“Hayat filmlerdeki gibi değil…”

Bunu bana bir arkadaşım söyledi, bir kaç gün önce. Benim hayatı sürekli olarak bir filmmişçesine yaşadığımı bildiği için belki de. Gerçekten de hayat filmlerdeki gibi değil mi acaba? Ya da filmler hayat gibi mi? Bunu bilmek pek de mümkün değil. Milyarlarca farklı hayatın sürdüğü şu dünya denen gezegende, kimin hayatı kiminkine benziyor ki, bir de filmlerdeki gibi bir hayat gerçek yaşamda da var olabilsin… Oysa hayatı algılamak, tercihlerini ona göre yapmak sadece ve sadece bir inanç meselesiyse, hayatı da filmlerdeki gibi görmek de bir o kadar mümkün..

Daha küçükken, sinema denen üstün sanatın gizemli ve çekici gücünü anlayamadığım zamanlarda izlediğim filmleri hatırlıyorum şimdi. Babama binbir yakarıştan sonra, onu ikna edebilmişsem eğer, İzmir’in o zaman için en önemli sinemalarına götürürdü babam beni. Hatta bazen ikiz kız kardeşimi.. O zamanlar babam benim gitmek istediğim filmi sinemadaki lobi fotoğraflarına bakarak onaylardı. Hatta hiç unutmam, yine bir filme gitmiştik. Bilet kalmayınca başka bir salondaki filme gitmek istedim. Çünkü sinema için evden çıkılmışsa şayet, mutlaka sinemaya gidilmeliydi. Filmin adı hala aklımda: “Mahkum”. Yönetmenini falan hatırlamıyorum açıkçası ama Nick Nolte’nin oynadığı bir filmdi. Babam lobi fotoğraflarındaki hapishane görüntülerini görünce sıkı bir aksiyon izleyeceğini sanmış olmalı ki, aldı biletleri ve biz de filmi izlemeye başladık. Ama 15 dakika geçmeden ekranda sıkı bir hapishane filmi değil de, sıkı bir sevişme sahnesi zuhur edince, apar topar çıkmak zorunda kaldık sinemadan. Babamın ettiği küfürler hala aklımda… E.T, He-Man, İlk Kan, Süpermen 3 ve hatta ilkini görmediğim halde gittiğimiz Geleceğe Dönüş 2’yi hep o salonlarda; bazen Çınar sinemasının devasa salonda, bazen de Buca Emek sinemasının kötü ama nedense sinema kokan koltuklarında izledim hep. O filmlerin hayatla birebir bağları olmayabilir, ama benim sinemayla bağlarımın o filmlerle başladığı kesin. Beni bambaşka alemlere alıp götüren o filmler olmasaydı, karanlık salonlarda geçirdiğim onca saatin yerini ne alırdı bilmek belki de imkansız şimdi, ama eminim o denli dolu ve güzel geçemezdi, orası kesin..

Sonra biraz daha büyüyünce kendi seçtiğim filmlere gitme hakkım doğduğunda, sinemanın bir eğlence aracı olmaktan çok, gerçek anlamda bir sanat olduğunu keşfettim. Çünkü nedense bana asıl haz veren filmler, beni hayattan koparan değil, aksine daha çok hayatın gerçeklerini önüme koyan filmler olmaya başlamıştı. Hatta, hayatı değil bizzat beni bana anlatan filmler görmeye başladıkça, sinema ile hayat arasındaki ilişkiyi daha bir sorgular hale geldim. Ya da ben öyle zannettim. Bunu bir önemi yok şimdi… Ama hayat filmler gibi miydi? Bana göre cevap hep evet oldu. Oysa bu “evet” hiç bir zaman beklentilerimi tatmin edemedi. Filmlerde hep karşılıksız seven çocuk, filmin sonunda sevdiğine kavuştu. Oysa ben karşılıksız sevgimi hep nedense karşılıksız olarak bitirdim. Filmlerde hep mucizeler oldu, aniden para kazandılar, çalışmadan derslerini geçtiler, aramadan iş buldular.. Ben hep uğraştım, hep sorguladım, hep kaybettim, hep yoruldum. Filmler hep hayat gibiydi, oysa hayat neden filmler gibi olamıyordu? Ölen Terminatör, ikinci filmde nasıl canlanıyorsa, “Hayalet”te ölen sevgili hayalet olarak geri dönebiliyorsa benim sevdiklerim neden dirilemiyordu ki? “Size de Çıkabilir” de, hiç beklenmeyen şekilde piyango biletine milyonlarca dolar çıkarken, ben neden her hafta sayısal loto kuponumu yırtmak zorunda kalıyordum? Filmlerde sevmek yeterken, gerçek hayatta neden hiç bir şey için yeterli olmuyordu delicesine sevmek? O zaman filmler hayatı falan anlatmıyor, aksine bize yalan söylüyor olmuyor mu? Madem filmler bize hayattan dilimler veriyor, bizim hayatımıza uyan filmler neden yok?

Hayatı filmlerdeki gibi zannedip ona göre yaşamak nasıl bir şey peki? Hayalkırıklığı, üzüntü, kızgınlık… Yeter mi? Peki ne yapıyorum ben filmlerdeki gibi olmadığını fark ettiğimde herşeyin? İşin ilginci de o ya zaten: Yine film izliyorum, sadece hayalkırıklığımı yenebilmek için. Yeniden umut dolu biri haline gelmek için. Çünkü biliyorum ki, sinema denilen büyü, umudun ve vazgeçmemenin sanatı. Öyle olduğu için hayatı hergün yeniden bir filmişçesine kendi ellerimle çekiyorum, senaryosunu yazıyorum. Ama izleme işini başkasına bırakıyorum. Filmler hayatı anlatır, doğru. Ama kimin hayatını? Benimki olmadığı kesin. Ama bir başka kesin olan şey var ki, o da, benim hayatımı anlatmasa da benim olmasını istediğim hayatı anlatmaya devam edeceği. Hal böyle olunca da ben hem film izlemeye, hem de bu soruyu sormaya devam edeceğim. Hayat filmlerdeki gibi olmayıversin. Kim beni öyle olmadığına inandıracak? Kim öyle yaşamamı engelleyecek? Film devam ediyor, kamera sürekli çalışıyor çünkü…

Tuna Yılmaz