Bir başka çağdan kalma adetlerinizde, alışkanlıklarınızda direnirseniz, cüzamlılar, paryalar gibi tek başınıza kala kalırsınız. Benliğinize bağlı kalın ama, gelişmiş uluslar için gerekli olan şeyleri almasını bilin. M. Kemal Atatürk

Ülkemizin içinden geçtiği günler oldukça karmaşa içeriyor. Enerjinin değişim dönüşüm sürecinin sonlarına yaklaştığımız bugünlerde dünyanın her bir yanını etkileyen kaosun bizleri de etkilememesi zaten düşünülemezdi.

Eşi benzeri görülmemiş bir Kurtuluş Savaşı sonucunda Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulmuş olan ülkemizin, kuruluşunun üzerinden daha bir asır bile geçmeden nasıl olup da bu kadar değişebildiğini anlamaya çabalıyorum. Elbette bunu politik ve sosyolojik açılardan ele almaktan çok işin enerjisel boyutu ile ilgileniyorum.

Geçenlerde Akaşa Yayınları’ndan çıkan “Bireylerin, Ailelerin ve Ulusların İyileşmesi” (John L. Payne) adlı kitabı okurken içimde ışıklar yandı, gözlerimin önünde karanlığı adeta yırtarcasına aydınlatan şimşekler çaktı ve olanı görmem mümkün oldu.

John L. Payne kitabının 14. sayfasında hep bildiğim ancak sözcüklere dökmekte zorlandığım bir gerçeği -bence- en anlaşılır dilde anlatmayı başarmış. Onun sözlerini aynen aktarıyorum:

“…Ruh, doğası gereği, her şeyi eşit görür ve her şeyi kapsar, hiçbir şeyi dışlamaz. Ruh’un kalbinde, olanı olduğu gibi kabul ve tasdik ediş vardır. Bu sevginin esası, temeli ve gücüdür. Bu sevgi doğasıyla, biz başkalarının kaderine dolanmadan o aileye ait olacak şekilde özgürleşir ve böylece yıkıcı yaşam kalıpları yaratması açısından bize zarar verebilecek olan ortak vicdandan özgürleşebiliriz.” (Burada, dizimleme çalışmalarındaki deneyimlerimden, “kaderine dolanma” tamlamasının, o kişinin kaderi ile özdeşleşme anlamına geldiğini belirtmekte yarar görüyorum.)

Bir aile söz konusu olduğunda “kadere dolanma” bireysel düzeyde oluyor. Ben en küçük bireyin, bütünün tüm bilgisine sahip olduğunu defalarca deneyimlemiş bir insan olarak, toplumun en küçük birimi olan aile için geçerli olan bilgiyi, aynen ulus için de kullanabileceğimizi düşünüyorum. Zaten John L. Payne’de kitabının 6. bölümünde “Irk Ayrımının Mirası” başlığı altında, ırksal ya da ulusal “kadere dolanma” yaklaşımından söz ederken:

“…Biz bizden önce gelmiş olanların, atalarımızın çektikleri ıstırap yüzünden bir gruptan nefret ettiğimizde, kendimizi güçsüzleştiririz. Özünde atalarımızın metanetlerini kabul ve tasdik etmek yerine, onları kurbanlar olarak tanımlayıp damgalarız. Ebeveynlerimizin ve önceki kuşakların kaderine gerçekten saygı gösterdiğimizde onlardan kuvvet kazanırız…” diyor.

Aynı bölümün devamında:

“Gaddarlık, adaletsizlik ve zulüm yaratabilecek olan şey bir gruba ait olma duygusudur. Bireysel olarak, her birimiz, -bu ister aile, kültür, din, ister siyasi bir grup, ırka ya da etnik grup olsun- bir gruba aidizdir. Daha büyük bir grubun bir parçası olarak, birçokları o grubun içinde kalabilmek ve onun bir üyesi sayılabilmek için vicdanları rahat bir biçimde grubun hareketine göre davranırlar. Normalde toplumun sevecen ve şefkatli üyeleri olarak görülen bireylerin dünyada -ırk ayrımı da dahil olmak üzere- birçok adaletsizliği rahat bir vicdanla yaptıklarını gözlemlemek ilginçtir” vurgusunu yapıyor.

Elbette kitapta TC içinde olanları yeniden yorumlarken kullandığım pek çok başka söylem de yer alıyor.

Ben bu söylemler sonucu neler düşündüğümü özetlemek istiyorum. Ancak önce hangi sorulara yanıt aradığımı dile getirirsem daha anlaşılır olabileceğimi düşünüyorum.

  • Laik cumhuriyeti kurmamızdan çok kısa sayılabilecek bir zaman sonra, ne oldu da İslami cumhuriyet kurmaya meraklı bu kadar çok insanımız ortaya çıktı?
  • Nasıl oldu da tüm dünyada seçme ve seçilme hakkını ilk kazanan kadınlarımız kendilerini türbanların, hatta kara çarşafların altına sokmaya bu kadar hevesli hale geldi?
  • Çok partili yaşama geçişten yaklaşık 20 yıl sonra ne oldu da askeri darbeler ülkesi haline geldik?
  • Madem askeri darbe yaptık ve o zamanki anayasayı değiştirdik, yerine dünyanın en demokratik anayasasını koyduk da neden on yıl sonrasında içine girilen kaotik duruma işaret eden askeri muhtıraya maruz kaldık?
  • Madem o anayasa en demokratik anayasa idi, nasıl oldu da “haklarımızı almak” adına terör etkinlikleriyle ülkemizi bir baştan öbürüne kana bulamayı görev edinen gençler yetiştirdik?
  • 12 Eylül 1980 günü yeni bir askeri darbe olduğunda Kenan Evren televizyona çıkıp, tüm sivil toplum kuruluşu yöneticilerini “güvence altına almak” adına teslim olmaya davet ettikten sonra ne oldu da, sadece Türk solu baskı altında kalıp, diğer tüm yöneticiler yollarına kaldıkları yerden devam etti? (Dengeleyici unsur ortadan kalkınca, aşırı sağ hız kazandı.)
  • Nasıl oldu da aynı dönemde İmam Hatip Okulları mezunlarının önü bu kadar açıldı?
  • Ne oldu da TC içinde ancak %7 oy alan bir siyasi partinin bir şekilde devamı olan başka bir parti -halkın oylarının meclis çoğunluğunu ele geçirip tek başına iktidar olabilecek kadarını alma ölçüsünde- güçlendi?
  • Bu kadar olanaksızlıklar içinde ortaya koyduğumuz ve sonunda tüm dünyanın da takdir ettiği -inanılmazı başardığımız- bir Kurtuluş Savaşı sonunda ne oldu da bağımsızlığımızı -global ekonominin getirdikleri söylemi arkasına saklayarak- elimizle “al kardeşim ben yiyemedim, sen ye” dercesine yabancı ve sömürgeci oldukları açıkça bilinen başka ulusların ellerine teslim etmeye başladık?
  • Çok uzun yıllar boyunca toprak bütünlüğümüzü korumaya yönelik yasalarla yola devam ederken, ne oldu da ülkemizi parsel parsel yabancılara satar hale geldik?
  • Yabancı sermayenin gelip yatırım yapmasını beklediğimiz o uzun yıllar boyunca, her şeye karşın gelip yatırım yapmaya razı gelenlere inanılmaz zorluklar çıkarttıktan sonra, şimdi ne değişti de ülkemizin insanları eliyle kurulmuş, gerçekten katma değer yaratan veya yaratma potansiyeline sahip olan tüm önemli iş yerlerimizi ve özellikle de bankalarımızı burada yatırım yapmak adına gelip –neredeyse bedavaya- hazırı satın alan ülkelere vermeye başladık?

Sorularım aslında bitmedi. Daha inanamayacağınız kadar çok soru soruyor ve elbette hep yaptığım gibi olaylara enerjinin akışkanlığı ya da sıkışkanlığı açısından bakıyordum. Payne’in kitabını okurken pek çok şeyi artık sözlerle ifade edebileceğim biçimde algılamaya başladım. Elbette burada yukarıda sorduğum her soruya tek tek yanıt vermeyeceğim. Ancak bazıları hakkında fark ettiğimi düşündüklerimi anlatırken, sizlerin de diğerleri ile ilgili görüşler geliştirebileceğinizi umuyorum.

John L. Payne, Bert Hellinger’in açıklamaya çabaladığı sistemi çok iyi anlamış ve belki de ondan daha anlaşılır bir dille aktarabilmiş. Buna göre, “biz ister aile içinde, ister ulus arasında, her hangi bir olanı gördüğünüzde, olayı yaratanı dışlarsak, eninde sonunda ileriki nesillerde bir ruh çıkar ve olanın görülüp kabullenilebilmesini sağlamak adına, o kişi ile özdeşleşir”. Şöyle ki bir ailede, bir insan, içeriden veya dışarıdan kimsenin onaylamayacağı bir eylemde bulunmuş olsun. Bu eylem de adam öldürmek olsun. Özetle bakarsak:

Olaya gerek kurban ailesi ve gerekse kişinin kendi ailesi açısından bakalım. Bu insanların katili dışlamaları değil, “yaptıklarını gördük, onaylamıyoruz ama seni de dışlamıyoruz, yaptıklarının sorumluluğunu sana bırakıyoruz” deyip yola devam etmeleri gerekiyor. Ancak ne yazık ki gerçek yaşamda “öğrenilmiş doğrularla” harekete ettiğimizden, gerek kurbanın ailesi ve gerekse katilin ailesi suçluyu cezalandırmak adına dışlamaya başlıyor. Olaya “dişe diş, göze göz” bilgisi ile bakan toplumlarda, halkolayca kan davasına dönüşüyor ve kısır döngü görülüp taraflar birbirlerine kız alıp erkek verip denge sağlayana dek devam ediyor.

Şimdi aynı söylemler ışığında ülkemize bakalım.

Evet, biz inanılması çok zor bir savaşı kazanıp bağımsızlık kazandık. Ancak savaştan hemen sonra bu savaşı yaratan ve yöneten, kazanmamızın asıl sahibi olan önderimiz Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin tam tersine, yaptığımız tüm barışı kağıt üzerinde bırakıp, yüreklerimizde düşmanlık taşımayı sürdürdük.

Hangimiz okul yılları boyunca “Yunanı İzmir’de nasıl da denize döktük” söylemlerinin ötesinde bir şey duyduk ki?

“İngilizlerin elinden İstanbul’u kurtardık” ve “Kahrolsun emperyalizm” söylemlerini ben daha okula bile başlamadan duymaya başlamıştım. (O zamanlar imparatorluk sözcüğü ile emperyalizmin aslında aynı kökten geldiğini bilmediğimden, Osmanlı torunları olan bizlerin kendimize de “kahrolsun” diyor olduğumuzu pek anlayamıyor, sadece neden hala düşmanlık sürüyor, savaş bitmiş gitmiş demekle yetiniyordum.)

“Güneydoğu Anadolu topraklarını parselleyen Fransız’ı nasıl da defettik” deyişini duymayanınız var mı?

“Almanya ile müttefik olmasaydık kim bilir neler olurdu, o savaşı onlar kaybedince bize de yazık oldu” inancını hala taşıyan kaç kişi tanıyorsunuz?

Burada sistem açısından bakıldığında, savaş hükümleri sona erdiğinde bile, öğrenilen doğrulara göre düşünen bir ulus yarattığımızla yüzleşmek zorundayız. Hala evinin arka bahçesinde yaptığı kumdan kaleleri Yunan işgalcinin elinden kurtarmak için savaşa girdiğini rüyasında gören çocuklara sahip bir ulus olduğumuzdan, KKTC ile olan bağlantımızı bile doğru zemine oturtamıyoruz.

“Survivor” yarışması ile bir araya gelen Yunan ve Türk takımları ilk adımda dostça yaklaşımda görünseler de kendi aralarındaki konuşmalarda, “Onlar Türk ve onlara yenilmeyeceğiz, yenilmemeliyiz” diyen Yunan ulusu gençlerine baktığımızda, o kanatta da durumun pek farklı olmadığını görüyoruz.

Eh! İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, adına “gelişmiş” dediğimiz ülke evlatlarının bizlere hangi gözlerle baktığını görmek o kadar da zor olmazsa gerek.

Bu durumda, ne karşımızdakiler ve ne de biz atalarımızın güçlenmiş enerjisinden yeterince yararlanamıyoruz anlamını çıkarabiliriz. Oysa kağıt üzerinde yaptığımız barış anlaşmasını yüreklerimize de taşıyabilirsek, alacağımız destek ile gerçek bir ivme kazanıp, daha ilk hamlede bulunduğumuz yerden çok daha ilerilere doğru yol alabileceğimizi düşünüyorum.

Hala düşmanlık düşünce ve duyguları taşımak, her şeyden önce atalarımızın başardığı o zor görevi küçümsemek ve onların başarısını aslında azımsamak anlamına geliyor. Hal böyle olunca, küçümsediğimiz, azımsadığımız bu güç, düşüncelerimizin de etkisiyle gerçekten zayıf düşüyor ve bizi umduğumuz ölçüde destekleyemiyor. Ayrıca düşman dediğimiz kişilerin de atalarımızın gücü karşısında boyun eğmişliklerine yeterince değer ve saygı göstermemiş oluyoruz. Hal böyle olunca içten gelen bir dürtü bizi sömürmelerine olanak tanımamıza yol açıyor.

Bu durum, o ülkelerde yeni doğan ruhların dışlanmışlık ve küçümsenmişliklerden etkilenmesine sebep oluyor. O ruhlar, atalarının davranışlarının hak ettiği saygıyı geri almak adına kendilerinin fark edilmelerini umuyor ve ona göre bir donanımla dünyaya geliyorlar.

Bebeler, geçmişte kalmış olması gereken düşmanca duygularla özdeş olarak doğup, bir de ebeveynlerinden öğrendikleri doğrularla düşünmeye başladıklarında iyice zıvanadan çıkıp, bize karşı düşmanca düşünce ve duygular beslemeye, gücümüzü küçümseyerek enerjiyi boğmaya devam ediyorlar. Savaş artık ekonomik alana kaydığından, bizim enerjimizi de kullanarak gelip bizi keyifle ve kendi isteğimizle sömürmeye devam ediyorlar.

Bana kalırsa yukarıda sorduğum sorulardan büyük bir bölümü bu “kağıtüstü barış” yaklaşımının enerjisel sonucundan başka bir şey değil.

Bu arada şimdi artık kendi de var olmayan S.S.C.B. ve kendileri için o dönemde seçmiş oldukları yönetim biçimi olan komünizmin etkilerine de bir göz atmak yararlı olur diye düşünüyorum.

 

Biz o müthiş savaşta bir tek -henüz devrim süreçlerini bile tamamlamamış olan- Bolşevik Devrimi önderlerinden maddi ve manevi destek aldık. Elbette onların da kendilerince hesapları vardı. En azından Karadeniz’den aşağıya açılmanın yolu, bizim topraklarımızdan geçtiğine göre, ileride kullanabilecekleri bir siyasi/ticari yol kazanabileceklerdi (ve daha birçok çıkar gözettiklerinden şüphe yok). Ancak kendi çıkarlarına uygun bir düşünce modeli sonucunda da olsa bizlere yardım ettikleri gerçeği ortadan kaybolamaz.

Zaman geldi geçti ve sonunda ülkemizde çok partili yaşama geçildi. Hepimizin de bildiği gibi geçişi hazırlayan İsmet İnönü, kendi bazı hoşlanılmayan davranışlarının sonuçlarını bu geçişten sonraki ilk seçimde koltuğu kaybetmekle gördü. Yeni seçilen Başbakan Adnan Menderes ise bizim yüzümüzün batıya dönük kalmasını ABD ve yandaşlarının ülkemiz içindeki çıkarlarını korumakla sağlayabileceğini zannediyordu. En azından öyle olduğunu söylüyordu.

İkinci Dünya Savaşı çoktan bitmiş ve dünya iki blok halinde ayrılmayı çoktan tamamlamıştı. Bu iki bloğun tam orta yerinde duran T.C. bir köprü görevi üstlenebilir ve her iki tarafın enerjisini de onaylayarak hem onların hem de bizim güçlenmemizi sağlayabilirdi. Hepimiz biliyoruz, öyle olmadı.

T.C., NATO ve Birleşmiş Milletler tarafını destekleyerek güçlenmeyi (aslında güçsüzleşmeyi) yeğledi. Bu arada, zaten hiçbir hizmet götürülmemiş olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanına yeni bir yol açıldı. Onlara biz size hizmet getiremiyoruz ama sizin hizmetlerinizi burada sevgiyle kabul edebiliriz dercesine –öncelikle- İstanbul’a ve diğer iş sahasına sahip büyük şehirlere göç yolları açıldı.

Bize o savaş boyunca destek vermiş olan S.S.C.B. ve onlar gibi düşünen vatandaşlar ise “komünist” oldukları için iyice dışlandılar. Kimse dönüp:

“Biz sizin desteğinizle ayakta kaldık, size çok teşekkür ediyoruz, saygılarımızı sunuyoruz. Bununla birlikte kendiniz için seçtiğiniz yaşam yolunu kendimiz için uygun bulmuyoruz. Yolunuzda sizi sevgiyle serbest bırakıyor, destekleyenlere de sevgi ve saygı göndermeye devam ediyoruz” demedi. Tam tersine sırf solcu olduğu için yargılanan birçok aydın, eserleri yasaklanan birçok sanatçı, hatta sürgüne gönderilen bir şairimiz ve yaşı çoktan ilerlemiş olduğu ve tedavisi ülkemiz olanakları içinde yapılamaz olduğu halde, yurtdışında tedavi görme izni alamayan bir ses sanatçımız bile oldu.

Anadolu’nun çeşitli geri kalmış şehirlerinden gelenler çoğaldıkça şehirlerin görüntüsünde olan değişiklikleri görmezden gelip, oy avcılığı niyetiyle, devlete ait toprakların önce gecekondular eliyle talan edilmesine sonra hükümetler eliyle peşkeş çekilmesine hiç ses çıkarmadık. Bütün bunlar olurken o insanlarımızı da “aşağı tabakanın gelişmemiş kişileri” şeklinde yargılamaktan da hiç çekinmedik.

Zaman içinde bu dışlanan insanların içe katılmasını gerekli gören ruhlar, o dışlananlarla özdeşleşip “Bakın bize, görün bizi” dercesine yola koyuldular.

Ülkenin bir yanı milliyetçi, diğer yanı ulusçu, bir başka bölümü komünist, bir kesimi batıcı gibi deyişlerle birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Giderek sıkışan enerji bu ayrı görüşlere sahip insanların aynı ulustan olduklarını bile unutup, neredeyse bir iç savaşa sebep olacak biçimde kavga etmelerine neden oldu.

Bütün bunlar olurken, İstanbul’a göç artıp, yeni gelenlere insanca yaşam olanakları sunan iş sahaları azaldıkça, hemşehrilik ilişkileri olduğundan daha fazla değer kazanmaya başladı. Sivaslı olan Erzincanlı olanı, Malatyalı olan, Kayserili olanı, Karslı olan Gaziantepli olanı hor görmeye ya da en azından ekmeğine bir tehdit olarak algılamaya başladı, ortaya yeni dışlama modelleri çıktı.

Her dışlayan ve tabi dışlanan, bu durumdan tam da olması gerektiği gibi etkilenip, güç yitirmeye başladı. Güç yitimi korkuyu, korku ise ayrılık bilincini itekledi. Sonunda ortaya gerçekten anlaşılabilmesi zor, karmaşık bir enerji sistemi çıktı. Aynı ülke topraklarında yaşayan her birey, diğerini düşman gibi algılayıp, kendini ona göre savunmaya başladı.

Tabii bugün gelinen kaotik durum basit sağ sol kavgası, sömüren batılı ülkeler ve sömürülen T.C. dışında başka unsurlar da taşıyor. Şimdilerde alt kimlik, üst kimlik söylemleri altında, başta üniter devlet ve laisizm olmak üzere pek çok değer yozlaştırılmaya çalışılıyor. Bugün yaşadığımız topraklarda kendi bayrağımızı göndere çekebilmemizi sağlayan başta Atatürk olmak üzere pek çok kahramanımız saygısız ağızlarda kötülenerek anılıyor. Hatta bazı Cumhuriyet karşıtı olup, Osmanlı özlemi ile yananlar bile var. (Onları dışlamanın hepimize yeni sorunlar getireceğini biliyorum. Yolları açık olsun diyor ve sorumluluklarını kendilerine bırakıp, ben de kendi yazıma devam ediyorum.)

Şimdi dönelim enerjisel sebepleri araştırmaya…

Atatürk’ün zamanında yaptığı devrimlerden biri de hilafeti kaldırmaktı biliyorsunuz. İşte bu yıkılış döneminde, Atatürk yanlısı olan aydın kesim, diğer -hilafeti kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmemesi nedeniyle asla yıkılmasına razı gelemeyecek olan karanlık- kesimle karşı karşıya kaldı. Bu olurken, yin ve yang -ya da eril (savaşçı) ve dişil (kabullenici)- olan enerjiler her iki yanda da aynı güçteydi. Atatürk yanlılarının taşıdığı eril enerji o dönemde karşı tarafı alt etmeyi başardı. Kazananlar, kaybedenlere:

“- Sizin bu konudaki görüşlerinize saygı duyuyoruz. Artık devir değişiyor. Biz, daha önceleri tüm toplum yaşamında yeterli olan dini yasaların artık gelişmekte olan toplumun gereksinmelerine yanıt veremeyebileceğini düşünüyoruz. Biz de sizin gibi İslam dinine mensubuz. Dinimizi seviyoruz. İbadetimizi elimizden geldiğince, mümkünse kusursuzca yerine getiriyoruz. Bununla birlikte din ve devlet işlerini ayrı ayrı görmeyi yeğliyoruz. Sizin görüşünüzün farklı olmasını anlıyor ve kabul ediyoruz. Bu düşüncede kalmak isterseniz bunun sorumluluğunu da saygıyla size bırakıyor ve yolumuza devam ediyoruz” demek yerine;

“- Bu iş böyle olur, ya kabul edersiniz, ya kabul edersiniz” demeyi yeğlediler ve böylece ortaya ayrı görüşte olma hakları kendilerine verilmiş bir grup yerine dışlanmış bir grup çıkmasına neden oldular.

Burada suçlanıp dışlananlar, zamanla tam da uzlaştırıcı bir enerjiye gereksinme duyulmasına neden oldu. Şöyle ki, aradan geçen yıllar içinde, yeni doğan bazı ruhlar, daha önce dışlanan kesimle özdeşleşti. Cumhuriyet devrimleri döneminde sıkışan enerjinin açığa çıkma zamanıydı. Bu ruhlar sıkışıklığın gözler önüne serilebilmesini umuyorlardı. Bu yüzden, İslami yaşam özlemi sergilemeye başladılar.

O dönemde yasaklanıp dışlanarak yeraltına inen tarikatlar ve onların liderleri birer birer yerin üstüne dönmeye, insanları etkilemeye yöneldiler. Bu insanlar eliyle yakılan meşalelerin etrafında birleşmeye başlayan yeni ve özdeş ruhlar, hilafetin kaldırılıp, din devleti yerine laik cumhuriyet kurulmasına karşı çıkanları küçümseyenlerin farkındalıklarını uyarmak adına enerjinin bu yönünü destekleme arzusu ile bedenlendiler.

Bu insanlar, Adnan Menderes ile başlayan ve onun devamını oluşturan tüm merkez sağ yönetimlerin kendi çıkarları için kullanabilecekleri bir enerji ağının etrafında toplanmaya başladı. Bu ağın ham maddesi dini oluşturan ipliklerden başka bir şey değildi.

Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihi içinde siyasi bir partinin dini kendine bayrak etmesi Necmettin Erbakan ile başlamış gibi görünse de biraz derinden inceleyen gözler, Menderes ve sonrasında gelen Demirel Hükümetleri’nin bu oluşuma –belki de hiç farkında olmadan ve içten gelen bir dürtüyle- yol açtıklarını kolayca görebilirler.

Dini siyasete alet eden grup, zaten oluşmaya başlamış olan din ipliklerinden örülü ağ çevresinde toplanmış olanların dikkatlerini çekmeyi başardı. 12 Eylül 1980 tarihinde ortada var olan birçok terör grubu arasında en azından bir -dini esaslara uygun yönetilmeyi amaçladığını iddia eden- terör grubu da vardı. Ortada görünen tek amaçları “özellikle sol görüşlü olan başka terör gruplarına karşı” bir güç oluşturmaktı. Gerçekte bir İslam cumhuriyeti kurmayı planlıyorlardı.

Sol görüşlü olanlar önceleri milliyetçi kesimle çatışırken, bir de bu grup karşılarına çıkınca işler iyice karıştı. Elbette kısa zamanda milliyetçiler dincilere, iki taraf da solculara, solcular her iki gruba karşı cephe oluşturmayı ihmal etmediler. Bir başka deyişle girilen bir kısır döngü, tüm terör gruplarının birbirlerini yargılayıp dışlamasına neden oldu. Yine de en fazla karmaşa “yardım ettikleri halde, sonuçta teşekkür bile edilmeden dışlanan” S.S.C.B. yanlısı, sol tandanslı gruplar arasındaydı. Enerji en fazla o alanda sıkışmış olduğundan, en büyük kaos da o grupta kendini gösteriyordu. İlk kurulan Dev-Yol (yoksa Dev-Sol muydu?) en sonunda kaça bölünmüştü? Bileniniz, anımsayanınız var mı?

Elbette en büyük karmaşa olan grup da en büyük kayıpları veren taraf oldu? Nasıl mı? Askeri darbelerle en fazla kayıplara uğrayarak…

Bunca yıl içinde, gerek kendi yaklaşımımızla, gerekse dışarıdan gelen etkiyle enerji hep sıkışmaya devam etti. Yukarıda anlattıklarım birbirlerinden bağımsız olaylar gibi görünüyor. Oysa derinden bakınca, “ne oldu” sorusuna “enerji sıkıştı” diye yanıt verebiliriz. “Nasıl oldu” ise “dışlayarak ve/veya karşı tarafın gücünü yadsıyarak” şeklinde cevap buluyor.

Peki ne olacak? Rus, İngiliz, Yunan, Fransız, Amerikan ve daha bilmem kim… Biz onları düşman görmeye devam mı edeceğiz? Her gelen, her istediği kadar bizi sömürmeye devam mı edecek? Biz kendimizi savunup haklarımızı aramayacak mıyız? Sömürülmeye karşı çıkmayacak mıyız? Kurtuluş Savaşı’nı boşuna mı verdik? Daha o zaman “Alın yurdumuzu sizin olsun, biz salağız.” mı demeliydik? Böyle yapmazsak, yurdu elimizle teslim etmezsek ne olacak? Biz hep kaos halinde mi yaşayacağız?

Bunu bilemiyorum. Ancak bu konuda üzerimize bazı sorumluluklar düştüğüne inanıyorum. Bana göre ilk adımda, olanı olduğu gibi görüp kabul etmeye niyet etmemiz kalıcı çözüme doğru bir adım olabilir.

Elbette kendimizi ve haklarımızı savunacağız. Ancak bunu yaparken karşımızdakini dışlayarak değil, kendi yaptıklarının sorumluluklarını kendilerine bırakıp, biz de kendi sorumluluğumuzu ele alıp, gerçek anlamda adaletli davranacağız. Enerji nerede sıkıştı, neden sıkıştı anlamaya çabalayacağız. Sıkışan enerjiyi açmak, rahatlatmak için efor sarf edeceğiz.

Ezoterik bilgi, “var olan her şeyin birbirinin yansıması olduğunu ve benzeyen enerjilerin birbirlerine çekildiklerini” söylüyor. Bugün giderek daha da güçlenmekte olan kuantum fizikte keşifler yapan bilim adamları ise, düşüncenin enerji üzerinde tartışılmaz biçimde etkili olduğunu savunuyorlar.

Ezoterik bilgi ile kuantum fizikçilerinin söz birliği içinde değilse de, benzer biçimde aydınlattıkları yol bizi “onlar dediklerimizin değişmesini umuyorsak basitçe kendimizi değiştirmeliyiz” kapısına götürüyor. Hani eskiden “onlar sana ayna tutuyor, aynada gördüğünü beğenmiyorsan onu kırmak bir işe yaramaz, aynada gördüğün şeyi, kendini değiştir” derlerdi ya! Öyle bir şey işte…

Bu söylemi, “Bağımsızlığımızı tam olarak kazanmak istiyorsak, öncelikle içimizde ezilmişlik yaratan ya da başkalarını ezme arzusu doğuran düşünce kalıplarını ortadan kaldırmalıyız.” biçiminde de tercüme edebiliriz. Bunu yaparsak ortamızda sıkışmış kalmış enerji rahatlayıp doğal akışa geri dönecektir. Yağmurun herkes için aynı yağdığı, güneşin herkes için aynı parladığı gibi, dünya da herkes için aynı dönüyor. Enerjinin başka türlü davranması mümkün mü? Değilse, bizim tarafımızdan rahatlatılan enerji bir süre sonra karşı tarafa da daha akışkan ve temiz ulaşacağından, kısa zamanda orada da bir değişim yaratacaktır diye düşünüyorum.

“Düşmanımızı nasıl da denize döktük, nasıl da topraklarımızdan def ettik.” gibi söylemlerin onları yenme becerisini gösteren atalarımızın başarılarını küçümseyen bir yaklaşım olduğunu anlamak bu kadar zor olmamalı. O zaman imkansızı başaran atalarımızın, bu topraklarda barışın kalıcı olmasını istediklerini, çevresinde toplandıkları Atatürk’ün dile getirdiği:

“-Benim isteyip de yapamayacağım bir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmesini bilmem. Ben kalpleri kırarak değil kazanarak hükmetmek isterim” sözlerinden kolayca anlıyoruz. Başta Atatürk ve bu savaşı kazanan tüm diğer atalarımız bunu istiyorlar da, biz kimiz ki, o kanları yadsıyıp, barış yerine savaş arzu edelim? Bunu yaparak onların kanını değersiz kılalım…

Düşmanlığı körükleyen “denize dökmek” türü söylemlerin, bir zamanlar düşman olan ulusların aralarında yazılı barış anlaşmalarına rağmen, şimdi de düşman kalmaya devam etmelerine neden olacağını kabullenerek işe başlamak hepimiz için daha akılcı, destekleyip güçlendirici olabilir.

Sonraki adımda, zihnimizde düşman olarak gördüklerimizi canlandırıp:

“-Ne sizin ve ne de bizim atalarımızın günahını taşımamıza gerek yok, olanlar oldu ve bitti. Sizin ve bizim büyüklerimizin kendi başarılarına imza atabilmesi o olayların olmasına bağlıydı. Sizin atalarınız olmadan bizim atalarımızın başarısı ve gücü, bizimkiler olmadan sizinkilerin gücü ve başarısı görülemezdi. Hem sizin atalarınızı hem de kendi atalarımızı ve uluslarımızın geçmişini sevgi ve saygıyla onurlandırıyorum.Geçmişte olanların sorumluluğunu o yaşayanlara bırakmayı öneriyorum. İlahi ışığın hepimizin barışa giden yollarını aydınlatmasına niyet ediyorum.” biçiminde bir içsel çalışmanın gerçekten -inanarak yapılmasa bile- işe yarayacağını umut ediyorum.