Kontrolsüz ya da bilinçsizce sürdürülmek istenen ruhçuluk çalışmaları insan zihnini pek çok biçimde etkileyebilmektedir. Bunu son zamanlarda maalesef eskisinden de çok ve sıklıkla gözlemlemenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Psikoloji çok önemli ve derinliği olan, sürekli gelişen bir bilim dalı. Böyle olmasına karşın, hiçbir psikoloji veya davranış psikolojisi eğitimi almadan ya da en azından temel psikoloji bilgisine vâkıf olmadan ‘parapsikoloji’ ile veya ‘ruhçuluk’la ilgilenmeye başlayanlar, bir de kendilerini tanımaksızın böylesi ilginç ama hassas konuların çekiciliğine kapılırlarsa hiç de istenmeyecek sonuçlar ortaya çıkabiliyor… Yüzme bilmeden okyanusa dalar mısınız?

Temel Hatha Yoga çalışmalarımızı sürdürürken, birdenbire Kundalini Yoga’ya veya mistik yoğunluğu olan ve çok ciddi bir ön hazırlık dönemi geçirilmesi gereken diğer yoga türlerine kendi kendimize, ustamız ya da yeterli düzeyde ilerlemiş bir öğretmenimizin rehberliği olmaksızın geçmeye çalışmamız nasıl sakıncalı ise; burada da yeterli donanıma sahip, muhtemel sorunları çözümlemeye yetkili, bilgili bir üstad ya da rehber olmaksızın parapsikolojiye ve ruhlar âlemine(!) dalmak bundan en az on kat daha sakıncalıdır.

Bizde nedense üniversitelerimizin felsefe bölümlerinde felsefe yapılmaz, hattâ felsefeyle de uğraşılmaz, sadece felsefe tarihi öğretilir; sanat icra edilmeyen sanat tarihi bölümleri ne işe yarar? Sosyolojide ancak son yıllarda uygulamalı çalışmalar ve dar kapsamlı yerel ya da yöresel toplumsal araştırmalar yapılmaya başlandı. Psikoloji eğitimi de kısmen çağdaşlaştı ama, görüyorsunuz bilimadamı yetiştirmede henüz çok gerilerdeyiz.

Gerçek spiritüalizmin, genel yoga felsefesiyle, sufîlikle, Dördüncü Yol düşüncesiyle, hattâ budizmle ve Zen ile de örtüşen; birbirlerini tamamlayarak güçlendiren, ya da en azından çelişmeyen pek çok yönü ve anlayışı mevcuttur. Olması da doğaldır; gerçeğin araştırılmasında bütün felsefeler, düşünce akımları ve düşünsel geleneklerden yararlanılması mümkün ve muhtemeldir. Bilimde nasıl tutuculuk ve öznellik olamazsa, insanın araştırılmasında ve kendini bilme sürecinde de katı, uzlaşmaz, eleştirilmez ve tartışılamaz bir bakış açısının yeri olmamalıdır.

Bu mesele, insan bedenini ya da herhangi bir canlı organizmayı oluşturan atomlar cansızken, nasıl olup da hücrelerin canlı olduğu, ama bu canlılığın ya da hayatiyetin kendi varlıklarını sürdürmede yetersiz kaldığı; örneğin nihai aşamada biyolojik bütünlüğün hattâ noksansızlığın dahi onun ‘yaşıyor’ sayılması için yeterli olmadığını sorgulamamızı gerektiriyor. Nitekim “klinik olarak ölü” sayıldığımız andan sonra dahi bazı organlarımız hayatiyetini sürdürebiliyor, nakledildikleri başka bedenlerde mükemmelen işlev görebiliyor; cesedin saçı, sakalı, tırnakları ertesi güne kadar büyümeye devam ediyor; sindirim ve boşaltım gibi yaşam sistemleri bir süre daha işlevlerini sürdürebiliyor; hattâ geçirdiği kalp krizi sonucu ölen annenin, beyin ölümünün gerçekleşmesinden iki gün sonra sağlıklı bir bebek doğabiliyor… Ama orada başka bir cevher, organizmayı yaşam için tamamlayan bir başka unsur olmuyor ve o nedenle bedene ‘canlı’ denilmesi ve bir daha da hayata dönüşü mümkün olamıyor. İşte bu unsura yaygın bir söylemle “ruh” denilmektedir. Kimi zaman astral bedenlere, eterik bedenlere yanılarak ruh denilmiştir. Auranın ruh sanılması da oldukça yaygın bir yanılgıdır.

Peki yaşamlarını o çoğunluğu basmakalıp, eski veya yeni, demode ya da güncel ‘ruhsal tebliğler’e göre düzenleyenler, bunlara aşırı derecede bağlanarak zamanla kendi aralarında bile hizipleşenler, eleştirilere tahammül edemeyenler, dogmatizme varacak kadar kendi kalıplarının ve kalıplaşmalarının altında ezilenler nasıl aydın insan olabilirler ki?

İktisatta bir söylem vardır; “kötü para, iyi parayı kovar” derler. Bizde de zaman içinde böyle oldu; gerçek astrologlar, ciddi gizemciler ve parapsikologlar çekilince ortalık şatafatlı söylemlere sahip ama özünde cahil istismarcılarla şarlatanlara kaldı…

Aslında önemli olan şekilciliğin kolaycılığına kaçmaksızın içeriğin doğru değerlendirilmesi, ardından da doğru yorumlanmasıdır. Eskiler“nakşın (izlenimin) tasviri mürşidin marifetidir”derlerdi. Endülüs sufîlerinden, Batılıların büyük bir saygıyla ‘Doktor Maximus’ dedikleri Murcia’lı Muhyiddin ibn Arabî üç tür bilgiden söz eder:

1. Malumâtın bilgisi (entelektüel bilgi). Bilim insanlarından başka tutucu dindarlarla şekilciler de bu bilgiyi kullanırlar.

2. Hâl’in bilgisi (duygusal bilgi). Deneyselcilerle sanatçıların kullandığı bilgidir.

3. Hakikatin bilgisi. Sufîler işte bu bilgiyi kullanırlar… ve Muhyiddin sık sık sormuştur:

“Göz gibi sakar bir uzuvla hakikat nasıl dosdoğru görülebilir ki!” Evet… çünkü onun da, tüm diğer duyu organlarının da algıları sınırlı olduğundan, idrake katkıları da kısıtlıdır. Onun için bir başka göze (algıya/bilmeye) daha gerek vardır. Bu da kavramsal olarak doğuluların ‘Üçüncü Göz’üne çok benzer.

Şu sözleri de oldukça anlamlıdır ve çok tartışılmıştır:

“Kalbim şekilden şekle girer;

Kimi zaman ceylanlara çayır,

keşişlere manastır

putlara kutsal toprak olur.

Kimi zamansa;

tavâf etsinler diye hacılara Kâbe,

Tevrat’a tablet,

Kuran’a akderidir (parşömen olur).”

Bizim ruhçulara gelirsek; bana göre de Dr. Bedri Ruhselman, içtenliğinden aslâ şüphe edilemeyecek, ideallerine tüm yaşamını adamış, uyarıcı ve bilinçlendirici görevler üstlenmiş olan sorumluluk sahibi birisiydi. Olağanlığın ya da alışılmışın dışında farklı bir yetenek olduğu kuşkusuzdu. Gözlerden kulaklardan saklı olduğu halde disiplinli bir çalışma ile görülüp işitilebilecek şeyleri görebilme ve işitebilme kabiliyetine sahipti. Bu işin bir yönüdür. Yalnız unutmamak gerekir ki burası mükemmellik âlemi olmadığı gibi burada yaşamını sürdüren hiç kimse de idealistik anlamda mükemmel değildir. Yani burası herkes için bir tekâmül ortamı, burada bulunmaksa ‘kendimizi gerçekleştirme’ fırsatıdır. Hepimizin zaafı, eksiği, noksanı vardır ki buradayız. Birbirimizi, tabii bu arada kendimizi de zaaflarımızla, noksanlıklarımızla kabul etmeli, öylece sevebilmeliyiz. Zaten bu idrake sahip olmadıkça eksiğimizden, kusurlarımızdan kurtulamalıyız. Eskiler “kişi noksanın bilmek kadar âriflik olmaz”, yüce Mevlânâ’ysa “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır” dememiş miydi? Biz de diyoruz ki: “Kusursuz dost aramanın kendisi kusurdur, kusurluluktur”. Zaten kusur görülmedikçe, kusur olduğunun ‘farkında’ olunmadıkça ondan kurtulma söz konusu olamayacaktır… Ama bu konuda kimden gelirse gelsin, yapılmış ve yapılmakta olan yanlışlıklara değinmezsek, gerçekçi de, tarafsız da, nesnel de olamayız.

Ruhçuların, konunun mistik boyutuna eğilememeleri temel eksiklikleri oldu. Ve böylesine yaşamdan kopmuş tek yönlü çabalarla gerçeğe ya da gerçekliğe ulaşılamadı.

Ruhçularımızın ve parapsikolog gruplarının birbirleriyle ne denli çatıştıkları, kavgasız tamamlayabildikleri tek bir ortak toplantılarının dahi olmadığı herkes tarafından bilinir. Bu husus basınımızda da defalarca yer almış ve tekzip edilmemiştir. Nitekim çok sayıda nezaketsiz, kavgalı, hattâ hakaretlerle dolu tartışmalar yaşanmış; bir türlü uzlaşı sağlanıp da birlik ya da federasyon benzeri bir oluşum gerçekleştirilememiştir. Öyle ki bu toplantılarda “benim rehber varlığım seninkini döver” türünden çocukça tartışmalar yaşandığı dahi dışarıya aksetmiştir. Kendi aralarındaki basit sorunları, noksanlarını bilerek çözümlemeye yanaşmayan, ilişkilerini bir türlü düzenli ve hoşgörülü bir biçime dönüştüremeyenlerin, toplumun hattâ gezegenimizin sorunlarını çözmeye talip olmalarının ne anlam ifade edebileceğini takdirinize bırakıyorum.

İnayet Han şöyle derdi:“Bir insanın okült ve psişik güce, sezgi ve ilham melekesine sahip olamamasının nedeninin sevgi gücünü geliştirememiş olduğunu söylemek abartı değildir.”

Kısmen bilebildiğimiz, büyük ölçüde de kendi yayınlarından edindiğimiz bilgilere göre, ruhçu gruplar belirli dönemlerde toplumda isim yapmış kişileri aralarına almış, celselerine davet etmiş, onlara adetâ kucak açmış, bazılarıyla bir süre birlikte çalışmışlardır. Şarkıcı Neco, Zeki Müren, Leyla Sayar, Rüçhan Çamay, Cenk Koray, Çetin Altan, Mete Akyol, Gönül Akkor… bunlardan sadece birkaçıdır. Ancak farklı grupların temsilcileri bir araya geldikleri hiçbir toplantıda ortak amaçlara yönelemediler; görüşlerindeki birlikteliklerinin nerede, hangi konularda olabileceğine ağırlık vermeleri gerekirken, birbirlerine burun kıvırıp sürekli eleştiriler getirmeyi yeğlediler. Böylesi bir anlayışla bir yere varılamazdı, varılamadı da.

Ruhçuluğun nihai hedefi dünyanın inanç birliğini sağlamaktı; ama öyle bir hedef böylesi bir yolla başarılamazdı, başarılamadı. Olmayacak bir şeydi yani. Yerleşik – klasik dinlerle çatışmaması imkansızdı, çatıştı da; ama sıkça belirttiğimiz gibi bu çatışmada kaybeden hep ruhçular oldu; çünkü organize değildiler, olamadılar. Başarısızlık ve umutsuzluk nedeniyle ayrılanların çoğu klasik dinlerin izdeşi oldular. Hattâ aralarından tarikatçi ve köktendinci olanların sayısı hiç de az değildir. Pek azının da tasavvufa yönelmiş olduğunu duyuyoruz. Demek ki arada doğru yolu geç de olsa bulanlar çıkabiliyor.

Bedri Ruhselman da o çok iddialı ‘Neo-Spiritüalizm’ini, ruhçuluğunu büyük ölçüde Türk-İslam gelenekleri, inançları ve motifleri temeline oturttuğu için uzun vadede başarılı olamadı. Çünkü koşulluydu, özgür ve tarafsız olamadığından özünde nesnel olmayı başaramadı; olanakları da bakış açısı da sınırlı olduğundan bir türlü evrensel ve çağdaş anlayış boyutuna erişemedi. Birkaç spiritizma, hipnoz deneyi ve ardından medyumlarla yapılan çalışmalar; derken bazı ‘planlar’dan tebliğler alma gibi ondokuzuncu yüzyıl ortalarında Amerika’da başlayan ve Allan Kardec ile popülaritesinin zirvesine ulaşan ve daha başkalarının kendinden önce başarıp geliştirdiği benzer çalışmalarının üzerine pek birşey katamadı, onların ötesine de geçemedi. Ardından Refet Kayserilioğlu ve ekibi de, ondan sonra gelen Türk ruhçuları da özgün hiçbir şey yapamadılar. Bizim ruhçuların Batı’daki öncülleri bizdekiler kadar dine bağlı ve bağımlı değildiler, üstelik daha da cesurdular. Hep söylemişimdir, bizdeki ruhçular hâlâ başladıkları noktadalar ve hâlâ aynı şeyleri ısıtıp ısıtıp önümüze getiriyorlar. Bu şekilde hiçbir yere varamayacakları açıktır. Temel neden bir anlamda şekilci kalmaları ve biçimsel olarak içsel gibi görünse de gerçekte sürekli dışsal konularla uğraşmış olmalarıdır. İnsanın tâ içinde, en derinlerinde gizli tanrısal bir kıvılcım olan gerçek özü vardır ve ona ancak tüm inanç ve bağlılıkların üzerine yükselebilen bir mistik erişebilir. İşte bu nedenle ruhçular bir türlü gerçek anlamda içsel olmayı başaramamışlardır. Sürekli kendilerinin dışındaki etkenler, olaylar ve fenomenlerle uğraştıklarından olayları ve onların gelişimini doğru algılayamamış, yönlendirememiş ve hep kendileri süje, kendileri yönlendirilen olmuşlardır. Bu da onları özgün ve özgür değil, aksine bağlı ve bağımlı yapmıştır.

En yakınlarının anlattığına göre, bizim spiritüalistlerin pîri olan Dr. Ruhselman özellikle son yıllarında iyiden iyiye sinirli, geçimsiz hattâ kavgacı, oldukça huzursuz ve melankoli düzeyinde içekapanık biri olup çıkmıştı. Takdir edersiniz ki, ileride de ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi bu belirtilerin tümü korkunun, güvensizliğin, başarısızlık duygusunun ve ileri düzeyde ruhsal kökenli huzursuzluk ve düzensizliklerin göstergeleridir.

Demek ki bu konunun büyük üstadı da olsanız bu kaygan ve güvensiz zemin zamanla içinizdeki coşkuyu yok ediyor, yaşama sevincinizin ve özgüveninizin azalmasına neden olabiliyor.

Söylendiğine göre Dr. Ruhselman yaklaşık kırkbin sayfayı bulan(!) tüm çalışmalarını ve notlarını tanıklar huzurunda yakmış ve‘derlediği’“Bilgi Kitabı”nı da 1959 yılında üç nüsha halinde Beyoğlu 5. Noteri’ne teslim etmiştir. Yani ağırlıklı olarak ‘Önder’ isimli ruhsal varlıktan alındığı söylenen tebliğlerden oluşan 350 sayfalık bu kitap elli yıldır günışığına çıkarılarak yayımlanmayı beklemektedir. Artık yayımlansa bile hayli eskimiş olacağı kuşkusuzdur.

İşin bir başka ilginç tarafı da 49 yıl önce ölmüş olan Dr. Ruhselman’dan bugüne kadar hiçbir bilgi, tebliğ ya da uyarı alınamamış olmasıdır.

Zaman gelir insan izlediği yolla bütünleşir; eksik bilgili spiritüalizmin yolu aldatıcı ve karanlıktır; önünüzü göremediğinizden zihnin oyunlarıyla doludur; egonuzdan kurtulmanıza hizmet etmez, o yolda gerçek ışık yoktur; o nedenle hep karanlıkta ve hep el yordamıyla gitmek zorundasınızdır. Oysa mistiğin, sufînin, yoginin yolu her zaman aydınlıktır; çünkü o yolda sevginin gittikçe artan ışığı vardır; bu ışık zamanla hem yolunuzu hem de sizi aydınlatır; tabii ki eğer karanlık varyantlara kendi başınıza sapmaz, hırsınıza ve tutkunuza yenilmezseniz.

Tao der ki;“Gerçek ne içtedir, ne dıştadır; hem içtedir, hem dıştadır”.Yani dünya salt madde ile, fizik ile anlaşılamayacağı gibi; salt metafizikle veya ruhlarla, ruhsallıkla da anlaşılamaz. Doğru bir anlayış (idrak) için ikisinin birliğine gerek vardır.

Yol hayat vermelidir, aydınlatmalıdır; onlarınki gibi içinizi karartan, bu dünyayı küçümseyen, ölüme ve öteki dünyaya övgüler düzüp sizi ‘şimdi’ ve ‘burada’ki sorumluluklarınızdan alıkoyan, şefkat ve bilgelik içermeyen, zihninizi bulandırıp bilincinizi gölgeleyen, içerdiği belirsizlikler ve tedirginlikler, ayrıca kaçınılmaz olarak yaşattığı endişeler nedeniyle iradenizi zamanla yok eden yol, yol değildir.

Şu noktayı açıkça belirtelim: Spiritüalistlerin önemli bir kısmı ölüm korkusunu derinden hisseden, aslında bir bütün olan gerçek yaşama değil de yaşamın maddi unsurlarına tutunmaya çalışan, burada da öte âlemde de (kendi deyimleriyle Spatyom’da) varlıklarını sonsuz ve süreksiz biçimde sürdürme arzusunda olan kişilerdir. Yani ruhçu olmak, gerçekte kaba materyalist olmak kadar aşırı uçta bulunmak; olaya yine dürbünle, ama bu kez ters tarafından bakmaktır; doğrulardan, büyük bilgiden ve doğanın bilgeliğinden bir başka yöne doğru uzaklaşmaktır.

Ruhçular, kendileri kabul etmese de gerçekte içsel yaşama önem vermezler; ruhları her zaman ve her yerde ‘bedensiz varlıklar’ olarak nitelerler. Bu niteleme bile özünde yanlış, gerçekte maddesel yapıyı fazlasıyla önemseyip ön plana çıkaran; bedensiz derken için için hayıflanan; bir an önce ‘ruh göçü’ ile tekrar dünyaya gelip bedenlenmeyi özleyen, böylesi bir takıntı içindeki bir yaklaşımdır. Gerçek içsel yaşam deneyimi yaşamadıkları için ölüm korkusundan kurtulamazlar. Yani ölümün o içsel varlığa değil de bedene geldiğini bilebilseler dahi, yaşamı rûhunda, yüreğinde, özünde kavrayamadıkları için ölüm korkusu zihinlerinde sürekli devam eder. Örneğin bu kişiler hiç meditasyon deneyimi de yaşamamışlardır. Zaten ruhçuluk takıntısıyla gerçek anlamda yoga da yapamazlar. Tabii bunu şöyle de söyleyebilirdik: “Gerçek anlamda yoga yapıp, tantra veya meditasyon deneyimi yaşayabilmiş olsalardı ruhçu olmazlardı”.

Yani bu tür‘ruhçular’isteseler de‘ruhsal’olamazlar (bu iki kavram benzer görünse de gerçekte çok farklıdır; en azından ‘duygulu’ ile ‘duygusal’ kadar), felsefî öğretilere burun kıvırıp deneyselliği ve bilimselliği küçümseyen, çağdaş teknolojik gelişmeleri izlemeyen, özerk ve güçlü olamayan, kendilerine güvenlerini başkalarına saygılarını yitirenler, sosyal ilişkileri bozuk, başka dünyaları düşünmekten bu dünyada ayakları bir türlü yere basmayan, içebakışı bilemedikleri için sürekli kendilerinin dışındaki şeylerin etkisinde kalan, dünyaya sırtını dönmüş, huzur ve mutluluğu yitirmiş, tek yönlü, şizofren tipler asla“ruhsal”olamazlar… Ve daha da önemlisi varlığın içteki ve dıştaki tek gerçek bilgisinden habersizdirler.

Ruhçular bilgeliğin özel bir din ya da inanca değil de tüm insanlığa ait olduğunu görememişlerdir; aralarından kimileri zaman zaman bu gerçeği sözle ifade etme gereği duymuş olsalar da, samimi olduklarını genel tutum ve davranışlarıyla bir türlü kanıtlayamamışlardır. Daha doğrusu ruhçuların bilgelik gibi bir idealleri yoktur.

Sıradan insanların yaşamında çoğunlukla zihin bedene boyun eğer; ruhçuların ve din izdeşlerinin yaşamında ise genellikle beden zihnin tahakkümü altındadır ki bunların ikisi de yanlıştır. Her iki tavırla da gerçek ruhsallığa ve bilgeliğe ulaşılamaz. Yoga akılcılığıyla, hattâ sezgi gücüyle ve izlemiş olduğu yöntemle ikisini dengeler; yani başlangıcının da rotasının da doğruluğu buradadır.

Ruhçuların çoğunluğu çevrelerindeki güzellikleri takdir edemeyen, hattâ hissedemeyen, doğaya kayıtsız, hayâtiyetlerini ve yaşama sevinçlerini yitirmiş, toplumsal yaşama aktif olarak katılamayan asosyal kimselerdir. Onların yaşamlarında güzellik kadar güven, âhenk ve gerçek anlamdaki maneviyat da eksiktir. Bu yüzden karamsar ve mutsuzdurlar; ruhçuluk adeta onların bağımlılık yapıcı uyuşturucu maddeleri olup çıkmıştır; nedeni zihnen özgür olmamalarıdır. Çünkü ruhçuluk bir anlamda ‘hipnotik’ bir yaşamdır ve herkes bilir ki zihnen teslim olunmadıkça hipnoz gerçekleşemez; ve tıpkı hipnozun aşamaları olduğu gibi, aynı şekilde ruhçulukta da çeşitli teslimiyet aşamaları vardır…

Halbuki bedenimizin sağlığı nasıl ki onun düzenli işleyişine bağlıysa ve özen gösterilmesini gerektiriyorsa, ruh sağlığımız da bedensel ve zihinsel yapımızın işleme biçimine bağlıdır. Beden gibi ruhun da doğru beslenmesi gerekir. Bu da hep aynı tür gıdalarla olmaz. Müzik, güzel sanatlar, konsantrasyon, meditasyon ve daha pek çok yöntem sevgi ile harmanlanarak uygulandıklarında ruhsal besinlerimiz olarak işlev görürler. Tabii hem bedensel hem de ruhsal olan gereksinimlerimiz de vardır. Düzenli uyku, bazı özel fiziksel egzersizler, istirahat, yoga… vd. Çoğu zaman belki bedenin ritmini daha kolay gözetir de ruhun ve zihnin ritmini ihmal ederiz. İşte yukarıda saydıklarımız ruhsal ritim için de, dinginlik için de gerekli olan şeylerden bazılarıdır.

Ruhçu-UFO’cu Koalisyonları

Ülkemizde yakın geçmişte ortaya çıkan uçuk-kaçık spiritüel örgütlenmelerin tamamında ruhçularla ufocular tam bir koalisyon halindedirler. Bunlar ,burada adlarını yazmak istemediğim bir takım‘bilinç’ve‘bilgelik’dernekleri çatısı altında toplanmakta ve popüler haftalık dergilerdeki yazı, yorum ve röportajlarda sıkça boygöstermektedirler. Öyle görünüyor ki çok yakında ülkemizinpsikolog,psikiyatrvepsiko-analistihtiyacı bir hayli artacaktır. Bunlar,“Altın Çağ”aya da“Yeni Çağ”a geçiş, Sembolik Kıyamet; ya da topluca, yeniden ve birdenbire bilinçlenme; toplu şuur açılımı gibi tamamı dışsal etkenlerle insanlığın bir tür‘ayıklanma’ile birlikte arınacağını ve yükseleceğini öngörmektedirler.

Dahası var; iyi niyetli ama zayıf iradeli insanları hedef seçen bu sömürgenlerin bir grubuŞirince,Bülbül Dağı (Meryemana)… gibi ilginç ve gelecekte çok daha kutsal olacağını öngördükleri mekânları şimdiden çok değerli ve üst düzey pozitif enerjilerin yoğunlaştığı“güç merkezleri”kabul ederler. Kimilerine göre dünyanın her yerinden gelecek olan bilinçli ve seçilmiş insanlar buralarda toplanacak (acaba buralar kaçyüz milyon veya kaç milyar kişiyi konuk edebilecektir), yüksek bilince sahip uzaylı yaratıkların çizdikleri program uyarınca topluca uyku durumuna geçilecek, sadece seçilmiş olanlar tekrar uyanıp aydınlanacaklardır. Böylece ‘Altın Çağ’a erişilecek, adına Agartha halkı (veya her grupta adı değişebilir) denilen yeni bir insan topluluğu oluşacak. Hem öyle pek uzakta da değil; sıkı durun, 2012’de yeni bir çağ başlıyor… Kaos’tan kurtulmuş, yepyeni ve tertemiz bir dünya ve ona lâyık üstün insanlar… Oh! Ne güzel… kalkıp şakır şakır oynayası geliyor insanın. Adetâ Nuh Tufanı’nın bu kez uzaylı gemileriyle yapılacak olanını öngörenler de var; yani bir saplantı ve sapkınlık edebiyatıdır sürüp gidiyor. Bu çeşitlilikte her zevke ve anlayışa uygun çözümler üretilebiliyor; ve bunlara ‘inanılıyor’, yani başka bir deyişle ‘iman ediliyor’. Ama bütün bunlar UFO dernekleriyle kol kola girilmeden yapılamıyor… E fikir alışverişi de şart değil mi? Düşünün uzaydan gelen yüksek ya da üstün varlıklarla yuvarlak masa toplantısı yapıyorsunuz, ne kadar hoş birşey olur. Zaten uzaylıların üst görevlilerini yeni peygamberler, bir alt düzeydekilerini de kutsal kitaplardaki büyük görevli meleklerin yerine koymadık mı?Bugünlerde melekleri sıkça gelip gidiyor, son hazırlıklarını yapıyorlar (!); gelemedikleri zamanlarda ise tebliğlerini görevliler ya da seçilmişler vasıtasıyla gönderebiliyorlar. Böylesi bir yapısal örgünün Tevrat ve Kuran’dakilerden ne farkı var ki? Aslına bakarsanız bu tür inançlarda Batı’nın Yeni Çağ dinlerinin izleri ve etkileri açıkça görülmektedir. E biz de Batı’ya entegre olma sevdasında olduğumuza göre, böylesi buluşmalara tabii ki hazırlıklı olmalı, hattâ bu konuda onlardan hiç de geri kalmamalıyız.

Bu tür fanatik, özünde dinsel esaslı, bilmeye değil de tamamen iman’a dayanan oluşum ve tarikatlere karşı lütfen dikkatli olunuz… Zaten bir yandan aklı başında olanlar bu güruhtan zamanla ayrılmakta, ama öte yandan müritlerinin müritleri yine de aralarına yeni heveslileri almayı başarmaktadırlar.

Bencebunların tümü de insandaki boşluğu bir şekilde sömürmeye çalışan, çağa uygun ama gerçekte içi boş yeni pazarlama yöntemlerinden başka birşey değildir. Kaldı ki bunların atelyeleri de maalesef‘psikopatlığı geliştirme merkezleri’haline gelmiş bulunmaktadır. Bu durumda da sonlarının tam bir hüsran ve büyük bir hayal kırıklığı olması kaçınılmazdır.

Benzeri kehanetlerde, bundan önceki yıllar için belirlenmiş olan tarihlerde birşey olmadığı gibi, 2012’de de hiçbir şey olmayınca, herhalde,‘hesaplama hatası yapmışız’ya da‘program değişti’,‘yeni hedef 2024 veya 2025’gibi yeni revize tarihler tespit edileceğine şimdiden bahse girebilirim. Ama bütün bunlar, zihinleri bulandırarak hem kişilerin kendilerini doğru yolda geliştirme ve gerçekleştirmelerinin hem de ülkemizin, coğrafyamızın ve nihayetinde gezegenimizin gerçek sorunlarıyla uğraşılmasının önündeki ciddi engeller durumuna gelmişlerdir. Yani gerçekte kimin ve kimlerin değirmenine su taşımakta olunduğunun üzerinde durulması, gerçeklerin farkına varılabilmesi bakımından hayatî önem taşımaktadır.

Öteki dünya, sonraki dünya, ebedî âlem, spatyom, farklı dünyalar ve boyutlar… adına ne derseniz deyin, gerçekte şimdilik tek bilebildiğimiz yer burası. Onlar varsa da, öyle veya bir başka türlü iseler dahi, öncelikle şimdi ve burada yapacak işlerimiz var. İçsel dünyamıza girerek yapılacak işler; gerçek kendimizi bulmak ve bilebilmek için yapılacak işler; ve dilerseniz sonrakini kazanmak için dahi olsa burada ve şimdi yapılacak işler. Öncelik onların olmalıdır… Ama her ne olursa olsun önce kendimizi bulmalıyız, şuurlu olabilmeliyiz, farkında olabilmeliyiz. Bu da ancak sevgi, şefkat ve merhametle mümkündür. Sanal bir cennet vaadi için çalışır çabalarsanız onu bulamazsınız; yani bu çalışmada gerçekte amaç olmamalı, hedef bulunmamalıdır. Ama semavi dinlerde hedef belirlenmiştir; üstelik yapacağınız, göstereceğiniz kulluğun karşılığı olarak. Hem de birinci dereceden yedinci dereceye kadar cennet sınıflaması olarak. Amaç ve hedef statiktir, durağanlıktır. Ayrıca da sonsuz değil, mükafat dahi olsa varılacağı belirtilen o yer, bir anlamda herşeyin sonlanması olmuyor mu? Yani dinlerdeki amaç ve hedef statiktir, o kısacık hayat yolunun sonu da ebedî durağanlıktır. Böylesi bir amaca göre sonucu garanti edilmiş edimler ve eylemler uydurabilir misiniz? Yani bu anlamda bir tümdengelimsel, ısmarlama aydınlanma olmaz; aksine böyle şeyler, mantığı gereği aslında tümevarımsaldır. Yol ve edimler sizi hep biryerlere götürecektir; bugün, yarın ve daima.

İnsanın hiçbir iyi edimi kaybolmaz, ama karşılık bulacağını ummaksızın yapılırsa. Ancak karşılık beklenmeksizin yapılan iyilikler sevgi ve şefkat içerir ve gerçek iyilikler de ancak onlardır. Artı ya da sevap hanesine kaydolsun diye yapılan iyilikler, ısmarlama sanal cennetin sözde yolcularının avuntularıdır ve teselliden öteye bir anlam taşımazlar.

Reenkarnasyon çoklarının sandığı gibi bir teselli değildir ve olmamalıdır; doğrusu onu bir fırsat ve adaletin tecellisi olarak değerlendirmektir. Bana göre yaradılışta teselliyi arasanız bulamazsınız; ama sevgi ve şefkati ararsanız bolca bulabilirsiniz; geliştirebilir, artırabilirsiniz; tabii eğer bakmasını bilen gözlere ve işlemesini bilen bir şuura sahipseniz. Reenkarnasyona doktriner acıdan veya öylesi bir mantık ve bakış açısıyla yaklaşırsanız yanlış olur; çünkü o zaman kaderciliğe sürüklenmeniz kaçınılmazdır. Bu sizin gerçek doğanızı görmenize engel olmamalıdır. Nedeni şudur: Sahte benliğiniz olan egoya dayalı veya onunla ilişkilendirilmiş bir reenkarnasyon düşüncesi anlamsız, yararsız ve tümüyle yanıltıcıdır. Bize belki karışık gelebilir, ama artık gidip-gelen bireyler de aynı olamazlar. Aksi halde tekâmül sürmezdi, ki bu evren yasalarına aykırıdır. Bizler de buradaki ve şimdiki yaşamın her ânında sürekli yenilenmiyor muyuz?

A. Kerim Soley