Tao, basit anlamıyla ‘yol’ (yaşam yolu) demektir. Orijinali ‘dav’ gibi okunur; japoncası ‘do’dur.
O yolda herşey doğaldır; öyle ki en üst aşamalarında hiçbir aşırılık veya yapaylık bulamayacağınız gibi ego, kızgınlık, keder, ıstırap… gibi kökeni zihin olan şeyler de yoktur. Özetle Tao, insanı erdeme ve bilgeliğe taşıyan, önyargısız ve beklentisiz, uyumlu, sessiz bir denge ve bütünleşmenin yoludur. Ve aslolan o yola ne kadar yaklaşabildiğiniz, ne denli dahil olabildiğiniz ve ne kadar yol alabildiğinizdir.
Tao yolunun gerçekte başlangıcı da sonu da yoktur; o ne sınırlı ne de kısıtlıdır. O nedenledir ki gerçek taocular herhangi bir kişi, olgu ya da olay hakkında katı yorum ve tanımlamalardan, kesin yargılamalardan özenle kaçınırlar. Taocular, hangi türden olursa olsun, bütün bağımlılıkların (madde bağımlılığından inançsal bağımlılığa kadar), insanın özgün-gerçek doğasını zamanla bozduğunu, bunun sonucunda da Tao’nun kısmen de olsa hissedilebilmesini engellediğini kabul ederler. Hoşgörüleri de tevazuları da bir bakıma bu anlayışlarından kaynaklanır.
Taocular derler ki; “Bir insanın tutkuları ne kadar derin ve güçlü ise, ‘gerçek-kendi’ne özgü olan ve ondan kaynaklanan yaşam gücü o kadar zayıftır. Çünkü o kimse artık istese de yaşamını doğallıkla, bütünsellikle ve eksiksiz olarak yaşayamaz”. İşte o zaman yaşamını böylesine ‘eksik’ yaşayanın bilinci perdelenmiş, zihni de dış etkilere öylesine açık ve onlara karşı savunmasız kalmış olacağından bilgeliğinin engellenmesi; bunun sonucunda da yaşarken ulaşabileceği erdeme bir türlü erişememesi kaçınılmaz olacaktır.
Kaygılar gibi, aşırı sevincin de insan doğasını bozduğunu; buna karşılık mâkul ve ölçülü sevincin, coşkunun erdeme giden yolu süsleyip zenginleştirdiğini farkedebilmek güzeldir. Küçük ve gerçekte önemsiz olan şeylerin yokluğuna ya da kaybına üzülmeden, tüm bir yaşamı olanca doğallığıyla ve telaşsız yaşayabilmek, ağlayarak gelmiş olsak bile vakur bir biçimde ve sakince gidebilmek… ne güzeldir, öylesine de abartısız ve zariftir…
Tektanrılı dinlerde tanrı kavramı kişileştirilmiş ve ‘muhatap alınabilir’ hâle getirilmiştir. O nedenle duaları da ‘yatırım’a, karşılık beklemeye yöneliktir. Nasıl ki onlara göre kusursuz kulluğun karşılığı ebedî mükâfat ise; inananlarının duaları da ister istemez hep yardım, ayrıcalık, kayırılma, üstün görülme ve eşitsizlik talebi hâline gelmiştir. Ama eğer bir taocu iseniz, Tao’nun varlığına ilişkin herhangi bir sav öne sürmezsiniz. Çünkü taoculuğa göre Tao varlığın da yokluğun da ötesindedir. Diğer inanç sahipleri kendi dinleri ve inançlarına göre tanrının varlığını ispata çalışır; hattâ bu amaçla birbirlerine kıyarken, bir taocu olarak sizin hiçbir biçimde onun varlığını ispat gibi bir yükümlülüğünüz yoktur. Böyle bir anlayışa diğer klasik inanç sistemlerinde rastlayamazsınız.
Eğer tanrısını kişileştirmiş olan klasik-organize bir inancın mensubu iseniz, veya ‘kültürel’ bakımdan da olsa öylesi bir inançtan fazlasıyla etkilenmiş iseniz, Tao’yu da ister istemez ya tanrı kavramı ile bir tutmaya ya da ona tanrısallık izafe etmeye başlayabilirsiniz ki, işte o zaman Tao iyice anlaşılamaz hâle gelir. O zaman da Tao’dan ayrı düşmeye devam etmiş olursunuz.
Doğada ve bütün varlıklarda varolan Tao, hiçbir şeyin adı değildir. O aynı zamanda hiçbir varolanın kaybolmadığı, sürekli varolduğu yerin adıdır. Özlemleri, hırsı ve tutkuları güçlendikçe; zihni öne çıktığı ve egosuna yenildiği oranda insan Tao düşüncesinden de, onu anlama ve algılama yeteneğinden de uzaklaşmış olur.
Tao taraf tutmaz; inanmayanlara karşı inananları kayırmaz; doğa yasaları söz konusu olduğunda kimseye ayrımcılık yapmaz. Doğrudan birşeyi yaratmaz ama tüm yaratılışın kaynağıdır. Yaratılmışların kaderleriyle oynamaz; günah/sevap çetelesi de tutmaz; zamanın olağan akışını durup dururken bozmaz, genel evrime de kişisel tekâmüle de müdahele etmez. Ama Tao düşüncesi mevcut ışığın doğru anlaşılmasına; doğanın, olayların, gelişmenin ve değişen koşullarla birlikte gerçek kendimizin de doğru kavranabilmesine olanak sağlar. Yani Tao düşüncesinde yaratıcı güç anlamında bir tanrı kavramı arasanız bulamazsınız. Ama yin ve yang’ın oluşturucu güçleri sayesinde yaratma eylemi gerçekleşir. O nedenle Konfüçyüs düşüncesiyle kaynaşabilmesi kolay olmuş, budizmin de büyük ölçüde dahil edilmesiyle ‘Zen’ anlayışı ya da inancı/inanışı ortaya çıkabilmiştir.
Taoculukta katı dinsel kurallar, izlenmesi zorunlu sıkıcı ritüeller, sistematize edilmiş ibadet biçimleri yoktur. Bütün bu kısıtlayıcı ve sınırlandırıcı unsurlar Tao düşüncesinin çok dışındadır. ‘Gökten de yerden de önce var olan’ Tao’nun bir de ‘başlangıcının ve sonunun olmadığı’, son olarak da ‘sonsuzlukta varolduğu’ kabul edildiğinde ‘tüm varoluşa egemen’ bir kavram olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Buradan da tüm varolan ve varolacak olan şeylerde, biçimlerde, yaratım ve oluşumlarda Tao’nun mevcut olduğu fikrine erişmek pek zor olmayacaktır.
Tao felsefesinde doğum, yaşam ve ölüm birdir, bütündür. Varlıkları vâreden, varolmuş her şeyin özü olan Tao’dur.
Taoculuğun yeniden doğuş anlayışı, hinduizmdeki rastgele oluşumlardan da farklıdır. Taoculukta önemli olan yaşamın akışına ‘uyum sağlamak’tır. Zamanı geldiğinde oluşmuş olan herşeyin oluşumunu sağlayan ‘bağlar çözülecek’ ve kaçınılmaz olarak yeni bağlar ve bileşimlere bağlı yeni oluşumlar, yepyeni varoluş biçimleri ortaya çıkacaktır. Yani bütün doğumlar, yaşam ve ölümler birer ‘dönüşüm’dür. O halde tasalanmanın âlemi olmadığı gibi, doğa yasalarına boşu boşuna karşı koymaya çalışmak da anlamsız, yararsız ve üstelik ıstırap vericidir. Her varlık bir biçimde başka varlıkların içinde varolmaya devam edecektir. O nedenledir ki içsel varlığını keşfeden bütün kaygı ve korkularından kurtulacaktır.
Yıllar içindeki deneyimlerimizden gördük ve toplumsal ilişkilerimiz sırasında yaşadık ki, Tao’daki yalınlık kimileri için onun anlaşılmasını kolaylaştırsa da, zihinleri yapay olarak biçimlendirilmiş olan çokları için gerçekte anlaşılmayı ve erişimi zorlaştıran bir neden olmaktadır. Yeterince özgür, korku içermeyen, önyargılardan ve ısmarlama vaadlerden arınmış; her yokoluşun aslında başka bir şeyin dönüşerek varoluşu demek olduğunu, yani yaratma ve yoketmenin gerçekte aynı şeyin, özünde tek bir sürecin, bakış açısına göre değişen farklı görüntüleri olduğunu çok yalın biçimde açıklayan; bizim veya bize ait hiçbir şeyin olmadığını ifade eden bir öğretiyi kavramak kuşkusuz ki hiç kolay değildir… Oysa ki özünde gerçekten mistik olan bütün yollar, son derece yalın ve gösterişten uzaktır. Onu kavrayamayan zihinler, böylesine yalın düşünmeye alıştırılamamış ve doğallığını yitirmiş olanlardır.
İçimizde Tao konusunda ayrıntılı açıklamalarda bulunabilecek, hepimizi aydınlatabilecek yetkinlikte ustalarımız var. Onların hoşgörüsüne güvenerek konuya farklı açılardan yaklaşmaya çalışalım.
Bilgelik yolunda farklı kaynaklardan ve değişik yöntemlerle öğrendiklerini yeterince özümseyemeyip günlük yaşamında uygulayamayanların, zihinsel bakımdan ‘bölünmüş’ veya ‘dağınık’ durumda kalmaları kaçınılmazdır. Böyle bir durum ister istemez kişilik üzerinde hem ‘yük’ hem de ‘dengesizlik’ oluşturacak; ardından da sıra kaçınılmaz olarak gerilime, güvensizlik ve endişeye gelecektir.
Kitaplar kuşkusuz yararlıdır; ama sadece fikir verebilir, sizi Tao’nun kavranmasına götürecek bilginin özünü veremezler. Bunun için taoculukta klasik hindu dinlerindeki ‘guru’ kavramının; ya da Ortadoğu inançlarındaki mürşit, şeyh, vaiz gibi tiplemelerin çok dışında; onlardan oldukça farklı bir yolgöstericiye ihtiyaç olacaktır. Tao ustalarına öyle her yerde rastlayamazsınız; anlatılabilen şey de Tao olmadığına göre, genellikle onu gerçeğe yakın biçimde ve yanılgısız anlayıp idrak edebilmek de hiç değilse başlangıçta hayli zor ve zahmetlidir. Lao Tzu’nun dediği gibi, “Tao’yu küçümseyenler onun hakkında hiçbir şey bilmeyenlerdir.” Bu daha çok, insanın ne kadar yükselip tekâmül edebildiğine, zihnini ne denli arındırabildiğine; bunların yanında büyük oranda özgürleşebilmesine ve kısmen de zekâ düzeyi ile muhakeme yeteneğine bağlıdır.
Şimdi tarihsel gelişimine kısaca bir göz atalım…
İ.Ö. 6’ncı yüzyılda Çu hanedanı döneminde yaşadığı kabul edilen Lao Tzu’nun saray arşivcisi olduğu, daha sonra ilerleyen yaşında bu görevinden ayrılarak ilk kitabı ve temel eseri olan Tao Te King’i yazdığı söylenir. Batı yolculuğuna başladıktan sonra da ikinci eseri olan Hua Hu King’i yazmıştır. Lao Tzu’nun kaleminden çıktığı kabul edilen ve kendisinden çok önceki yılların kadim bilgeliğini yansıttığına inanılan temel eserler bu ikisidir. İkinci kitap daha ziyade diğer uluslara ve halklara taoculuğu anlatma amacıyla yazılmış gibidir, ya da böyle bir izlenim verir. Hua Hu King’in, İ.Ö. altıncı yüzyıldan üçüncü yüzyıla kadar taocu rahipler tarafından derlenerek oluşturulmuş ve Lao Tzu’ya maledilmiş olduğunu savunanlar da olmuştur. Seksenbir adet kısa konuşma ve diyalogdan oluşan bu eserin Çin’de uzun yıllar boyunca yasaklanmış olduğu bilinmektedir. Resmen yasaklanan eser, günümüze ancak taocu rahiplerce büyük bir gizlilik içerisinde ve birbirlerine zincirleme aktarma yoluyla gelebilmiştir. Esasında o tarihlerde Çin hanedanında hangi inanç etkin olursa, krallar veya üst görevliler hemen diğerlerini yasaklıyordu. Oysa ki temel anlayış olarak tao-budist-konfüçyüs düşüncesi, en azından rahipler düzeyinde çoktan birbirlerine yaklaşmıştı bile…
Her ikisi de baştan sona dikkatle incelenmesi gereken eserler olmakla birlikte, anlaşılabilmelerini kolaylaştırma umuduyla, aşağıdaki bazı temel fikirlere özellikle dikkat çekmek isteriz:
* Tao evrenin anlamıdır.
* Eğer Tao’yu herhangi bir şekle büründürmeye kalkarsanız, onu göremezsiniz.
* Lao Tzu, anlayabilen için beşbin sözcüğe dünyayı sığdırabilmiştir. Ama dünyayı anlatsanız da, söyledikleriniz Tao’yu anlatmaya yetmez.
* Tao düşüncesi, sınırlandırılamadığından din de değildir; çünkü evrenseldir. Oysa ki pratikte hiçbir din evrensel olamaz.
* Sınırlandırılamayan, anlatılamaz da…, ama sezilebilir, hissedilebilir. ‘Ne kadarı’ derseniz, orası size kalmıştır.
* ‘Tao’ adı bile sadece basit bir isimlendirmeden başka birşey değildir. Tamamen pratik nedenlerle ve anlatım kolaylığı bakımından ona ‘Tao’ denmiştir.
* “Gökten de yerden de, akıldan da ruhtan da, hattâ varlıktan da yokluktan da önce Tao vardı”… “Bütün bunlar geçip gittikten sonra da yine Tao varolacaktır. Çünkü herşey onun içindedir”
* Sesini duyamazsınız, ama bütün sesler odur; onu göremezsiniz, ama bütün görüşler odur; görünüşte o hiçbir şey yaratmaz, ama bütün yaratışlar odur.
Görüyorsanız, Tao değildir; duyuyorsanız, Tao değildir; niteleyebiliyorsanız, sınırlandırabiliyorsanız, zihinle algılayabiliyorsanız… o Tao değildir.
* Tao gerçeğin sürekli dönüşümü ve sonsuz gelişimidir. O nedenledir ki
onun hakkında söylenenlerin bir teki bile onu tanımlamaya yetmez; çünkü Tao sözcüklerle anlatılamaz.
* ‘Varlık’tan öncesine, sanki kavranabiliyormuşcasına ‘yokluk’ demek
âdet olmuştur; üstelik bu büyük bir kolaycılıktır; hem de onun, sizin bilgelik yolunda olduğunuza dair tatlı bir aldatmacası da vardır.
Peki, ‘yokluktan öncesi’ni düşünebilir misiniz? Kesinlikle hayır. Ama Tao’nun izleri tâ oradadır.
* Bilgelik doğal olandır, erdemse doğal olandakidir. Cehalet ve erdemsizlik doğal olmayandır.
* Hiç birimiz evrenin yabancısı değiliz, aksine hepimiz onun tamamlayıcısıyız. Çünkü her yerde olan Tao, aynı zamanda da bizdedir; biz de ondayız.
* Doğaya ya da ondaki herhangi bir nesneye kötülük eden, zarar veren; kendine kötülük etmiş, kendine zarar vermiş demektir.
Taocunun tipik davranış biçimi; yukarıda da açıklanmaya çalışıldığı üzere, zihnin ve aklın sınırlı, dolayısıyla imkanlarının da kısıtlı olduğunu bilmek; buna hayıflanmadan iyi niyetle ve içtenlikle doğruları bilmeye, öğrenmeye çabalamaktır. Bu içtenliği nedeniyledir ki hiçbir taocu bilmediği bir şeyi bildiğini öne sürmez, ‘bilinemeyen’in kendisine nasıl dayatılmaya çalıştığını da önemsemez. Çünkü gerçekte bilmediğini bildiği şeye başkaları öyle söyledi diye kör bir inançla bağlanmaz, böylesi bir fikri de davranışı da benimsemez.
Onun anlaşılamaz ve anlatılamazlığı, ‘bütünüyle anlaşılamaz’, bu nedenle de ‘yeterince anlatılamaz’ anlamında alınmalıdır. Yoksa, ‘nasıl olsa anlaşılıp anlatılamıyor, o halde üzerinde çalışmanın ve çaba göstermenin ne anlamı var’ biçiminde bir değerlendirme yanlış ve tam bir “olumsuzlama” olacağı gibi, Tao’yu kısmen de olsa yaşama dönüştürmemize engel teşkil edecektir.
Taoculuğun yozlaştığı, moğol istilâsıyla birlikte şamanizmin etkisi altında kaldığı, saray dini olduğu dönemler olmuştur. Bodhidharma’nın, yer yer yozlaşmaya başlayan budizmi, esasını bozmadan, sıkıntılı bir dönem geçiren Tao düşüncesiyle bağdaştırarak ortaya çıkardığı Zen anlayışı, kanımızca her iki felsefenin Çin toplumu içinde doğru, yerinde ve adetâ olması gereken bir sentezini oluşturmuştur. Öyle ki Zen’in ortaya çıkması Tao düşüncesinin üzerinde birikmeye başlamış tozlardan arınmasını ve gerçek köklerine dönmesini de sağlamıştır. Bu görüşümüz kimi tutucu çevrelerce fazla iddialı bulunarak önce kuşkuyla karşılanmış, ama sonradan haklı bulunmuştur. Gerçekten de, zaman içinde bozulmaya, hattâ kurumsallaşarak biçimselleşmeye ve yozlaşmaya başlayan bu iki dünya görüşünün sentezi hem her iki görüşün hem de insanlığın yararına olmuştur. Bize göre bugün Güney budizmi olan Theravada (hinayâna) aşırı ‘dinselleştirilmiş’ ve biçimselleştirilmiş; Kuzey budizmi Mahayâna ise güneydekiler kadar olmasa bile elini bir ölçüde dünyadan çekmiş durumdadır. Şimdiki saygıdeğer Dalai Lama’dan sonra nereye gideceği de belli değildir… Kısacası Tao düşüncesi budizme, budizm de Tao düşüncesine güç ve destek vermiş; bu sayede birbirlerini daha doğru anlayarak olağanüstü bir senteze ulaşabilmişlerdir. Nitekim bugün her Zen izdeşi her zaman hem Budha’ya hem de Tao düşüncesine içten ve büyük bir saygı duymaktadır.
Kısacası Zen her ikisinin de rönesansı olmuştur.
Taocular, kimilerinin sandığı gibi olumsuza, sakıncalıya, yanlışa karşı çıkmayan; her şeyi oluruna bırakmış pesimist ve kaderci kimseler değillerdir.
Tao ‘her şeyi eyleme geçiren’dir; her şey onun aracılığıyla ve onun ortamından oluşur, gerçekleşir. O nedenledir ki ‘wu-wei’yi, bir tür eylemsel potansiyel, yani etkinliğin gizilgücü, tüm devinimlerin ve varoluşun kaynağı olarak anlamak gerekir. O nedenle sanıldığının ve sık rastlanan çeviri hatâlarının yansıttığının aksine o mutlak durağanlık veya eylemsiz boşluk demek değildir; olsa olsa ‘eylemsizlik görünümündeki etkinlik’ ve kendisi eyleme geçmese de ‘her şeyi eyleme geçiren’ olarak çevirilip anlaşılması doğruya daha yakın bir anlatım ve anlayış olacaktır. Taocuları, Tao’nun evrenine ‘dirençsizce katılanlar’ olarak tanımlamak mümkündür. Çünkü o nesnel bilginin ötesindedir, o nedenle de katılınmadıkça dışarıdan yeterince anlaşılamaz, kavranamaz.
Tao düşüncesine göre insan gökselliğin ve maddeselliğin bileşimidir. Başka din ve inançlarda farklı biçimlerde mevcut olan ‘üçleme’nin Tao’daki anlamı bu şekildedir. Varlığında gökselliği de maddeyi de barındırır. Hem bu iki temel unsurun ortak ürünü hem buluşma yeri hem de uyum ve dengenin sembolüdür. Eril ‘tin’ ile dişil ‘ten’in birleşerek oluşturduğu varlık olan bireyin yapması gereken, varlığını dengeli biçimde sürdürmek, tekâmül edip yeni ve daha üst bir varoluşun bileşenlerinden birisi olmaktır.
Her geçen gün astronomi, fizik ve özellikle de parçacık ve atomaltı fiziğindeki bilgimiz gelişip onun aydınlattığı yoldaki idrakimiz genişledikçe taocu felsefeyi de daha iyi ve daha doğru anlayabilecek duruma geliyoruz. Einstein’dan Wolf’a, yakın geçmişin ve bugünün hemen bütün kuantumcularının budizme, taoculuğa, sufizme ve Zen düşüncesine olan saygılarını her zaman dile getirmiş olmaları boşuna değildir.
* * *
Tao’nun felsefesine evrenin devingen olduğu, sürekli değişip geliştiği fikri hakimdir. Bu nedenle de binlerce yıl sonra Batı insanının görüş ve düşünceleri ile evreni algılama ve anlama biçimine, klasik Ortadoğu dinlerine göre daha uygun düşmekte, batılı zihinlere her geçen gün daha çok hitap edebilmektedir.
En eski Tao kayıtlarından elimizde çok fazla metin ve belge kalmamış olsa da, hayatiyetini sürdüren bir yaşam felsefesi olması onu her zaman canlı ve taze tutabilmiştir. Taocu bilgelik pratik ve gerçekçidir; yaşamla bağını da hiçbir zaman koparmamış olduğundan, kendine has yalınlığı ve bu yalınlıktan doğup gelişen bir estetiği ve güzelliği vardır. Bütün nesnelerin birliği ve tümünün de Tao’dan geldiği anlayışı, aynı zamanda sonsuz ve sürekli varoluş inancı, taoculuğun birleştirici ve çevreci olması yanında, insan ve doğa ile birlikte tüm varolan nesnelere karşı da doğal bir şefkat ve merhamet duymasına vesile olmuştur. İşte bu nedenlerledir ki Tao tam olarak anlatılamaz, açıklanamaz; yine o nedenle hem varoluşçudur hem değildir, ya da hem tinseldir hem değildir; bütün bunlar Tao düşüncesine nereden ve nasıl baktığınıza bağlıdır. Öyle bir düşünce ki ne kaba materyalist, ne de dinci veya tinsel. Evrenin güzelliğinin ve ihtişamının farkında, hem gerçekçi hem duyguları önemseyen; kesinlikle şiddet karşıtı; hem yaşama sevincine sahip ve sevecen hem de hoşgörülü ve derin bir mizah içeren… Dinsel inançlar açısından bakarsanız Tao ve Zen budizminden başka böyle bir sistem ya da yaşam felsefesi bulamazsınız. O nedenledir ki Tao’nun yoluna girenlerin ne aşırı ve abartılı sevince ne de derin ve yıkıcı bir üzüntüye, acıya kapıldıklarını görebilirsiniz. Her iki uçta bulunmak ta bir taocu için olağandışı, bilinçdışı bir durumdur; daha doğrusu dinginlik karşıtı bir tavırdır. Ama böylesi bir duruma baskılar ve yasaklarla değil, bilinçli bir kendiliğindenlikle ulaşılmıştır. Yani onda klasik dinlerin katı buyruklarıyla oluşturulmuş yapay ya da göstermelik bir durumu değil de, felsefesinden ve yaşamla bütünleşmiş olmasından kaynaklanan doğal ve gerçekçi bir ‘hâl’in yansımasını görebilirsiniz. Tao’daki coşku ve sevinç, yaşamla uyumludur. Sonuca koşullanmazsınız; o size tıpkı sevgi, şefkat ve merhamet gibi doğal ve bozulmamış haliyle gelecektir.
Evrensel yasalara karşı kişisel saldırıların uyumsuzluk nedeni olacağı kesindir. Kaldı ki böyle bir şey gerçekte tutarlı ve doğayla uyumlu olmadığı gibi ne etik ne de erdemlidir. O nedenle taoculuğun ‘doğal uyumluluğu’ klasik dinlerin dayatılmış esaslarından kaynaklanan o zorlama ‘yapay uyum’ gibi tedirginlik yaratmaz; baskıcı ve sindirici değil, özgürlükçü ve dingindir. Çünkü Tao felsefesinde farklı düşünmek ve daha da önemlisi sorgulamak kusur, kabahat ya da suç değildir. Yani kimse düşüncelerinden dolayı suçlanmadığı gibi, aksine akıl yürütme teşvik edilir. Kuşkular giderilmek için, aykırılıklar çözümlenmek ve senteze varmak için, çelişkiler uyumluluğu sağlamak içindir. Kısacası düşünme günah olmayınca düşüncenin suç olması da söz konusu değildir. Hepimizin bildiği gibi klasik dinlerde esaslar sorgulanamaz, hattâ onlardan kuşkulanılamaz bile. Tao’ya göre ise bu temel bir bilgisizlik nedenidir. Böylesi bir anlayış nedeniyle de taocu hiçbir biçimde dogmatik olamaz.
Taoculukta yapay ibadetler, yakarışlar olmadığı gibi sanal göksel varlıklar, kötü ve karanlık güçler, adaklar ve kurbanlar da yoktur. Bütün bunların doğa yasalarına, evrenin akışına ve gelişimine aykırı olduğu kabul edilir. Ne kendi bedenine ne de başka bir canlıya eziyet edilir. Esas olan, doğayla uyumlu biçimde içsel gelişimdir. Buradaki tek bir yaşam süresinin sonunda gidilecek bir azap mahalline (cehennem) de, ebedî cennete de taoculukta rastlayamazsınız. Doğruluk ve erdemle sürdürülen bir yaşamda, doğayla uyumlu, yeterince hoşgörülü, erdemli ve şefkatli iseniz zaten böylesi kavramlarla uğraşmaz, zihninizi bulandırıp boşu boşuna tedirginlik duymazsınız.
Tüm varoluş alanını oluşturup denetleyen, görünürdeki ‘yin-yang’ ikiciliği zaten insan zihnini, karşıtlıkların gerçekteki yaratıcılığı, evrensel denge, birliktelik ve karşılıklı bağımlılık… gibi kavramlara; bu kavramlar da doğal olarak uyumluluk ve hoşgörü kadar sevgi, şefkat ve merhamete de götürür. Bunlardan da ‘Taocu Bilgelik’ doğar. Çünkü bunlar o sonsuz ve evrensel kaynağın yansımalarıdır. Tao’daki karşıtlıklar, başka felsefelerdeki gibi bağdaşmaz, bütünleşmez ve çözümlenemez çelişkiler değil; aksine yaratıcı, katılımcı ve uyumlu olup hem birbirlerini hem de onları oluşturan gerideki asıl bütünselliğin kavranmasını mümkün kılan, yapıcı ve birleştirici, bütünleyici unsurlardır. Yani bir bakıma her biri, karşıtının ortaya çıkması için gereklidir. Zaten her ikisi de, diğerinden bir parçayı ya da özelliği kendi içinde barındırır. Çünkü ‘iki’ olanlar da, daima ‘bir’ olandan doğar veya kaynaklanırlar.
* * *
Bugün varlığını sürdüren eski inanç ve felsefeler hâlen etkili iseler bu onların, doğru ya da yanlış olduklarına bakılmaksızın bir işlevi yerine getirmekte olduklarını gösterir. O da ‘işe yarama’dır, ki buna ‘işlevselliğini sürdürme’ de denilebilir.
Tarih boyunca pek çok düşünce akımının, dinin, yaşam felsefesinin dünyamızdan gelip geçtiğini görüyoruz. Çabucak kaybolanlar olduğu kadar, bir süreliğine etkilerini artıran ama sonra sadece izleri kalanlar ya da biçim değiştirenler (şamanlık) olduğu gibi; yakın geçmişte, hattâ günümüzde yeni oluşumlarla, bol makyajla (hinduizm ve türevleri gibi) ya da öncekilerin işlemiş olduğu pek çok konudan sadece birini veya birkaçını öne çıkarıp insanları etkileyenler (bazı new age dinleri) de var. Ama Tao ve taoculuk bunlardan çok farklıdır. Kendinden sonra gelen pek çok inanç sistemini ya da akımı derinden etkilemiş olan Tao düşüncesi, yazıya döküldüğü tarihler esas alınırsa Buda düşüncesinin çağdaşı gibi görünür; yani yaklaşık 2500 yıl kadar önce… Ama özgün-geleneksel Tao felsefesinin kökleri günümüzden 4500 ilâ 4800 yıl öncesine kadar gidebilmektedir. Eskimemiş olmasının nedeni ‘yaşayan’, yaşıyor olmasının nedeni ise ‘pratik’ ve ‘anlaşılır’ olmasındadır. Yazıya döküldüğü yıllardaki çağdaşı olan budizmin, yıllar sonra ‘mahayâna’ ana koluyla etkileşimi ve onlara az da olsa eklenen Konfüçyüs baharatı, ortaya tadına doyum olmayan, son derece doğal ve aklı-zihni-ruhu güçlendirip geliştirerek insanın yolunu hem gösterip hem de aydınlatan fevkalâde bir besin çıkarmıştır.
Budizmin birinci devrimi ‘mahayâna’nın ayrılmasıdır. Böylece ilk yenilenmesi ve arınması ile birlikte rotasında da düzeltme gerçekleştirilmiştir. İkinci büyük aşama Nagarjuna ile, üçüncüsü ise Bodhidharma ile olmuştur. Bodhidharma’nın, budizmi taoculukla buluşturması önce birleşme’ye zamanla da bütünleşme’ye dönüşerek en güzel meyvesini vermiştir. İkisinden biri olmasa o mükemmel karışım veya müstesna bir alaşım diyebileceğimiz Zen olamaz ve bugüne kadar da gelemezdi. Yani esasında bugün budizm yaşıyorsa bu biraz da taoculuk sayesindedir. Tao düşüncesi insanlığı bu denli etkilemeye devam edebiliyorsa o da Zen nedeniyledir.
Örneğin Tao’nun ve Zen’in ortaklaştığı temel ilkelerden birisi “şiddetsizlik ve zararsızlık”tır. Bütün varoluş unsurlarını, aynı zamanda kendinizin de bileşenleri; geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki parçalarınız olarak görürseniz onlara nasıl şiddet uygular, nasıl zarar verebilirsiniz ki? İşte bu, bütün varoluşun birbirine karşılıklı bağımlılığını farketmiş olmaktan kaynaklanan ‘doğal şefkat’tir ve sizi bozulmamış içsel doğanıza, ‘gerçek-kendi’nize ulaştıracak olan anlayışın ve yolun başlangıcıdır.
…..
Skolastik bir dinsel pekala şöyle sorabilir: ‘Eğer Tao belirsizse, bu sizin Tao hakkındaki fikirlerinizin de belirsiz olduğunu göstermez mi?’. Taocu ise kolaylıkla yanıtlar: “Sizin ‘belirli’ sandığınız her şey gerçekten de belirli mi, yani sakın ‘yanılsama’ olmasın? Tao hakkında bilebileceğiniz her şey zaten eksik olacaktır; o halde ona ait bir fikrin de belirsiz olması gerekmez mi?” Ardından şöyle de ekleyebilir: “Herşey Tao’dan geldiğine göre, Tao’nun herhangi birşey olması mümkün müdür?” …Tabii soruyu soran da sorduğuna soracağına pişman olur.
Zaten ‘bilinemeyen’in aynı zamanda ispatlanamayacak olduğunu sanırım kabul ediyorsunuzdur. Eğer ‘Tao’ sözcüğü tanımlanamıyorsa, ya tam olarak bilinemiyor ya da anlaşılamıyor demektir. O halde neden sözedilmekte olduğu da başlangıçta bilinemez, kısmen bilinebilse de sözcükler onun anlatımında yetersiz kalır. Agnostikçe görülen bu düşünüşün aslında ne denli doğru olduğu açıktır. Tanımlanamazsa anlamlandırılamıyor demektir. O halde geriye tek bir şey kalıyor: ‘Tao’yu anlamak isterseniz, önce taocu felsefeyi anlamaya çalışmalısınız’.
Sıradan bir yoldan daha çok yol, ama daha farklı bir yol olan taoculuğu anlamaya çalışmakla işe başlayabilirsiniz. Onu kavrayabilirseniz her şeyi bir başka açıdan, ama kesinlikle daha özgür biçimde kavramaya da hazır olacaksınız.
Çağdaş insana en çok hitap edebilecek felsefeler Tao ve Zen’dir; ama işin garibi onlar felsefe de değildirler. Başı ve sonu olmayan Tao’nun içine girdikçe ve Zen’i anlamaya başladıkça, o güne kadar anlaşılamayan pek çok şey anlaşılabilir hâle gelecektir. Daha da ilginç olanı o güne kadar nasıl olup da anlaşılamaz olarak kalabildiklerine şaşıracaksınız. Örneğin bütün varoluş alanını vareden ve kontrol eden Yin ve Yang’ın, tıpkı yerle gök gibi hem ayrı hem de bir arada olduklarını kavrayabilmek size hem derin bir huzur hem de yepyeni bir sorumluluk verecektir. Oradan da ister ‘karşıtların uyumlu birliği’ne, ister aynı bütünün değişik görünüşlerine, ister bölünmüş gibi görülenlerin gerçekte nasıl birleştiğini, doğanın bütünlenebilir unsurları bir araya getirmesiyle algılama noktasına erişebilirsiniz. Çünkü Tao evrenin anlamı, öncesi, şimdisi ve sonrasıdır. Ayrıca, Tao’nun içine girmeden Zen’i anlayabilmek de hissedebilmek de mümkün değildir.
Gerçekten de taocunun mantığını ve zihninin işleyişini biraz olsun anlayabilmek için taocu felsefeye aşina olmanız gerekir. Örneğin taocunun işi hiçbir zaman Tao’ya boyun eğmek, ona kulluk etmek olmadığı gibi, anlayamadığı zaman sanal gerçeklikler ve faraziyeler uydurmak da değildir; aksine onunla ‘uyum içinde olmak’tır. Bu, Ortadoğu dinsellerinin kolay kolay anlayabileceği birşey değildir. İşte o nedenledir ki bir taocu korkulu, kuşkulu ya da kaygılı değil; uyumlu, doğal ve katılımcıdır. Nihai hedefi de varoluşla ‘bir olmak’tır. Taocu tapınmadığı için Varoluş’la arasında ayrılıktan ve ayrışmadan kaynaklanan o bildik mesafe de yoktur; aksine kendisi gibi yine Tao’dan gelmiş olan çevreyi, doğayı ve evreni ‘anlamaya’ çalışır…, tabii herşeyden önce de ‘kendini’. Çünkü bilir ki, bakma kastı ile baktığında onu göremez; dinlediğinde duyamaz; ama her şey ondan gelir, ona döner…
Tao’ya göre zihin, beden ve ruh yeterince gelişmemiş ve gerektiği kadar olgunlaşmamışsa aydınlanma yolunda ilerlenemez. Hep biryerlerde takılıp kalırsınız. Dinler zihni, aklı ve ruhu doğal olmayan mecralara çektikleri için zihin-beden-ruh zamanla ya safdışı kalır, ya da hastalanır ve işlev göremez hâle gelirler. O vakit yaşam gücü azalır, idrak geriler; yin ve yang dengelenemediğinden birlik sağlanamaz, olağanüstü ve mükemmel düzenin farkına varılamaz.
Tao düşüncesi toplum normlarının, toplumsal değer, yaşam biçimi ve alışkanlıklarının, insanın doğallığı demek olan ‘gerçek-kendi’sine erişimin önündeki engeller olduğunu kabul eder. Bu durumu hem de bundan yirmibeş asır önceki, bu kadar konformist olmayan, toplum baskısının bugünkü kadar hissedilmediği dönemlerin yazınında kolaylıkla görebiliyoruz. Onlardaki temel düşünceler özetle şöyledir:
. Herşeyin temelinde Tao vardır, daha doğrusu herşey Tao’dan gelir; tüm varlıkların varolma nedeni Tao olduğu gibi bütün evrim ve dönüşümler de Tao sayesinde mümkün olabilir.
. Tao düşüncesinde bireylere ödül ve ceza veren tanrısal bir güç yoktur. Bir taocu ne kadar övgü amaçlı da olsa, Tao’yu nitelemek için kullanılacak her yüceltici sıfatın gerçekte onu sınırlayacağının ve kısıtlayacağının bilincindedir.
. Taocu düşünceye göre içinde farklılık, karşıtlık, tezat bulundurmayan ortam yaratıcı da değildir; asıl kaos oradadır.
. Felsefesini gerçekten özümlemiş bir taocu wu-wei’yi hiçbir zaman eylemsizlik olarak algılamaz, fakat doğru biçimde ‘edimsizlik’ olarak algılar.
Geleneksel budizmde ve Tao düşüncesinde yer almayan yapay ‘kutsallık’ kavramına, örneğin Zen’de de rastlayamazsınız. Her üçünün de felsefelerinin odak noktası kuramsal, göksel ya da kutsal bir güç değil, ‘insan’dır. Arınmaya, farkındalığa, tekâmüle ve erdeme yönelen insan… O nedenledir ki her üç düşüncenin mensuplarının doğa ile uyum sağlama yetenekleri ile yaşama ‘koşulsuz ve önyargısız katılma’ becerileri, coşkuları, ‘bir olabilme’ anlayış ve kapasiteleri, diğer inanç sistemlerinin mensuplarından çok daha farklı ve güçlüdür. Hal böyle olunca, yani zihni kutsallığa ilişkin kavramlarla bulandırılmamış, korku ve endişelerle baskı altına alınmamış olduğundan taocu da ne yaşamdan kaçıp ondan elini-eteğini çeker; ne de yaşama aşırı derecede bağlanır. Ama uyumlu ve tutarlı biçimde yaşamın içinde yer aldığından, ondan gerçek anlamda haz ve huzur duyar; yaşamı içine sindirir, çatışmaz ve böylelikle de onun tadına varabilir.
Sözlerle anlatılabilen herşey sınırlıdır, ya da sözlerle anlatmaya kalktığınızda sınırlamış olursunuz. O nedenledir ki ‘anlatılabilen Tao, Tao değildir’. Böyle baktığımızda Chuang Tzu’nun sadece Kant ile değil, Wittgenstein’la da Krishnamurti ile de ortaklaştığı pek çok nokta bulabilirsiniz. Bu durumda iki büyük teorisyen ve yazar olan Lao Tse de Chuang Tzu da günümüze öyle yaklaşırlar ki, bir anda çağdaşımız oluverirler.
Tao’yu anlayamamamız doğaldır; zaten anlaşılabilir olan Tao değil, taoculuktur. Taoculukta ‘Tao’ herhangi birşeyin adı değildir; ama hem evreni oluşturan hem de onda oluşmuş her şeyin temelinde Tao vardır.
Herkes tarihsel olan ‘Tao düşüncesi’nden sözedebilir, bu doğaldır. Hakkında birkaç kitap okur, yerli-yabancı siteleri dolaşır ve derler-toparlar, başkalarından alıntılarla (ya da son zamanlarda sıkça karşılaşılan eski dildeki karşılığı ‘intihâl’ ile) ortaya ansiklopedik, veya kronolojik, ya da kısmen tarihsel kısmen de psiko-sosyal bir yayın çıkarabilirsiniz. Hattâ taocu mizah, yoga veya seks de böylesi yayınlara konu edilebilir. Ama yaşayan ‘Tao Düşüncesi’ söz konusu olduğunda bunlar yeterli olmaz. Çünkü bir defa felsefenin özünü ‘bilecek’siniz, sonra ‘anlayacak’sınız, daha sonra ‘yorumlayabilecek’ düzeyde ‘özümseyebilmiş’ olacaksınız; ve nihayetinde ‘hissedecek’siniz. Başka türlü, yeterli araç ve donanıma sahip olmadan bu okyanusta yol alabilmeniz mümkün olmaz.
Tao felsefesine göre, gerçekte Tao’dan etkilenmeyen hiçbir şey yoktur, çünkü onun içinde ve dışında olmayan hiçbir şey yoktur; mesele bizim bunu farkedip edemeyişimizdedir. Taocunun diğerlerinden farklı olmak için hiçbir şey yapmasına gerek yoktur, onun algıları da izlenimleri de, değerlendirmeleri de kısacası zihinsel yapısı da zaten diğerlerinden farklılaşmış durumdadır. Ve bu farklılaşma durağanlaşmış değildir; kendi içinde uyumludur ama aslâ statik değildir; her zaman ve her şekilde dinamiktir. Bu da doğanın dinamikleriyle uyum içinde bulunması sayesindedir. O nedenledir ki Tao’yu her yorumlama çabası eksik kalmak zorundadır. Çünkü o her yerde ve her şeydedir; her yer ve herşey de onun içindedir.
Tao’nun sessizliği de aktif ve dinamiktir. Başka inançlara mensup dinsellerin edilgen ve kaderci, miskin sessizliğiyle karıştırılmamalıdır. Yapay törensellikleri de taoculukta bulamazsınız. Taocunun yapay ibadetlerle, basmakalıp mantralarla, kutsal kitaplarla işi olmaz; kutsallık izafe edecekseniz insan kutsaldır, yaşam kutsaldır; yaşamın öncesi de sonrası da kutsaldır. Ama alışılmış, yani bizim zihinlerimize yerleştirildiği veya koşullandırılmışlığımız anlamında kutsallık söz konusu edilecekse bunlar da kutsal değildir. Sıradan kutsallıklarla ilişkisi olmayan Tao’nun, o anlamda kendisi de kutsal değildir. Sıradan ibadetler ve kutsallıklar sadece egonun güçlenmesine ve zihinlerin ayrışıp güçlenmesine yararlar. Kutsallık kavramı Tao’yu kısıtlayacaktır, o nedenle Tao düşüncesinde diğer inanç ve anlayışların yüklemeye çalıştığı anlamda kutsallığın yeri yoktur. Tao’da önemli olan kendi kendini ezercesine yalvarıp yakarmak değil, Tao’nun bütünselliğini olabildiğince anlayabilmektir. Görev olan ibadet değildir, ibadet olansa görev olmamalıdır. Bu nedenle Tao’nun ritüelik bir ibadeti yoktur. Çünkü Tao’da bağımlılığın da sıradanlığın da, nihayetinde zihinselliğin de yeri yoktur; o zaten bir bakıma tüm bunlardan ‘kurtulmuşluk’ ve bunları ‘aşmışlık’tır.
Tao’yu ararsanız bulamazsınız. Onun size kendini gösterebilmesi için uyanık ve farkında olmanız yeterlidir; o vakit size ‘geldiğini’ göreceksiniz; bunu farkettiğinizde ise onun zaten gerçekte sizden ‘hiç ayrı olmadığı’nı da anlayacaksınız. Hiçbir yorumlama yapmaya gerek kalmayacaktır… Kendi kendinize engel olmamanız, ya da mevcut engelleri kaldırmanız yeterlidir.
Zorunlu haller dışında hiçbir yazımızda kronolojik bilgi sunumu gibi bir çabamız olmadı. Çünkü bu tür yüzeysel bilgilere zaten her yerden erişebilirsiniz. Kronoloji ancak olayların sıralı akışını verebilir, ama içeriğini ve özellikle de nedenselliğini yansıtmada yeterli olamaz. Olaylar arasında nedensellik bağı kurulmadan verilebilecek tarihsel bilginin, ‘doğrusal zaman’ boyutu nedeniyle yanıltıcı olma riski vardır.
Keza Tao’nun adını kullanarak kural koyan bütün sözde bilgeler de suçlu ya da kusurludur. Çünkü statükoculuk, onun katılığı ve durağanlığı, taoculukla bir arada düşünülemeyecek birşeydir. Bunun bir benzeri de Zen’de vardır: ‘Gerçekle arana Budha girse, onu da öldür’ derler. Kimi sözde bilgeler, insanlara biçim vermeye ve onları yönlendirmeye çalışırken sakatlar, hem kendisinden hem de taoculuktan uzaklaştırabilirler… Belki de onun için Uzakdoğu bilgeliğinde de bizim sufîlerde de ‘gerçek olan gerçeğe’ zihinle de akılla da varılamayacağı; Tao’ya/Nirvana’ya/Samadhi’ye/ Vahdet’e… erişebilmek için insanın ‘kendini unutması’, hattâ kimi kaynaklarda, biraz nihilist izlenim verse de ‘kendini yoketmesi’ gerektiğinden sözedilir. Tabii ki bunların tümü de bütün yapaylıklardan özgür olma, tüm bağların yokedilmesi anlamındadır. O halde ne ad verildiğinin hiçbir önemi yoktur. Yani zihinden kurtulmak, gerçekte de onu ‘yoketmek’ demek değildir. Bu çok sık karıştırılıyor, hattâ bazı ustalar ve yazarlar tarafından bile. ‘Zihin’ varolduğu sürece ‘ego’ da her an yeni etkileşimlerle varlığını sürdürmeye devam edecektir. Marifet onu ehlileştirip arındırmakta ve kontrol edilebilir hâle getirmektedir. Aksi halde o sizi kontrol edecektir. Onun ‘aşılabildiği ân’a en güzel örnek ‘meditasyon’dur. Siz bakmayın bizim Diyanet’in yoga ve meditasyon hakkındaki olumsuz söylemlerine; sufîlerin de meditasyonu vardır, ermişlerin de; bir piyanistin de vardır, dansçının, opera sanatçısının, ressamın ve heykeltraşın da… Belki her biri farklıdır ama, yine de vardır. İşte o ân, egonun aşıldığı, gerçek yaratıcılığınızın ortaya çıktığı ân’dır… ve dinseller o ân’dan korkar, çekinirler.
İ.Ö. 4’üncü yüzyılda Çin’de yaşamış olan ve kendisinden yukarıdaki satırlarda da sözettiğimiz Chuang Tzu büyük bir taocu düşünürdü. Bakın yirmidört asır önce ne diyordu:
“Halka doğru yolu göstermek için ahlâkı ve görevi icat ettin mi, bu ahlâk ve görev ile insanları hırsız edersin!
Nereden mi biliyorum bunun böyle olduğunu? Dinle bak: Bir iğne çalanı asarlar. Bir ülkeyi çalan ise hükümdar olur. Ve bir kez hükümdarlık sarayına girdi mi, yine ahlâkı ve görevi göklere çıkarır!’
Ona göre, ‘Dünyanın düzenini bozacak olan şey de ‘bilgi’dir. Ve hükümdarlar, beyler Tao’ya değil de kendi bilgi ve hünerlerine onca değer verdikleri için göğün altındaki doğal düzen durmaksızın bozulmakta’dır. Orada da durmaz ve ekler; ‘Ne zaman dünyanın düzeni bozulsa bil ki nedeni, insanların kendi bilgilerine aşırı değer vermeleridir’. Sözünü, bir kez daha vurgulayarak şöyle tamamlar: ‘Dünyayı kendince bilmeye fazla değer vermek, kaçınılmaz olarak onun doğal düzeninin bozulmasına neden olacaktır.’ Evet, bugün için de doğruluğu su götürmez olan bu sözler yirmidört asır önce söylenmiştir…
Tao düşüncesindeki temel fikirlerden birkaçı da ‘karşılıksız vermek’, ‘yaşamımızı basitleştirip sadeleştirmek’ ve ‘başkalarını, onlar bunu farketmeseler de, en az kendimiz kadar düşünebilmek’tir. Bu anlayış bizi, önceden kestirilemeyecek kadar güçlü kılar; bu güç de hiçbir şeyin tutsağı olmamakla başlar. Böylelikle yaşam, daha özgür ve daha dolu yaşanabilecek hâle gelir.
Taoculuğun temel söylemlerine göre, “din, çarpıklık; maddecilik, zulüm; şuursuz maneviyat ise, gerçekdışılıktır”. Evrensel gerçeğe erişebilmek ve varoluşun birliğine ulaşabilmek için gerekli olan dört erdem vardır. Bunlar;
. Kendine ve tüm varlıkların yaşamına saygılı olma
. Dürüst, samimi ve sadık olma
. Nezaket içerisinde başkalarıyla ilgilenme
. Tüm canlılara destek ve karşılıksız hizmet.
Bu dördü bir arada olduğunda gerçek-doğanızı oluştururlar; ve tüm olumlu şeyler, bütün güzellikler, huzur ve mutluluk gerçek doğanız’dan çıkıp gelişirler. Zaten o zaman yapay ibadetlere gerek kalmamış, tüm yaşamınız bilgece edim ve eylemleriniz nedeniyle varoluşa şükran olup çıkmıştır.
Taoculuk, toplumdan uzaklaşarak değil, aksine daha fazla sosyalleşerek ve insanlarla iç içe, onlarla etkileşim hâlinde yaşanabilecek bir öğretidir.
Dünyadaki acılara kayıtsız kalan henüz yeterince aydınlanmamıştır. Tao’nun ve diğer kadim Uzakdoğu öğretilerinin amacı, önce bireysel akıl ile evrensel aklın bağlantısını kurmak, sonra da bireysel olanı evrensel olanla bütünleştirmektir.
Tao’ya göre aydınlanma, gelişimin ödülüdür. Ama bir bakıma ‘aydınlanma için aydınlanma’ demek olan aydınlanmaya ‘koşullanmışlık’, gerçekte düalitenin ta kendisidir ve bencilliğimizin yansımasıdır. Böyle olduğu içindir ki öylesi bir kendini-koşullamanın aydınlanmaya engel teşkil etmesi kaçınılmaz olacaktır.
Tao, kendisi yaratılmamış olduğu halde, herşeyi yaratmış ve yaratmakta olandır.
Hepimiz, doğadaki herşeyle birlikte, sonsuz yaşama doğru ve onunla birlikte durmaksızın dönüşürüz. Eğer her defasında bu tür enerji dönüşümlerine bilinçle katılır, her defasında kendimizi biraz daha saflaştırabilirsek, işte o zaman gelişme, yücelme (tekâmül) yoluna katılmışız demektir. İçsel arınmayı başaramazsak elimize geçen tüm maddi yaşam fırsatlarını her defasında hebâ etmiş oluruz.
Tüm kuramlar, kurallar, yolgöstericiler, yöntemler ve teknikler geçicidir. Aslolan kişisel varlığın, Tao’nun enerjisine ne kadar ‘katılabildiği’ ve ne ölçüde ‘bir olabildiği’dir. Yoldaki öğrencinin içsel arınmışlığını sağlayacak olan gerçekte yine kendisi olacaktır, mürşit ya da üstad dedğil. Ancak böylelikle birbirlerine hizmet etmiş olacaklardır.
Bugün televizyonlarda, yazılı basında resmî ve yaygın dinsel inançla ilgili doğru ya da yanlış, ama övgü dolu ve propagandaya yönelik her türlü yayın kolaylıkla yapılabilmekte, üstelik teşvik edilmektedir. Olumsuz eleştiri getirilmesi neredeyse imkânsız olan resmî inancın yanında, ‘bakınız, şöyle farklı inançlar, görüş ve yorumlar da vardır’ diyebilmek ve onları sergileyebilmek ise neredeyse imkânsızdır; yapamazsınız, yaptırmazlar. O halde nerede hoşgörü, çağdaşlık, özgür düşünce ; ve nerede inanç özgürlüğü, demokrasi, laiklik…?
Yaşamın durmaksızın değişen koşullarına, gelişmelerine uyum sağlayabilmek için önce onları ve nedenlerini ‘anlamak’ gerekir. Katı ve sert olan kimseler değişime uyum sağlayamazlar. Örneğin dinseller katıdır. O nedenle de hoşgörüsüz ve tahammülsüzdürler.
Esnek olabilenler kolay kırılmazlar; karşılaşabilecekleri badireleri, zorlukları kırılmadan atlatabilecekleri gibi doğayı da daha kolay araştırabilirler. Buradaki esneklik, doğal akışa uyum sağlama ve kırılganlığın aşılmış olması anlamındaki esnekliktir. Yoksa, aslâ genel doğrulardan uzaklaşma ve temel ilkeleri gözardı etme anlamındaki bir vurdumduymazlık olmadığı gibi, yalana ve yanlışa katılma anlamındaki bir ilkesizlik de değildir. O nedenledir ki gerçek dindarlarda hoşgörüden, başkalarına ve onların farklı görüşlerine saygıdan gelen bir yumuşaklık ve esneklik vardır. Taoculuk, sizin de gereken esnekliği elde etmenize yardımcı olabilir.
Bize göre, günümüzde her insanın, taocu olma kastı ve amacı olmaksızın da Tao düşüncesini bilmesinde yarar vardır. Bu sayede çok daha hoşgörülü, geniş görüşlü ve farklı inançlarla yaşam felsefelerine karşı hoşgörülü olunacağı kesindir. Tao düşüncesini ne kadar öğrenirseniz, yapay kuralların ve size dayatılmış olan sanal-gerçekliklerin ötesine geçtiğinizi hisseder; kimi duygu ve saplantıları aşırı önemsemenin kendi ‘gerçek doğa’mızdandan uzaklaşmak olacağını farkedersiniz.
Önerimiz taoculuğu öğrenmeye, onu önce bir destek yöntemi kabul ederek başlamanızdır. Başlangıçta onu bir dinin veya inancın yerine koymak, hakkındaki gerçeklerden sapmalara neden olabilir. Bu düşüncenin içine girdikçe, esaslarını paylaştıkça, yoga pratiklerinin de yardımıyla gerilimlerinizden kurtulmaya; daha anlayışlı, hoşgörülü ve sevecen olmaya başladığınızı hissedeceksiniz… ki bu zaten gerçek doğamızdır. O zaman şuurlu inançla, yapay ve şuursuz inancı ayırmaya başlayacak; zihnin zincirlerinden sıyrılacak; önünüzdeki o uçsuz bucaksız doğal haldeki erdem ve bilgelik yolunun yavaş yavaş aydınlanmaya başladığını farkedeceksiniz. Taoculuğun, kendinden sonraki bütün inançların olumlu yönlerini nasıl etkilemiş olduğunu görmek sizi şaşırtacaktır. O zaman kuantum da, holografi de; yoga, reiki, feng shui, Zen, sufîlik, melâmîlik, ayurveda, kundalini… gibi aklınıza gelebilecek, insanı yüceltmeye yönelik her türden çaba ve yöntem de neden-sonuç ilişkileri ile birlikte gerçek anlamını bulacaktır…
…
Tao ve taoculuk adına ne kadar çok şey yazılıp çizilse yine de eksik kalacaktır. O nedenle, yazılmayanları ya da yeterince açıklanmadığını düşündüğümüz konuları olabildiğince özetlemeye çalıştık; bunu yaparken de taoculuğun tarihsel gelişimine hemen hiç değinmedik.
Bir hususu özellikle belirtmeden geçemeyeceğiz. Eski taocu metinlerden bir cümleyi veya bir paragrafı, hattâ meseli alıp çözümlemeye ve anlamaya çalışırsanız, büyük olasılıkla yanılırsınız. Bunun için öncelikle öğretinin ana fikirlerini, temel düşünce yapısını kavramaya çalışmak daha doğru olacaktır. Bir mesel veya diyalog içinde dahi birden fazla konu anlatılmış olabilir. Bunun amacı, okuyanı ‘geniş düşünmeye hazırlamak’ ve alıştırmaktır. Taoculuğun üslubu da diğerlerinden farklıdır. Örneğin budizmin kimi tutucu tarikatleri, ya da Zen’in bazı aşırı-gelenekçi okulları gibi zihni küçük görmez, açıktan açığa horlamaz; ama öyle örnekler verir ki, sonunda zihnin dar kalıplarının dışına çıkmayı ve onu aşmayı siz istersiniz. Bu durum, olan-biten her şeyi kucaklamasının, ama yine de bunlardan hiçbirisine bağlanmayı uygun görmemiş olmasının doğal sonucudur. Kuralcılık ve biçimsellik gibi konulardaysa diğerlerinden çok daha özgürdür. İlk bakışta pek de belli olmayan derinliği ve içselliği zaman geçtikçe daha kolay anlaşılacak ve yavaş yavaş sindirilecek bir ‘yaşam yolu’dur.
Taoculuğun, köklerinden kopup amacından uzaklaşarak şamanlık ve simyacılığın etkisinde kalmış olan büyücü/şifacı türde bazı önemsiz varyantları da mevcuttur. Ancak öğretinin esasına ilişkin olmayan ve hemen her düşünce akımında zaman içinde görülebilen bu tür bozulmuş, şekilci ve ‘dünyaya bağlanmış’ türleri ve onların eleştirisi konumuzun dışında bırakılmıştır. Kaldı ki taoculuğun özünde mevcut olmayan, hattâ yadırganan, ahlakî ve düzene ilişkin söylem ve vaazların sıklıkla rastlandığı farklı anlayış ve uygulamalarına maalesef bu türlerinde rastlanmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi konu çok geniştir ve ne kadar yazılıp söylense de eksik kalacaktır. O nedenle biz yine doğru yaklaşımlarla devam edelim…
Bazı budist yollar, çevresindeki diğer geleneksel inançlardan da ister istemez etkilenerek dünyadan el-etek çekmeyi ve kaçınıklığı överek dervişvâri türde yaşam biçimlerini özendirmişlerdir. Özellikle Bodhidaharma’dan sonra budizmin taoculukla ciddi biçimde etkileşimi sonucunda, bu düşüncede de ciddi bir reform yaşanmış ve ortaya çok daha özgür, ayakları daha bir yere basan, günümüz insanına da hitap edebilen Zen (c’han) felsefesi çıkmıştır. Hattâ o nedenledir ki Zen meditasyonu da (zazen), klasik budist meditasyonlarından çok taocu meditasyonla benzerlik göstermektedir.
Tao düşüncesinde de ‘boşluk’ herşeyin temelidir ve canlı veya cansız olarak nitelediğimiz tüm varlıklar, o tek ve bütün olan ‘büyük birlik’ten kaynaklanırlar.
Kimi astrofizikçiler, özellikle de astro-arkeologlar, bilinen elementlerin (hidrojen ve helyum gibi basit olanları hariç) neredeyse hiç birinin ‘büyük patlama’ ile meydana gelemeyeceğini; muhtemelen başka biryerlerden ‘taşınmış’ olabileceklerini düşünüyorlar. Tıpkı güneşimizin de bir başka çok büyük yıldızın veya bir süpernovanın patlaması sonucunda oluşmuş olduğunu düşünmeleri gibi. Güneş sisteminde bütün meteoritlerin yaşı hep aynı çıkıyor. Evet, her zaman 4,5 milyar yıl… Pekalâ, o halde güneş sistemimizin öncesi ve kaynağı nedir ve nerededir? Yani henüz güneş sistemimiz hakkındaki bilgilerimiz dahi çok yetersiz… ya ondan ötesi…?
Çağdaş fizikçiler boşlukta meydana gelen büyük bir patlama sonucunda, içinde bulunduğumuz fiziksel evrenin oluştuğunu öne sürerler; ve onlara göre her şey, hattâ ‘zaman’ dahi işte bu büyük patlama ile başlar. Ama büyük patlamanın oluştuğu boşluğun ‘boyutları’, boşluğun ne şekilde ve ne zamandan beri varolduğu, onun da bilinen fiziksel evren gibi genişleyip genişlemediği; boşluğu ve patlamadan sonra fiziksel evreni dolduran bir şeyin, örneğin bir ana ya da esas maddenin olup olmadığı henüz bilinemiyor. Kısacası büyük patlamadan öncesi ve o sırada neyin varolduğu gibi sorulara ancak ‘bilinemez’ yanıtını verebilmektedirler. Keza büyük patlamanın ‘nasıl’ından başka ‘neden’ olduğu sorusuna da…
Bu da, kuşkusuz onlarınki kadar açıklayıcı olmasa da taocu boşluk düşüncesinin, çağdaş fizikçilerle astrofizikçilerin bugüne kadar bilebildikleri (ya da bilemedikleri) ile ne denli uyumlu olduğunu göstermeye yeterlidir.
Böyle bir anlayışa vardığınızda, varolan her şeye saygı ve şefkat duyar, doğanın düzenine bencilce veya uluorta müdaheleden kaçınırsınız. O zaman da tüm yaşamınız şükür/dua/meditasyon olur.
Hayatın dalgalanmalarına katlanabilmek için en iyi yöntem, onlara hazırlıklı olmaktır. Kaldı ki olaylar da, onların nedenleri ve sonuçları da başlangıçta göründükleri gibi olmayabilir. Her şeyin ve her olayın bir veya birkaç nedeni olabileceği gibi, nötr olanlar dışında mutlaka bizi etkileyecek sonuçlara neden olması da kaçınılmazdır. Önemli olan bizim onlardan ne kadar etkileneceğimiz, olayların gelişimi ile sonuçlarını ne denli etkileyebileceğimizdir. Tao düşüncesi aslâ kaderci olmaksızın yaşamın dengeleri ve bütün oluşumların geniş görüşlülükle değerlendirilmesi üzerine kurulmuştur.
Tao Te Ching’de şöyle der:
“Talihin kaynağı talihsizliktir.
Talihsizlik gizlendiğinde talih görünür.
Aslında (denge halinde) iç içedirler ve sürekli dönüşürler.”
Çünkü ana felsefede yin, yang’ı da içerir; yang’sa yin’i… Başarısızlıkta, hüsranda, mutsuzlukta -tabii eğer bir gözlemleyebilirsek- başarının, esenliğin ve mutluluğun tohumları gizlidir. Huzur, hoşgörü içerisindeki ölçüde ve onu kavrayabilecek olan ölçülülüktedir. Her tür aşırılığın sonunun mutsuzluk olması kaçınılmazdır. Duygulu olmak iyi ve doğal olandır, ama duygusallığın genellikle acı çekmeye neden olacağı iyi bilinmelidir. Çünkü dengede olmayan bir ruh hâline işaret eder; ve öylesi bir ruh hâline kapılmış olanlar yaşamdaki dengeleri kavrayamadığı gibi olan bitenden ders de çıkaramazlar…
Gerçek taocular, tüm taocu bilgeler gibi, aslâ toplumdan kaçmaz, aksine topluma ‘katılır’lar. Çünkü Tao’yu öğrenmenin de, kısmen anlayıp aktarabilmenin de ancak doğadan, insandan ve toplumdan kaçmayıp, aksine iç içe olmakla mümkün olabileceğini iyi bilirler. Bir kez doğru bakmasını öğrenebilirseniz Tao’yu her ortamda, her iş ve eyleminizde, ilişkinizde ve günün her ânında hissetmeye hattâ kısmen ‘görmeye’ başlarsınız. O size gereken ruhsal enerjiyi, dayanma ve başedebilme gücünü, yeterli esnekliği, dönüştürücülük becerisini, yeterince anlayışlı olabilmeyi, empatiyi ve bağışlayıcılığı kazandıracaktır. Böyle olduğunuzda zaten çevreyle ve doğayla daha ‘uyumlu’ bir konuma gelmiş olacağınızdan büyük düşkırıklıkları da yaşamazsınız. Hani derler ya, ‘düşünceleriniz değiştiğinde, yaşamınız da kendiliğinden değişecektir’… Bu da, kaderimiz üzerinde etkili olabileceğimizi öngören, taocu/Zen/sufî ortak söylemlerine verilebilecek örneklerden birisidir.
Tao felsefesinin özüne biraz daha vâkıf olabilmek için, Tao Te Ching’in, taocu mistiklerin erdemi nasıl tanımladığına dair söylemine göz atmak yeterlidir. Şöyle anlatılıyor;
“Erdemli olanlar üretir, ama sahip olmazlar; yaptıklarından gösterişe kapılmazlar; koruyup kucak açtıklarına hükmetmeye kalkmazlar”.
Sanırız burada erdemin yanında, inceliği ve onun da ötesindeki zerafeti hissediyorsunuzdur.
Yine bir başka anlayışa göre, herşeyin kaynağı olan, ama hiçbir şeyi sahiplenmeyen Tao, canlılarda ‘hayat’ olarak görünür. Tabii eğer görebilirseniz… O nedenledir ki bir taocu, gücünü yaşama olan inancından alır. Hoşnutluğu da, şükretmesi de, yaşama bakışı da abartılı değil, yumuşak ve sadedir. Hiçbir şey onun içsel dinginliğini bozamaz.
…..
Bütün bunları, arada yanılgıya düşmüş olabileceğimizi de varsayarak veya göze alarak yazdık. Yazmanın şimdi ve bu defalık, yazmamaktan daha iyi olabileceğini düşünerek yazdık. Daha da önemlisi, ustalara değil tabii ama, henüz yolun başında olanlara az da olsa ışık tutabilir diye yazdık… Tao hakkında yazmanın ne denli zor, yorumlamanınsa neredeyse imkânsız olduğunu bilerek, yanıltıcı olabileceğini de kabul ederek yazdık…
* * *
Ben böyle söyledim, böyle anlattım; çünkü böyle anladım…
Bir başkası mutlaka başka türlü söyleyecek, başka biçimde anlatacaktır. Çünkü muhtemelen daha farklı anlamış ya da konunun bir başka bölümüne değinmiş olacaktır. Her kim Tao’yu anlatmak isterse, bu konuda yaptıkları da yapabilecekleri de mutlaka eksik kalacak ve yetersiz olacaktır.
Bundan fazlası artık tanımlamaya ve bilgi vermeye değil de ‘koşullama’ya gireceğinden, doğrusu onu sizin bulmanızdır. O her yerdedir, kim ne kadarına erişebilirse…
Sevgiyle sunmaya çalıştım. Madem ki niyet esastır, o halde siz de azımızı çok, eksiğimizi tamam sayınız. Gerçekleri araştırmaktan kendinizi alıkoymaksızın; sevgi, esenlik ve farkındalıkla kalınız…