaşı’nda oturduğumuz esnada ağırlıklı olarak dindar sanayici kesimin hanımlarına ‘haute couture’ yaparak başladığı terziliği elimizdeki kolumuzdaki altınları bozdurup zar zor Valideçeşme’deki bir oda+salon küçük daireyi alana kadar sürdürdü annem. Yeni semtimizde Güzel Sanatlar Akademisi camiasının içinde bulduk kendimizi. Annem Aykut Hamzagil mefruşat firması ile apartmandaki bir komşu vasıtasıyla tanışıp ev dekorasyonu dikişine başladı ve terziliğini iyice profesyonelliğe taşıdı. Yıllarca deforme vücutlu, çoğu damperli kamyon gibi kilolu hanımlara dikmek için didindikten sonra bu dekorasyon dikişi ona çok keyif verdi. O kadar hamarat ve marifetliydi ki dikişten sıkılsın örgü alırdı eline, ondan sıkılsın tığ işi. İllâki bir şeyler üretecek. Boş durmak yasaktı sanki. Elinden ise gelmeyen yoktu ve ne yaparsa yapsın göreni hayran bırakacak mükemmellikte yapardı. Her yaptığı adeta sanat eseri gibiydi. O yüzden Hamzagil’de çalıştığı esnada Sadberk Hanım Müzesi’nin ve Perapalas’ın bir bölümünü, Çubuklu 29’u ve 4.Levent Tenis Kulübü’nü diktikleriyle dekore etti. Diyebilirim ki Türkiye’de ilk davetlerde bu sandalyeleri kanun pileli kılıflarla giydirmek üstüne değişik şekillerde şık kurdeleler bağlamak falan onun yaptığı dikişlerle ve tabii Aykut Hamzagil firmasının öncülüğünde başladı.

Uzun yıllar ev evlikten çıkıp dikiş atölyesine döndü. Hatta ‘double face’ ‘patch work’ denilen dikişlerde kumaşın iki katı arasına konsun diye eve adeta Boğaz Köprüsü’nün bacağı gibi kalınlıkta öyle elyaf balyaları gelirdi ki dairenin kapısından içeri zorla sokardık. Bende bankadan eve dönüşte anneme teyel söker, iplikleri bağlar ve dikkatim sayesinde kapitonelerde biyelerde falan hata varsa tespit ederdim. Bana; “Sen benim kalite kontrol elemanımsın” derdi.

Ev dekorasyonu terziliği bir noktadan sonra doyuma ulaşınca, rakip firmalar çoğalınca bu defa atlas üzerine işlenmiş eski bindallıları, yıpranmış Türk elişlerini Ödemiş ipeği üzerine itina ile aplike ederek restorasyon çalışmaları yapmaya başladı. Yalnız, Hamzagil firmasından ayrılmadan birkaç yıl evvel rica edip kendini sigortalattı. Bilâhare aksatmadan primlerini yatırdığından, yaş haddinden emekli oldu. Bu sayede ömrünün sadece son üç yılında elde ettiği bu sosyal güvence, hastalığı esnasında çok faydalı oldu.

Babamdan boşanma işlemini annem mümkün mertebe uzattı. Bir başka Müslümanın daha canı yanmasın, babamızı bir şey zannedip alamasın diye. Yalnız, bu süreçte ya evimize hiç gelmemiş yada çok yakın akraba olup sürekli annemin diktiklerini giyip, pişirdiklerini yemiş kişilerin mahkemeye şahitliğe gidip hakkında olmayacak ağır isnatlarda bulunmaları hepimizi ağlatacak kadar üzdü.

Eskilerin “Ak gün ağartır, kara gün karartır” sözünü doğrularcasına; annem o sevgiden mutluluktan eser olmayan evliliği bizim zorumuzla noktalamasaydı çok daha erken yaşta vefat ederdi kanımca. Maddi açıdan hayli zor günlerimiz oldu ama ne bana “Kendine zengin bir koca bul” veya “Şu sesini paraya çevir, şarkıcı ol” falan gibi sığ önerilerde bulundu ne de kendi tekrar evlenmeyi aklının ucundan geçirdi. ‘Azıcık aşım, kaygısız başım’ deyip yolumuza devam ettik.

Ablamla aynı ortamda ve fakat ayrı imkânlar ve terbiyelerle büyütülmemizin de sonucu çok zıt iki kişilik olarak çıktık ortaya. Hemen her konudaki fikir ayrılıklarımız, uzlaşmaz yapımız, dik kafalılığımız annemi daima üzdü. Her ne olursa olsun aramızda; hiç hakem olmak ve birimizden yana tercih yapmak istemedi.

94 senesinde anneannemiz vefat edene kadar tamamen annesine yönelik yaşadı. Çok iyi bir evlât ve örnek bir insandı. Kimseyle kavga etmez ve küslük nedir bilmezdi. Durup durup “Belki kırmışımdır” deyip etrafından özür bile dilerdi.

Babamız hakkında da kötü konuşmamızı hiç istemez bizi engellerdi. Hatta mahkemede ona karşı en acımasız ifadeyi veren babamızın kuzeni bunalım geçirip intihar ederek öldüğünde ben “Allah verdi cezasını!..” derken annem “Sonu böyle olsun istemezdim…” diyerek iki gözü iki çeşme günlerce ağladı.

Bizi dünyaya getirmenin sorumluluğunu tek başına üstlenen canım annem; geriye dönüp baktığında evliliğini yinede şöyle veciz bir cümleyle özetlerdi; “Bir düşmandan iki dost kazandım!..”

Bana göre mutsuzluktan sığındığı yanlış liman sigara içmenin dışında, annemin bir başka hatası sürekli ilaç yutarak kendini güvende hissetmesiydi. Şayet doktora gittiğinde reçete yazmazsa “Aa ilaç vermedi, bu nasıl doktor” gibi bir tavır sergilerdi. “Annecim sevin, demek ki bir şeyin yokmuş” desem de kâr etmezdi. Yalnız haksızlık etmeyeyim; anneciğim 80’li yıllarda geçirdiği bir kalp rahatsızlığı sonucu sigarayı bıraktı. Bir daha da asla içmedi.

derKİ’nin 17.sayısında yer alan ‘Yeter ki Sağlık Olsun’ yazımda anneme konulan kolon kanseri teşhisi ve sonrası meydana gelen gelişmeleri bir yere kadar yazmıştım. Ama bazı gerçekleri gizleyerek!.. Çünkü olup biteni tüm çıplaklığıyla yazarsam annemin bir şekilde kulağına gidip hastalığının ve tedavinin güçlüğünün üzerine bir de gerçeklerin ağırlığının binmesini, moralinin bozulmasını istemedim…

Ne yazık ki ameliyat sonrası gelen patoloji raporu; 24 lenfin 20’sinde ve peritonda metastaz olduğu şeklindeydi. Ama açıkçası hem en iyi doktor ve hastanelerden yardım almamızdan, hem annemin yaşının çok ileri olmasa da genç denecek bir yaşta olmamasından, hem de sevgi, ilgi, ihtimam ve moralle bu işin üstesinden geleceğimizden hayli emindim. Annemin yaşama arzusu, hayata bağlılığı da çok önemli bir faktördü. Ayrıca doktorlar da nihayetinde hata yapabilen varlıklardı. İşte böyle, kişi işine gelmeyince, tüm kalbiyle yanılmış olmaları için dua bile ediyor!..

Bu zorlu süreçte araştırmacı kesilip, yakınlarını bu hastalıktan kaybetmiş insanlardan hem bilgi almak hem de başımıza neler gelecek diye hazırlıklı olmak adına çok kıvrandım. Ancak kimi zaman duyduklarım işime gelmedi, bazen de gerçekleri yadsımak için kendimce türlü mazeretler ürettim.

İlk kür kemoterapiyi ‘Xeloda’ adlı hapla 8 etapta gördük. Sanırım onkolog annemin diğer kalp, tansiyon, astım gibi sağlık sorunları nedeniyle daha sert bir tedavi yöntemi seçmedi. Bu süreç esnasında da annem el ve ayakta aşırı hassasiyet, kat kat deri değişimi, bulantı gibi zorluklar çekti. Tedavi süreci sonrası yapılan MR çekimleri ve kan tetkikleri sonrası sonuçlar temiz çıktı. Sevinçten uçtuk!.. Hastalık patlak vermezden önce gitmeyi planlayıp ertelediğimiz Avusturya seyahatini hemen gündeme aldık. Biletler zaten açık vaziyette bekliyordu. Sürekli arayıp hal hatır soran değerli dost Dr. Hella ile görüşüp uygun tarihi belirleyip 2007 Mart ayında 10 günlüğüne Avusturya’ya gittik. Her şey baştan sona harika idi. İyi ki gitmişiz…

Seyahati çok severdi. Gidilen ülkeye kolayca intibak eder, oraya özgü ne varsa yiyip içmeye gayret ederdi. 98’den itibaren tur liderliğine başlayınca aldığım guruplar, şayet ilk defa gittiğim ülkeyse annemi ve ablamı mutlaka tura katmaya gayret ettim. Annemle seyahat etmek daima büyük keyifti.

Allah izin verdi bu hastalık sürecinde Avusturya gezisi haricinde, ikişer kerede Bodrum’a ve dostlarını görmeye Bandırma’ya gittik

Ameliyatın senesinde tekrar kolonoskopi istendi. İlk denemede çekilemedi. Ameliyatı yapan doktoruna durumu bildirince “Tekrar gelin, ben çekeyim” dedi. Böylece bir hafta arayla iki kere kolonoskopi denendi ve muvaffak olunamadı. Parça alıp patolojiye yolladılar. Sonuç “Taşlı yüzük karsinom!..” yani tümör tekrarı.

Hastalığın geçtiğine inanmışken bu habere çok sarsıldık. Onkoloğumuza evvela annemle beraber muayenehanede, sonrada hastanede gidip teketek görüşme yaptım. Bana; “Bu defa başka bir kemoterapi uygulayacağım. Başarı şansı %60-70’dir. Tekrar bir mücadeleye var mısınız?” dedi. Tabii ki varız… dedim.

Hasta ve yakını olarak insan %10 umut var dense, ona bile tutunacak hale geliyor…

Nüksten sonra daha zorlu bir sürece girdiğimiz belliydi. Normalde göğüsten takılan ‘Port’ cihazı anneme ancak koldan takılabildi. İki-üç kür kemoterapiyi öylece aldı. Ama kolda ve koltukaltında öyle feci sancılanmaya neden oldu ki değiştirmek zorunda kaldılar. Koldaki cihaz çıkartıldı bir başkası bu defa göğüsten takıldı.

Burcu ‘ikizler’ diye mi ne… annemin her işi çift dikiş olmuştur!..

Biz hastalığın ikinci etabında artık hem müsbet ilim hem de alternatif yöntemleri bitki, şifa teknikleri vb. şeyleri bolca denedik. Isırgan, sarı kantaron, rezene, yeşil çay, tıbbi papatya gibi içecekleri tercih ettik. Bağışıklık sistemini güya güçlendiren Cat’s Claw adlı bir doğal tablete her gün bir adet olmak üzere başladık. Tavsiye üzerine Kütahya’dan bir koli dolusu bitkisel ürün geldi. Eczacılık Fakültesi hocalarına gösterip, onayladıklarını verdik. Canım annem, ben ne dersem yapmaya hazırdı. Üzerimde çok büyük bir sorumluluk vardı. Zaman zaman kendimi sokaklara atıp ağladım, telefon açıp eşe dosta, halimizi paylaşıp yüreğimin şişini indirmeye çalıştım. Gözümü sildim eve geri geldim.

Bazı şeyleri ondan saklamamdan dolayı beni dürüst olmamakla suçlayan da oldu sırasında. Ama bu süreç boyunca attığım yalanları kestiğim rolleri canım annemi gün evveli yıkmamak, üzmemek adına yaptım…

Bilmediğiniz bir şeyle savaşıyorsunuz neticede. Hasta ve yakınları üzüntü endişe içinde. Doktorlar çoğu zaman ketum. Gerçi bize dan diye “Bu kadar ömrü var!..” diyen olmadı. Ben yine de doktorları görmeye gitmeden evvel arayıp çok rica ettim annemin yanında kötü bir şey denmemesi hususunda.

Ama insanda ‘iç ses’ diye bir şey var. Sonlara doğru “Kızım ben bittim. En çok da senin çabaların boşa gidecek diye üzülüyorum” dedi. Ve “Sakın kızmayın, beni dinleyin” deyip vasiyetlerde bulundu. Bu onun en tabi hakkıydı. Hatta bir gün boğazım düğüm düğüm vaziyette söylediklerini dinleyip; “Anne sana ne mutlu. Bak vasiyet verebileceğin birileri var etrafında. Biz kimbilir ne olacağız…” dedim.

 Hayata veda edene dek çok akıllı fikirli bir vaziyette yaşadı. Sorduğu sorularla çoğu zaman beni köşeye sıkıştırdı. Kendiyle ilgili bazı vesikaları ondan kaçım kaçım kaçırdım. Görmesin okumasın morali bozulmasın diye…

Son Ramazan ayında Bandırma’ya gidişimizde sık sık ateşlendi. İstanbul’u aradığımızda eczacı dostlar ve onkoloğu ‘ziyaretçi’ yasağı önerdiler. Annem kesinlikle reddetti. “Ben bilhassa onları görmek için geldim” dedi. Demek dünya gözüyle son görüşüymüş.

Ablamın hayatta en sevdiği kişi; altmışlı yaşların başlarında aniden kalpten vefat eden baba dedemiz, benimse annemdir. Bana “Sen şanslısın bir bakıma. Ben en sevdiğimi aniden kaybettim Allah annemi alıştıra alıştıra alıyor” dedi. Bir bakıma haklıydı

Her ölüm erken sevenler için ve insanın sevdiklerinin yaşı yok… Ancak bu hastalık öyle bir şey ki karşınızda sevdiğiniz gün günden eridikçe, acı çektikçe, yemek yemek güçlenmek bir yana sürekli istifra ettikçe kahroluyorsunuz.

Babaannem, anneannem ve annem mükemmel birer aşçıydılar. Benim de mutfağım oldukça kuvvetlidir. Elim lezzetlidir. Bir şey istesin de yapayım diye gözünün içine bakıyordum. İstese dahi bir, bilemedin iki çatal alıp bırakıyordu. Eskiden iştahını ve yemekten ne kadar keyif aldığını bildiğiniz birinin yiyemediğini görmek çok zor!.. Sebep kemoterapi!.. Öyle feci ki; hastanın tad alma duyularını dumura uğratıyor.

Ağzının tadı yemek yiyecek mecali kalmamış, vücudu zehre garkolmuş, bağışıklık sistemi çökmüş biri nasıl yeniden güç kazanır?!

Hasta kendi canının derdinde olduğundan yakınındakilerin sorumluluğu ve dikkati de çok önemli. Meselâ; port cihazı takılarak verilecek ikinci kür kemoterapi öncesi yapılacak operasyona gittiğimizde son anda “Kan sulandırıcı ilaç kullanımı” gündeme geldi ve ‘Coraspin’i en az 5 gün evvel kesmeden cihaz için gerekli işlemin yapılmasının sakıncalı olduğu söylendi. Gerisin geri eve geldik!..

Siz orada zamanla yarışıyor ve çok ciddi bir hastalıkla mücadele ediyorsunuz… sorumlu kişiler böylesine önemli bir konuda ikaz etmeyi atlayabiliyor!..

Sonra bir başka vahim durumda dikkatim sayesinde atlatıldı. Şöyle ki; elimizde bir çanta dolusu serum, pompalı ilaç, medikal aksam ve önceden randevu ile Çapa Onkoloji’ye gidip tedavi plânıyla hemşirelere teslim ediyor, annemin rahatı için ufak bir farkı cebimizden ödeyip özel odada bir yatağa hastayı uzandırıp bekliyorduk. İlaçları birbiriyle karıştırıp hastaya verilmesi uygun hale getirip bir kuvöz içinde tatbik etme sırasına göre numaralandırarak yanımıza getiriyorlardı. Tam serum takılıcak, bir de baktım tedavi plânında başka bir hastanın adı yazıyor. Dikkat etmesek resmen yanlış tedavi uygulanacak!!!

Port cihazlı kemoterapinin de 7. kürünü aldıktan sonra gidişatı görmek adına tetkikler istendi. Çekilen MR sonucu maalesef peritondaki iki minik tümörün aynen durduğu belirlendi. Onkoloğumuzu muayenehanede ziyaret edip filmleri gösterdiğimde “Annenizin diğer organları sağlam. Bu şekilde yaşar. Yalnız çok sancılanır. O zaman serum içinden morfin vermek gerekebilir. Evde bakımı zor olur. Uzun süre hastanede kalması gerekebilir. Bizde yeterli yatak yok. Kendinize uygun bir hastane bulun” dedi.

Halbuki port cihazını takan profesörün bir ricasıyla, Çapa’nın onkoloji bölümüne alınan bir aletin parasını derhal bağışladım. Kasım ayında dara düşüp de evde annemin sancılarıyla baş edemeyince yatış için rica etmeye aradığımda; “20 tane yatağım 7000 tane hastam var, üzgünüm” cevabını aldım. Neyse ki aynı hastanenin Genel Cerrahi Bölümü ve ameliyatımızı yapan profesör ve ekibi çok yardımcı oldu.

Annemin rengi benzi onca kemoterapiye rağmen hiç bozulmadı. Kan değerleri de hep iyi çıktı. Onkoloji bölümüne gitmişliğiniz varsa; hastaların acı sarı, koyu yeşil, bembeyaz ya da kalaylanmamış bakır kap gibi tuhaf renkleri insanı ürkütür. Biz hep pespembeydik!..

Annem veciz sözleri ve mizahi konuşmayı çok seven biriydi. Kasım ayında hastaneye yattığımızda yine eş dost güzel gecelikler falan hediye getirince; “Sizde bir yandan ‘iyi ol’ diyorsunuz, diğer yandan habire gecelikler pijamalar getiriyorsunuz. Bana mayo getirin ki kalkıp gezineyim, seyahatlere gideyim” dedi

Kanserli yakınınız varsa; ‘siz de risk altındasınız’ deniyor. Dolayısıyla beni evvelki sene emeklisi olduğum bankanın sağlık merkezinden uyardılar. Mutlaka bir kolonoskopi çektirmeniz lâzım… diye. Bir-iki gün evvelden özel gıda rejimi ve oldukça iğrenç bir sıvının içimini gerektiren çok meşakkatli bir tetkik. Bizde henüz öyle bir bilinç yok, ama yabancı dostların ifadesine göre medeni ülkelerde 30’unu 40’ını geçmiş herkesin yıllık check-up kapsamında çektirdiği bir şey bu. Evvelki sene uyarıları dikkate alıp, ilk kolonoskopimi çektirdim ve annemle aynı bağırsak yapısına sahip olduğum ortaya çıktı. Yani ‘divertikül’lü. Bu şu demek; barsaklarda cepsi uzantılar var ve bu kolon CA olma riskini arttıran bir durum. Özellikle susamlı çörek otlu şeyler -ki çok severim- yememek gerekiyor. Yenilen riskli besin artıkları o cepsi uzantılara gidip orada hastalığa neden olan değişimlere uğrayabiliyormuş. Sonuç bu şekilde çıkmasaydı, bana 2-3 senede bir kolonoskopi tekrarı kâfiymiş ama divertiküllerden dolayı her sene takip şartmış.

Bütün bunlara rağmen geçen sene annemi sonsuzluğa uğurlamamızla neticelenen zorlu süreçten ben ikinci çekimi daha yaptırtamadım. Ve anneciğimle kazandığım deneyimden, kemotarepide yaşananları gördükten sonra benim başıma gelse aynı durum bu tarz bir tedaviye hiç de sıcak bakmam!.. Neticede müthiş bir sektör kurulmuş. İlaçlar korkunç pahalı. (Meselâ, işaret parmağının yarısı ebadında ‘Altuzan’ adlı bir ilaç kullandık. Fiatı 2.500 YTL idi.) Hasta kemoterapiyle tamamen zehre gark oluyor. Bir yeriniz hasta diye tüm vücut bedel ödüyor!.. Kişinin iyice dibe vurup tekrar yükselmesi, normal hayata dönmesi bekleniyor.

Kemoterapi öyle sert ve yan etkileri ağır bir tedavi yöntem ki; bunca yaşadıklarımızdan sonra ben “Ölen ölsün, kalan sağlar yola devam etsin!..” şeklinde tanımlıyorum.

Beni hiçbir zaman yitirmediği aklı ve sorduğu sorularla zaman zaman çok sıkıştıran anneme; “Bak anneciğim, hiç bilmediğimiz bir şeye karşı savaş veriyoruz. Umarım doğru olan şeyleri yapıyoruz. Allah’a, hakkımızda hayırlı olanı nasip etmesi için duacıyım” dedi.

Son aylarda karşılıklı oturup bir şey yiyemez olmuştuk. Hatta günün en sevdiği öğünü olan kahvaltıyı edemez ve de bir zeytin bile yiyemez olmuştu. Bana “Kızım bu böyle hayat mı, kalkıyorum gelip salona yatıyorum, gidiyorum yatağa yatıyorum” demişti. Haklıydı, faal ve iştahlı biri için böyle pasif yaşam çok zordu.

Sürekli adaklar adadım ve bağışlar yaptım inandığım vakıf ve derneklere. Bana “Üzülüyorum kızım bu gidişle paran kalmayacak” dediğinde “Boşver annecim bana para değil sen lâzımsın. Babamdan kalanı annemle yedim derim olur biter” diyordum. Para nedir ki Allah aşkına, harcarsın yine kazanırsın. Ama giden geliyor mu geri…

Dinimizce; geride vakıf dernek, okul gibi devamlı bir hayır işi ve de hayırlı evlât bırakanın amel defteri açık kalır derler. Bundan böyle hayatımın amacı hayırlı bir evlât olmayı sürdürüp anneciğimin ruhunu şâd edecek şeyler yapmak. Kendimi eskisinden daha çok hayır işlerine adamak.

Vefatı sonrası dostları arkadaşları “Evimizde nereye baksak Nuran’ın el emeği göz nuru güzel şeyleri görüp duygulanıyoruz” dediler.

Allah’tan gelene yapacak bir şey yok. Ya biz önden gideceğiz kalanlar yokluğumuza katlanacak yada onlar gidecek biz onlarsız yaşamaya alışacağız. Yalnız şu bir gerçek ki her gidenin ardından hayatın anlamı biraz daha eksiliyor ve tadı kaçıyor.

Ölüm hakkında hep şöyle düşünürüm; yaşam şayet bir ağaç ise her gidenle bir dalımız kırılıyor. Kırılan dalın yerine ise yenisini çıkarmak yapraklarla çiçeklerle donatmak pek mümkün olmuyor…

Annemin vefatından beri telefon, e-mail yağıyor. Ev gelenlerle dolup taşıyor. Herkes dilinin döndüğünce acımızı paylaşmaya üzüntülerini bildirmeye çalışıyor. Allah hepsinden razı olsun… Bunlardan bana en dokunan mesaj Fransa’dan koyu Katolik arkadaşım Anne-Marie’-den geldi. Kendi de geçtiğimiz yıllarda anne babasını kaybetmiş biridir. Bana “Biliyorum bu yaşadığın çok zor bir süreç. Ama bil ki annen artık sana her zamankinden daha yakın. O hep seninle olacak” yazmış gönderdiği elektronik postada. Bunları okuyunca gözyaşlarına boğuldum. Evet, bir anne hele benim annem gibi fedakârlık timsali… ölse dahi evladını bırakmazdı!.. O artık aziz ruhuyla, ben yaşadıkça ömrüm oldukça hep benle olacak…

Hastalığımız boyunca her zaman ekstra ilgi ve ihtimam gördük. Allah cümle emeği geçenlerden, arayıp soranlardan ve ziyarete gelenlerden razı olsun.

Vefat etmeden evvel ağrıları o kadar şiddetlenmişti ki üç ayrı serum aynı anda veriliyordu. Sanırım morfine başlamamıza ve artık sürekli yattığı için vücudunda yaralar açılmasına ramak kalmıştı. Bu açıdan bakınca onu o halde görmek zorunda kalmadığım, bir de bu acıları ona ve bize yaşatmadığı için Allah’a şükrediyorum.

Bu dünyaya defalarca da gelsem, yine Nuran Kostak’ın annem olmasını isterim. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun…

(Bize Şiyma gibi çok değerli bir insanı ve yazarı yetiştiren ve kazandıran sevgili Nuran Kostak’a sonsuz şükranlarımızla… derKi ailesi)

Şiyma Aksekili