Sabah telefonda ablamin sesini duyar duymaz anladım kötü bir şey olduğunu. “Annem mi?” diye sordum, “Yok, öteki” diye cevap verdi ablam ağlayarak. Sonradan konuştuğumuzda , “öteki” dedim “çünkü, ‘ babam’ kelimesini ağzıma alamadım, kabullenemedim o anda” dedi.
Kabullenmek dışında başka hiç bir seçeneğinizin olmadığı bir gerçeklik ölüm. Aynı zamanda gündelik hayatın sıradan bir parçası. Hatta o kadar sıradan ki, dünya genelinde ölüm sayılarını saniye saniye veren siteler var, tek bir tıkla istediğiniz ülkedeki ölüm olaylarını görmek mümkün. Mesela tıkladığınızda siyah bir nokta şeklinde büyüyen işaretler ölümü gösteriyor. Ölenin adı sanı, kim olduğu önemli değil. Ve ben, babamın ölümünden itibaren geçen bu sürede “ölüm gerçeği” dışında hiç bir detayı hafızamda taşıyamadım. Gelenler, gidenler, arkadaşlar, akrabalar, dostlar, cenaze, ağlayan annem, ağlayan oğlum. Üzerime geçirdiğim ikinci bir benlikle dolaştım adeta. Telefonlara cevap veren, hala karnı acıkan, uykusu gelen, misafirlerle sohbet eden… Ama sanki hepsi benim dışımda oluyormuş gibi geldi, kendi kendimi dışarıdan seyrediyormuşum, her şey benim dışımda yaşanıyormuş gibi…Her şeyi en derin haliyle yaşadığımı sanan ben, tuhaf bir edilgenlik içinde sallanıp durdum adeta.
Babamın ölümünü kabullenmekte zorlanmadım. Neden öldü, neden şimdi, neden böyle ani oldu sorgulamalarına hiç girmedim. Şamanlar, ruhun ölmediğini vurgulamak için “göçtü” derlermiş. Benim için de babam “göçmüştü”. Dünyadaki bu yaşantısını tamamlayıp, olması gereken yere dönmüştü. İçimdeki acı, ölmüş olmasından değil, göçmüş olduğu için onu bir daha göremeyeceğim gerçeğini kabullenmeye çalışmaktan kaynaklanıyordu. Babanızla vedalaşmak ne zormuş meğerse. İnsan kendini 40 yaşında bile yetim kalmış gibi hissedebiliyormuş meğerse.
Beyin ölümü gerçekleşmeden bir kaç saat önce yoğun bakıma görmeye gittiğimizde, orada yatan insanın, babamın, yaşamak kadar ölmeye de hakkı olduğunu gördüm. Annem o kadar perişan bir haldeydi ki yoğun bakıma giremedi ama, “evimizde onu beklediğimi , dönmesi için dua ettiğimi söyleyin ona” dedi. Annemin mesajını babamın kulağına fısıldamakla birlikte, “gitmen gerekiyorsa git babacığım” diyebildim. “ Senin için hangisi hayırlıysa o olsun, biz seni hep sevip hatırlayacağız.”
Rahibe Theresa’ya ait, şu an adını hatırlayamadığım bir dua “Ben inanıyorum Tanrım, sen imanıma (sadakatıma) yardım et!” cümlesiyle biter. Rahibe Theresa, en ümitsizliğe kapıldığı zamanlarda eder bu duayı, her şeyin Tanrı’nın iradesiyle gerçekleştiğini hatırlatır kendine. Her yaşanan , ne kadar kötü gözükürse gözüksün, O’nun izniyle olur. Bizlere düşense bunu hatırlamaktır. İnancımızı, sadece sözde kalan, soyut bir kavram olmaktan çıkaran bu sadakattir. Güven ve teslimiyet duygusu inancımıza “canlılık” verir.
Anne, Baba ve çocuk ilişkisi akıl almaz bir bağ. 40 yaşıma gelmeme, 2 çocuk sahibi olmama rağmen her derdimde yanlarına koştuğum, her sıkıntımı ve her mutluluğumu paylaştığım ailem. Kendimi, onlarla beraberken sonsuz bir güven içinde hissettiğim ailem. Küçükken televizyon seyrettiğimde, heyecanlı sahnelerde babamın kucağına koşardım. Fazla heyecana dayanamadığımda gözlerimi kapatıp babamın omuzuna yaslanırdım, taa ki o, “tamam geçti, açabilirsin gözlerini artık” diyene kadar. Şimdi büyüdüğümde anlıyorumki, hakkını vererek anne babalık yapmak, seneler boyunca yorulmadan, vazgeçmeden, “önce ben” demeden çocukların için çalışmak, maddi manevi her zaman yanlarında olabilmek nasıl da büyük bir meziyetmiş.
Kabullenmek dışında başka hiç bir seçeneğimizin olmadığı bir gerçeklik ölüm. Ve bunun dışında hissettiğim yoğun bir şükran duygusu hakim benliğime; babama, ailesi için yaptıklarına, babamız olduğuna… Her zaman kalbimizdesin …