“Hep” olan, “hiç” olmayı bilebilir mi? Bay Kare, Bayan Küp’ün derdinden anlayabilir mi?
Geçenlerde şöyle dediler bana: “Heplik ve hiçlik aynı şeydir aslında… Siyah ve beyaz da aynıdır. Varlık ve yokluk da… Herşey, zıttının aynısıdır.”
Bugün de şu satırları okudum bir başkasından: “Boşluk şudur: Tutunacak birşeyi olmamak. Bir yere tutunmayı, kurtulmayı istemek, ama bunu yapamamak.”
“Hep” olan, “hiç” olmayı bilebilir mi? Bay Kare, Bayan Küp’ün derdinden anlayabilir mi?
Geçenlerde rüyamda bir adam gördüm. Aynı anda hem 2 metre hem de 50 santim boyundaydı. Görüş alanımın dışındaydı, adamın neye benzediğini bilmiyordum ama evet, şurası kesindi ki adam hem 2 metre, hem de 50 santim boyundaydı. Kocaman bir duvarın önünde duruyordum. Duvar arkasını göstermiyordu, saydam değildi, ama rengi de yoktu. Sonra, arkamdan aynı anda hem annem, hem de çocuğum olan biri yaklaştı ve bana şu soruyu sordu: “Evrende hiçbir kuvvetin yerinden oynatamayacağı bir kaya ile, varolan herşeyi kaldırabilecek güçte bir adam karşılaşsalar ne olur?”
Yukarıda geçen örnekler, insanın algı (perception) ve telakki (conception) sınırlarının ötesine hitap eden veriler sunmakta… Uykunun rüya görülen REM (hızlı göz hareketleri) safhasında bilincimizin verileri işleyen, değerlendiren ve şimdiye dek toparlanmış olanların tasnif edildiği veri bankasındaki uygun yerlere yerleştirip diğer verilerle bağlantılarını kuran birim(ler)i stand by mood’unda çalıştıkları için meydanı boş bulan diğer birimler “anlamsız” veya “imkansız” olarak tanımlayacağımız kavramları peşisıra gönderebilirler, rüya esnasında biz bunları “doğal” veya “alışılmış” kabul edebiliriz. Hemen herkesin başına gelmiştir, uykuya dalış (yakaza) veya uyanma safhasında bilincimizin bir kısmı uyanık, diğer kısmı ise uykuda iken birbirinden ilginç görüntü veya cümlelerin bombardımanına tutuluruz, özellikle de çok yorgun olduğumuz zamanlarda… İç ve dış evrenlerimizden gelen her türlü uyarıyı anlamlandırma tarzımız alışılmışın dışındadır, bu farklı algının keyfini çıkartırız. Oysa, uyanıkken, kimse yürüyen bir ağaç veya kahkaha atan bir kaya görmekten hoşlanmaz. Hayatta kalabilmek adına “öğrenmek” yoluyla oturtmuş olduğumuz genel geçer kuralların hepsine vurulmuş bir darbe olur bu… Nisbeten “esnek” olan insanlar dolaylı veya dolaysız yoldan karşılarına çıkan “aykırı” olayları “doğaüstü” olarak nitelendirip günlük yaşama değin oluşturdukları veri bankasının az ötesindeki “şüpheli vak’alar” dosyasına bir çentik atmakla yetinirken, daha katı (ve aslında korkak) insanlar ise “imkansız” veya “anlamsız” tipinde tanımlamalar yapmaya daha yatkındırlar.
Gelelim en olumsuz anlamlarla yüklenmiş “boşlukta olmak” veya “boşluktaymış gibi hissetmek” denen şeye… Nedir bu? Kavram kargaşasına girmeye müsait bir konu gibi… Ortak lisanda bu kavramın ifade ettiklerine değinmeden önce, kendi dilimdeki izdüşümüne dair birkaç söz etmek isterim… Aynı dili konuştuğum bir dost bana “Bu aralar müthiş boşlukta hissediyorum.”, derse, benden gelecek tepki olsa olsa şu olur: “Ay ne güzel… Darısı benim başıma…” :)) Şimdiyi yaşamak ve göreceli zaman algısının dingin ruh gölünde suyun üzerine sırt üstü yatıp iç güneşinin sıcağına dalmak gibisi var mı? Oysa… Boşlukta olmak için pek de iyi şeyler söylemeyenler de var… Tutunacak bir dal bulamamaktan, hedefsiz bir yaşam sürmekten, herşeyin anlamsız geldiğinden söz edenler var… Depresyon alametleri… Kasvet ve huzur arasında okadar ince bir çizgi var ki… Tutunacak dal peşinde koşturmaktan bıkıp usanmayanların gölde, okyanusta ne işi ola ki? Varoluş kaygısının tavana vurduğu yüzyılımız insanında onay tatminine ulaşmanın en kestirme yolu kendini tanımların kafesine tıkmak değil mi? Bu tiplerin çoğu kendilerini meslekleriyle, okullarıyla, ekolleriyle, cinsel kimlikleriyle, tuttukları takımla, dinleriyle, değer yargılarıyla, pek bir hararetle savundukları –izm’leriyle, moda zevkleriyle veya ne bileyim etnik kökenleriyle tanımlayıp yarattıkları kombinasyonun ya sıradanlığı, ya da tam tersine özgünlüğüyle içten içe böbürlenip uçsuz bucaksız insan tarlalarının birinde kök salmış olmanın “dayanılmaz” hafifliğine kapılmazlar mı? Asıl büyük keyifler, zevkler, kanıksayıp sıradanlaştırdığımız milyon tane “oluş biçimi” tarafından gözümüze gözümüze sokulurken, kaçımız ıskalamamayı becerebiliyor hayatı “uyanık” algılamayı? Aynı anda hem 2 metre, hem de 50 santim boyundaki bir adamı rüya algısı içinde “sıradan” olarak tasnif eden bizler, sözde uyanık olduğumuz anlarda, henüz bilimadamlarının bir açıklamasını yapamamış olduğu “kütle çekim kanunu”ndan tutun da, yeryüzündeki genetik çeşitliliğe kadar bir sürü mucizeyi (tamamen öznel anlamda kullanılmıştır bu kelime) es geçip tutunacak dal peşinde koşarken şimdiyi ıskalama sanatında ustalık kazanıyoruz.
“Şaşırmayı öğrenmek”,daha doğrusu, “şaşırmayı hatırlamak” gerekiyor… Küçük bir çocukken, içinde oturduğumuz arabanın camından akan köpüklere, şişirildikçe tavşan şeklini alan balonlara, yumak peşinde koşan kedi yavrularına, veya renkli lastik topumuzun yerde sekişine kocaman açılmış gözlerle bakarken tadını çıkardığımız şaşkınlığı şimdilerde unutmuş gibiyiz. Topun neden gökyüzüne fırlayıp gitmediğini hala bilmiyoruz aslında, “yerçekimi denen bir şey var”, deyip geçiyoruz; ama şaşırmaktan sıkılmış olsak gerek, lastik toplara yan gözle dahi bakmıyoruz…
Carlos Castaneda sağolsun, dilimin ucuna kadar gelip de, bir türlü kelimelere dökmenin yolunu bulamadığım bir eylemi Ixtlan Yolculuğu’nda çok güzel tarif etmişti: “Yapmak”. “Nesi var bunun?”, demeyin… Yaparken yapmamayı nasıl da ıskaladığımızı bir bilseniz… Hep derim, boşluk bakışlarımızın şeklini alır diye… “Ol” dediğimiz için olur herşey; “olma!” demenin yolunu bulamayız bir türlü… Şu çiçeği çiçek “yaptım”, şu kayayı kaya… Hayatı maviye boyadım, detayları sarıya… İstemenin ne olduğunu bilmeden istedim, olduğunda yaptığımı bilmedim, bildiğimi yapmadım. Yapmamayı öğrendiğimde görmeye başladım, görmeye başladığımda olmayı anladım. Tek derdimin kendimle olduğunu bilmezdim eskiden… Sağımdan solumdan takıldığım dallardan kurtulunca boşlukta kaldım…
Bu plansız, yolsuz, yordamsız yazıya yolu yordamı bilen bir adamdan birkaç cümle alıntılıyorum son söz niyetine: “Benim anılarım, hayaletlerle dolu bir galeridir. Belki ben kendi hayatımı değil de, başkalarının hayatını yaşadım. Bu sayfalarda geriye bıraktığım anılar arasında bazıları sararmış yapraklar gibi yere düşecek, ölecektir. Oysa bazı anılarım zamanla yeniden canlanacak, yeniden hayat bulacaktır. Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır.” (Pablo Neruda/ Yaşadığımı İtiraf Ediyorum/1971)