Bu kadar senedir “kendini tanıma yolu”nda yürümeye çalışıyorum, onca olay geldi başıma ve mucizevî bir sürü destek ve ispat da… Ama hala, ara sıra kendime sorduğum olmuyor değil: “Bunları yaşadığından emin misin?” diye. Konumuz, bu yolda yürümeye başladığımız andan itibaren yanımıza takılan öğretici bir dost: Şüphe.
Şimdi, “şüphe”yi dost olarak nitelendirmiş olmamı biraz yadırgamış olabilirsiniz. Belki de içinizden, kitaplardan ezberlenen, ama bir türlü içselleşmeyen, “Tabii, tüm duygularımız bize dost değil mi zaten, hepsini oldukları gibi kabul etmeliyiz” düşüncesi de geçiyor olabilir. Neyse, içselleştirilmeyen bilgiyi “sanki biliyormuş ve özümsemişcesine savunmak” konusunu bir başka yazıya bırakıyorum ve “şüphe”ye dalıyorum.
Şüphe ile 1995 yılı yazında tanıştım ilk olarak. Aslında, bu tanıştığımı “ruhsal yol” şüphesi olarak nitelendirmem daha uygun olacak sanırım. Şüphe’nin yüzlerce değişik yüzü olabilir, benim anlatacağım hepsine ışık tutmakla birlikte, “yürünen yola duyulan” şüphe. İlk defa 1995 yılında, bir yaz gecesi tanıştım onunla. Yakın silah arkadaşı korku ile hücum etmişlerdi bana. Hayatımda ilk defa, bir beden-dışı deneyim yaşamıştım ve astral bedenle, bedenin dışında olmanın nasıl bir huzur verdiğini, ilk defa o anda tatmıştım (ama ne yaşadığımı bilmiyordum). Gerçekten muhteşem bir duyguydu, fakat bedenime girdiğim anda, bir anda “Hayır, sen rüya görüyorsun; bunları yaşamadın, uyduruyorsun!!!” düşüncesi hücum etti ve acayip rahatsız oldum. Kalbim küt küt atıyordu ve müthiş korkuyordum. Bu olaydan daha önce de, bedenimin üzerine bir varlık ayaklarıyla basmıştı ve beni yatağa yapıştırmıştı. Üzerimden kalktığında gözlerimi açınca, yine korkuyla ve şüpheyle “Rüya görüyorum” demiştim ve der demez, aynı biçimde, ayaklarıyla göğsüme basarak beni tekrar yapıştırmıştı. Önce o, şimdi de bu ve daha bunlar hiçbir şeydi…
1995’ten beri, bu ve bunun gibi sayısız olay yaşadım. Yaşadıklarımın bazılarını unutmuşum bile. Ama her zaman ve her zaman “şüphe” benimle birlikteydi. Yıllar geçiyor, ben bir sürü yeni şey deneyimliyor, öğreniyor ve yaşıyordum. Ama hep kendime sorup duruyordum, ara ara: “Ya bunlar sadece hayalse!!!”; “Ya bunları ben uyduruyorsam!!!”; “Ya bunlar dünyanın gerçeklerinden kaçmak için yarattığım ütopyalarsa!!!” vs. vs. Defalarca ve defalarca sorguladım kendimi; hatta bir keresinde tuvaletteyken, “Ulan bunlar doğruysa, şu anda, şuradaki dergiyi çeviririm ve oradan bir mesaj gelir bana” deyip, dergiyi çevirdiğimde, karşıma “İçinizdeki dünyayı keşfedin!” (bir kot reklamının sloganı) çıktıktan sonra bile şüphelenmeye devam ettim. Daha da ötesi, bir gün arkadaşıma, “Acaba bunları biz mi uyduruyoruz, değilse şimdi Tanrı’yla Dostluk’u açarım ve yanıtı gelir” deyip, parmağımı rastgele kitaba daldırıp dokunduğum yerde, “Bunları kendinizin uydurduğunu düşünüyorsanız, beni aşağıya çekersiniz” yanıtını gördükten sonra bile şüphelerim oldu. Evren bana, şüphelendiğim her şeyi çürütecek deneyimler yolladıkça bile vazgeçmedim şüphe etmekten… Zamanla şüphelerim ayrılmaya başladı bir bir benden… Önce yaşadıklarımın hayal veya uydurma şeyler olmadığını kabullendim; bir süre sonra, daha derinlerde olan şüphelerim ayrıldı benden.
Buraya kadar, yazdıklarımı güzel güzel okudunuz, şimdi, içinizden “Eee, bunları herkes yaşamıyor mu zaten, neden benim gözümün aklarını meşgul ediyorsun, bu saatte söyleyecek yeni bir şeylerin yoksa be kardeş? Hem, şüphe dost dedin, açıkla bakalım da öğrensin cümle alem” demeniz gerekiyor, belki demişsinizdir bile.
”Şüphe” üzerine kendi içime dalmışken ve neden bunlarla doluyum, bana ne faydası vardı bunların diye düşünürken, birden jeton düştü. “Şüphe”, bana yıllar boyu koruma görevinde bulunmuş ve her yeni halimde, düşüncemde ve enerjimde, bana bu yeni oluşumla “uyumlanma” sürecinde yardımcı olmuş güçlü bir araçtı. Her yeni oluş, yeni bir enerji getirir ve her yeni enerji de bedenlerimizi etkiler. Bu enerjiyi cascavlak almak bizi rahatsız edebilir, tıpkı güneşin ışınlarını, ozon tabakası filtresi olmadan alırsak öleceğimiz gibi. “Şüphe” de bana, uzun yıllar ozon tabakası görevi yaptı. Gelen enerjileri, oluşumları, düşünceleri özümseyerek ve zararsızca almam ve onlara alışmam için filtre görevi yaptı. Ama her yeni adımımla da gittikçe inceldi ve aradan çekilmeye başladı. Tabii, bu arada en büyük filtrem, bir peçe biçiminde halen içimde duruyor ve onu açmaya hazır olmamı bekliyordu. Zamanla, yürüdüğüm yolla ilgili şüphelerim azaldıkça, sıra en büyük ve temel şüpheye geldi: Kendinden şüphe…
Aslında kendimizden şüphe etmemizi ve uzun yıllar boyunca kendi gücümüze, varlığımıza inanmadan, onu peçeler içinde gizlememizi anladığımı düşünüyorum. Sonuçta bizler, dünyaya gelmeden önce zaten muhteşem varlıklardık ve birçoğumuzun ne karması vardı, ne de temizlemesi gereken bir şeyleri; hatta, birçoğumuz burada ilk defa bulunuyoruz… Eh, olduğumuz gibi gelseydik, anında yallah geri giderdik, ya da bedeni cayır cayır yakardık diye düşünüyorum. (Beden durup dururken yanar mı demeyin, TV’lerde belgeselleri bile var.) Tabii bu arada şu var ki, yaşam denen süreç, kendi kendimizi, kendimize tanıtma süreci ve taaa en başta, bir parçamızı bir güzel sardık, sarmaladık ve kendimizi içine gizledik. Yaşadıkça da bu paket adım adım açıldı ve en sonunda, kendimize dokunacağımız noktaya kadar geldik. İşte o paket kağıtlarına “şüphe” diyorum ve her duygumuz gibi, o da görevini mükemmel şekilde yaptı ve yapmakta… Haklı çıktığında sizi koruyor; haksız çıktığında size öğrenme fırsatı yaratıyor ve inceldikçe de BEN’liğinize alışmanızı sağlıyor. Eh, güneşe çıktığınızda da sağlıklı bronzlaşmak için güneşyağı sürüyorsunuz değil mi? “Şüphe”nin de böyle bir etkisi var hayatımızda; hem faydalı, hem sağlıklı güzelleştiriyor… Ama yağı bol sürerseniz, bedeniniz vıcık vıcık olur hatırlatırım… 🙂 Sonra temizlemesi zor oluyor…
Çok ilginçtir, sarılmakta zorlandığım onca duygum varken, şüpheyle kolkola girmek çok kolay oldu benim için. Hatta, kendimi onunla kırk yıllık canciğer kuzu sarması dost gibi hissediyorum. Bunda bir gariplik olduğundan şüphelenmiyor değilim aslında… Şüphelenmeli miyim acaba? Ya sizce? ;))))